Şeytan, inek sağmakta olan bir kadını gözlemlemektedir. İneğin buzağısı ise az ileride bir kazığa bağlı durmaktadır. Şeytan şeytanlığını yapacak ya; buzağının ipini bir parça gevşetir. Karnı aç olan buzağı, daha fazla dayanamaz. Çekiştirdikçe boynundaki ipi gevşetir ve sonunda bağından kurtularak annesini emebilmek için ona doğru koşar. Bu esnada süt kovasına çarpar ve kovadaki bütün süt yere dökülür. Sağdığı sütün ziyan olduğunu gören kadın, bu duruma çok sinirlenir ve eline geçirdiği odunu buzağının kafasına geçirir. Yavru kan içinde yere yığılır. Bunu gören inek kadına saldırır. İnek, kadının üzerinde tepinir ve ölmesine sebep olur. Gürültüleri duyan kadının kayınbabası, ineğin gelinini öldürdüğünü görünce eline geçirdiği tüfekle ateş edip ineği öldürür. Silâh sesini duyan kadının kocası ahıra doğru koşar. Bakar ki, hanımı kanlar içinde yerde yatmaktadır. Babasının elinde de tüfek vardır. Kadının kocası, hemen silâhını çekip babasının üzerine mermileri boşaltır. Ancak olayın şahitlerinden biri durumu kadının kocasına anlatır. Gerçekleri öğrenen adam pişmanlıktan cinnet geçirip intihar eder ve oracıkta can verir. Şeytan bile bütün bu olanlar karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Hemen oracıkta, “Allah’ım olanlara sen şahitsin! Ben sadece ipi azıcık gevşettim…” der.

Bu hikâyeyi İstanbul Sözleşmesi’ne ve onu savunanlara ithaf ediyorum. Kadim kültürümüzde, bir durumu veya bir şahsı isimlendirmek çok önemlidir. Doğan çocuğun sağ kulağına ezan okunur, sol kulağına da kamet getirildikten sonra ismiyle müsemma olması için güzel bir isimle isimlendirilir. Küresel güçler de isim koymanın önemini çok iyi bilmektedirler. Mesela “İsrail” veya “Siyonizm” sorunu yerine “Filistin Sorunu” denilmesini teşvik etmektedirler. Bu isimlendirme öyle bir hâle geldi ki herkesçe “Filistin” bir sorun hâline geldi. Oysa Müslüman’ın Bizim “Filistin” diye bir sorunumuz olmadığını asıl sorunun işgalci Siyonist İsrail olduğunu unutmaması gerekir.

Kadın ve Aile ismi de öyle… Erkek, yapılan bu isimlendirmede başlığın neresinde? Yok! Erkek, ailenin bir üyesi değil mi? Eğer sadece “Kadın ve Aile” denilirse, ailenin bütün yükü, çocukların sorumluluğu kadının üzerinde olacaktır. Kadının dışarı çıkması, güçlü kadın olması vs. gerekecektir. Sonra kadın bu yükün altından kalkamayacak ve ezilecektir. Kadın hep problemlerle boğuşacak, sıkıntılarla birlikte zikredilecektir. Ağlayan, sızlayan, problem çeken, ezilen hep kadın olacaktır. Kadın ve Aile ismi sürekli zikredilirse “Kadını kurtarın, kadına çare bulun!” diye slogan atılmaya başlanacaktır. Tabii bu mayınlı bir alan olacak, kimse oraya dokunamayacak, dokunduğu zaman yanacaktır.

Bizim bir hayalimiz var: Müslüman fert, Müslüman aile, Müslüman toplum. İslâmi idare, İslâm’ın dünyaya yön verdiği bir sistem ve sonra da bütün Müslümanları kendi şemsiyesi altında toplayan, zalime engel olan, mazluma destek çıkan bir hayal… Her zaman bu hayali kuruyoruz, kuracağız ve gerçekleştirme yolunda gayret edeceğiz. Allah’ın iradesi gerçekleştiğinde de olacaktır.

Devlet, toplum üzerinden, toplum aile üzerinden, aile fert üzerinden tanımlanır. Toplum, fert üzerinden tanımlanamaz. Yani fertlerin bir araya geldiği ortamda toplum oluşmaz. O bir kitle olur; sürü yahut bir araya gelmiş fertlerin yığını olur. Toplumun altındaki kesim ailedir. Aile oluşmadığı müddetçe toplum diye bir varlıktan söz etmemiz mümkün değildir. Müslüman fert, aile bağlarını koparamaz. Allah (c.c.) aile bağlarını koparmayı yasaklamıştır. Müslüman fert, anne babasına “öf” bile diyemez. Bu, haram kılınmıştır. Allah, toplumu aile bağlarıyla beraber yoğurmuştur. Mesela, İslam’ın miras hukukunda, kâfir olan birisi Müslüman bir anne babadan miras alamaz. Müslüman olmayan anne baba da Müslüman bir evlada mirasçı olamaz. Ancak İslam, dünyevi işlerde karşılıklı yardımlaşmayı özendirmiştir.
İslâm, neslin korunmasını ve imanlı bir toplumun oluşmasını istemektedir. Bunun için İslam, gayrimeşru yollarla evlat edinmeyi yok hükmünde saymıştır. Meşru olmayan yollarla evlat edinmenin hiçbir değeri, hiçbir karşılığı yoktur. İslâm fıtri ihtiyaçları iğrenç görmek veya fıtri ihtiyaçlara savaş açmak şöyle dursun, onları, düzenlemiş ve temizlemiştir. Fıtri istekleri, hayvansal bir düzeyden çıkarıp onlara psikolojik ve sosyal kurallar çerçevesinde yüce bir hâl kazandırmıştır. Allah (c.c.), bu ihtiyaçlara bir statü kazandırmak ve bunu şerefli bir seviyeye çıkarmak için karşı cinsler arasındaki ilişkinin yüksek İslami/insani değerlere dayanmasını istemiş ve evlenmeyi teşvik etmiştir.

İslâm’da kadının yeri, İslâm’da kadının rolü vs. gibi konular bazılarınca hep menfi yönden konuşulagelmiştir. Artık bunun bir kenara bırakılması gerekmektedir. Kapitalizmde kadının yeri nedir, komünizmde kadının yeri nedir, sosyalizmde ailenin yeri nedir, bunlara hiç dikkat edilmez. Çünkü onların öyle bir değerleri yoktur. Varsa yoksa saldırabilecekleri, hakaret edebilecekleri, konuşabilecekleri tek zemin İslâm’dır. Bunu, İslam’ın bu konudaki düşüncesini engellemek için yapmaktadırlar. Üstelik bunu, tamamen bir kargaşa ortamı oluşturarak yapmaktadırlar.

İslâm, evliliği ve aileyi bir kale gibi görür, korunma alanı olarak görür. Fertlerinin birbirlerine ünsiyet duyarak, sekînet ve huzur bulduğu, fertlerin ilk terbiyesini aldığı bir koruma alanı. Nitekim Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: “İçinizden evlenmeye gücü yetmeyenleri evlendirin.” (Nûr, 32) diye emretmiştir. Hatta Allah (c.c.), evliliğin maddi imkânsızlıklarını kendi üzerine almış, evlenecekleri, kendi lütfuyla zenginleştireceğini de vaat etmiştir. (Nûr, 32)

Toplum olarak var olmak, kesinlikle sürü olmak demek değildir. Topluma hükmetme gücü zalimlerce gasp edilmişse, zalimlerin geçici iktidarlarında yok olmamak ve yüce değerleri kaybetmemek için aile olmak şarttır. Firavun’un “Her şeyinize ben hükmederim, en büyük ilâhınız benim” dediği, kadınları aşağılık işlerde çalıştırıp erkekleri katlederek ölüm korkusunun iliklere işlendiği zaman diliminde Allah (c.c.), inananlardan evlerini kıblegâh edinmelerini istemiştir. Toplumlara, hatta bütün insanlığa savaş açılabilir, devletler yıkılabilir ancak insanların sığınabilecekleri bir aileleri varsa korunabilecekleri bir limanları var demektir. Çünkü Aile; Hz. Nûh’un tufanındaki gemidir, koruma yeridir. Ashabı Kehf’in sığındığı mağaradır. Yok etmeye gelen tüm zalimlerin ve Firavunların, iman edenleri yok ettiğini sandığı ve iman edenlerin varlığını tamamen ortadan kaldırdığını düşündüğü bir sırada, Ashab-ı Kehf’in mağaraya sığınması gibi iman edenler de aileye sığınırsa, onların yok etme hayali suya düşecektir. Onlar, belki 300 yıl iman edenleri gömdüklerini zannedecekler ama o fırtına geçip tufan dindikten sonra Allah (c.c.) o iman edenlere yeniden bir imkân sunacaktır. Çünkü Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Biz o günleri insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i İmrân, 140)

Küfrün esen rüzgârlarının sonu, kesinlikle bir gün gelecektir. Şu an rüzgâr onların tarafından esmekte olabilir fakat o rüzgâr dininceye kadar, bizim varlığımızı koruyarak yeniden ortaya çıkabilmek için korunaklı kalelerde bulunmamız gerekmektedir. Bu korunaklı kale de ailedir.
Bir toplum veya devlet olmanın detaylarını kerim kitabımızda bulamıyoruz ama bir aile kurmanın, aile olmanın, aileyi devam ettirmenin detaylarını onda bulabiliyoruz. Hatta bu aileyi devam ettirmek artık imkânsız hale gelmişse kırmadan, dökmeden ayrılmanın detaylarını bile bulabiliyoruz. İslam, aile kurmayı ve dağıtmayı devlet kurmaktan ve dağıtmaktan daha önemli görmüştür. Çünkü aile kurulamadığı zaman kurulan devletin ne kıymeti vardır ki? Amerika ve Siyonizm ile tamamen aynı fikre sahip fertlerden oluşan bir devletin, güçlü olmasının, üretilen füzelerinin ekonomik değerinin yüksek olmasının ne kıymeti vardır? Onlara benzeyip onlar gibi düşündükten sonra, aynı kültürel düzeye düştükten sonra güçlü olmak neye yarar? Bizi yıkmak, yok etmek isteyenlerin birinci adamı şeytandır. Başındaki İsrailoğulları ve onun hizmetkârları da içimizdeki gönüllü köleleridir.

Değerli Kardeşlerim;
İçinde aile olmayan, sadece bireysel olarak var olan, beş gün makine, iki gün de hayvan gibi yaşanan bir dünya kurulmak istenmektedir. Beş gün makine gibi çalış, iki gün hayvan gibi tepin, ye, iç, gez ve insan olma deniliyor. Bu yolda birçok projeyi gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İslâm, daha ilk anda insanı mükerrem olarak bilir, onu yapacaklarından mükellef kılar. Mükellef olan insan, sorumluluk bilincine sahip olduğu için diğer insanlarla beraber yaşamaktan hoşlanır, hayat kolaylaşır. Küfür ve şirk ise insanı hür ve özgür olarak tanımlamaktadır. Nefsine köle olmuş bir hürriyet ve özgürlük! Özgürlüğünü ve hürriyetini nefsinin isteklerini yerine getirmek zanneden insan ise başkasıyla beraber olduğunda alanının daraldığını hisseder, özgürlüğüne müdahale edildiğini zanneder ve buna karşı koymaya çalışır. Bu insan, kendisine alan oluşturmaya çalışır, başkalarını zararlı unsurlar olarak görmeye başlar, hayatı herkes için yaşanmaz bir hale getirir.

Şu anda ailelerde, aile içerisinde görev, hakkaniyet, sorumluluk duygusundan ziyade; kadın, kadın hakları, çocuk, çocuk hakları, erkek, erkek hakları vs. fikirler tartışılmaktadır. Ev, aile nerede? Yok! Herkes, kendi hakkını koruyabileceği odası olsun istiyor. Kadın, mutfakta veya salonda; erkek, oturma odasında ya da televizyonun karşısında; çocuk, çocuk odasında kendi işinde. Herkesin sınırları belli, herkes kendi dünyasında… Sanki kimse kimsenin sınırına müdahale etmeyecek diye sözleşme yapılmış. Bu bir ailedir, diyebilir miyiz? Hayır, bu bir aile değildir. Çünkü herkes kendi sınırının ihlâl edilmesinden dolayı feveran etmektedir. Kendi hakkının kendisine verilmesini istemektedir. Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerim’de devletin aileye müdahale etme yetkisini yasaklamıştır. Allah (c.c.) diyor ki, aile üç aşamada kendisini düzeltmeye çalışmalıdır. Eşler, bu üç aşamayı gerçekleştiremezse erkek tarafından bir hakem, kadın tarafından da bir hakem olmalıdır. Ondan sonra bu iş olursa olur, aksi takdirde güzellikle ayrılmış olacaklardır. Güzellikle ayrılmayı başaramadıktan sonra devletin onları selametle ayırması için en son noktada mahkemeyi yetkili kılmaktadır. Şu anda İstanbul Sözleşmesi dedikleri garabetle kadınlardan istenen, kocalarını en küçük bir sorun durumunda hemen şikâyet etmeleridir. Şu anda telefona indirilen programlar ile düğmeye bastığınız anda, aramanıza dahi gerek kalmadan gelmek zorundalar. Bunların ambulanstan daha hızlı geldikleri muhakkak… Memleketin hiçbir işi gücü kalmamış, her şeyi hallolmuş da aile içi sorunları çözmek üzere seferber olmuş durumdalar. Gelip aileye müdahale ediyorlar. Dağıt dağıt, gitsin yani! İş bu aşamaya geldi. Aile, sekinet ve huzur bulunacak, Allah’ın rızasına uygun mücahit fertler yetiştirilecek en korunaklı kale olmalıyken huzursuzluğun, sıkıntının anarşinin yeri oldu.

Şunu iyi bilelim ki biz Ankara Savaşı’nı gördük. Timur, devletimizi yerle bir etti, orduyu tarumar etti; fetret devri yaşandı. Tatarlar, Moğollar, Kösedağ’da devletimizi ifsâd etti ama bizim ailemizin varlığından dolayı bir müddet sonra yeniden dünya sahnesine çıkabildik. Ama eğer aile yıkılırsa devlet diye bir şeyin varlığının hiçbir kıymeti olmayacaktır. Çünkü küresel dünya, devletin varlığının sadece kâğıt üzerinde olmasını istemektedir. Bayrağımızın burada dalgalanıyor olmasının bir değeri yoktur onun için. Çünkü cepte taşınan para ona ait olacaktır. Devletin adının olmasının onun yanında bir değeri yoktur. Sen, küresel dünyanın kölesi olacaksın. Onun gibi yiyeceksin, onun gibi gezeceksin, onun gibi düşüneceksin, harcayacaksın, onun beğendiği, sana dayattığı şeyleri yapacaksın.

Son olarak şunu çok açık konuşmak gerekmektedir ki ailenin öneminden, çocukların ilgisizliğinden, ayrılmış anne babaların çocuklarının sıkıntısından vs. herkes bahsedebiliyor fakat esas sebebin etrafında dönüp durmaktayız. Aile olmanın şartlarının esası, hanenin açık olmasıdır. Mesela bizim bir vakfımız, derneğimiz, şirketimiz, okulumuz vs. olsun. Şirket iki üç saat açık, onun haricinde sürekli kapalı olursa bu başarılı bir durumdur, denilebilir mi? Bir yer ne kadar çok açıksa, verim ve başarı da o kadar yüksektir. Siyasi partiler de derler ki: “Siyasi partilerin şubeleri ne kadar süre açıksa, insanlar istediği anda, kapıdan içeri girdiğinde orada birinin onu karşılaması, elde edilmek istenen verimi daha da arttırmaktadır.”

Bu durumun ailedeki yansıması da şu şekildedir: Çocuk sabah okula gidiyor, anne işe gidiyor, baba işe gidiyor, ev ise tamamen kapalı. Çocuk eve geliyor, kapıyı çaldığı zaman evde ne kek, ne yemek kokusu var. Hatta çocuğa anahtar veriliyor, çocuk içeri giriyor kendi odasına kapanıyor; internet de zaten bağlanmış durumda. Aileler ise ilgilenemedikleri çocuklarının odalarını oyuncak deposuna çevirerek onlarla ilgilendiklerini zannetmektedirler.
Çalışan kadın, aile olmanın önündeki en büyük engeldir. Bunu açık yüreklilikle söylüyorum. Ya erkek çalışmayacak evde oturacak, dükkânı açık tutacak, çocuklar eve geldiği zaman kapıyı baba açacak ya da kadın evde oturacak o evi açık tutacak, yuvanın sıcaklığını sağlayacaktır. Başka bir yolu da yoktur bunun. Hem herkes çalışacak hem de aile olacak! Bir de bize ukalaca, üst bir perdeden bakıp diyorlar ki: “Yoksa siz, kadınları eve hapsetmek mi istiyorsunuz?” Evet, biz sizin kadınları sokağa çağırıp sokak kadını yapmanıza, bunun için çalışmanıza, efor sarf etmenize inat, kadınların, evlerinin anneleri olmalarını istiyoruz. Bunun için çalışıp çabalayacağız. Bunu da başaracağız inşallah. Aşağılık psikolojisine gerek yok!

Lafı dolandırmanın, uzatmanın, oraya buraya götürmenin gereği yok! Kâfirler bizim ne yapmak istediğimizi çok iyi anlıyorlar ve biliyorlar. Bizim ne yapmak istediğimizi sadece bazı Müslümanlar anlamıyor bir türlü. Gelmek istediğimiz nokta aileyi yeniden ayağa kaldırmak ve ihya etmektir. Fıtrata uygun olan, ailedir. Biz yeniden o sâlih rüyaları göreceksek, eve dönmemiz gerekmektedir. Eve döneceğiz ve evleri ihya edeceğiz. Kadınlarımız evin hanımefendisi olacak, biz onların hizmetkârı olacağız, çöpü biz atacağız, kapıyı biz açacağız. Sabah erkenden soğukta da sıcakta da işe biz gideceğiz, duraklarda biz bekleyeceğiz. Onlar evin hanımefendisi olarak kaloriferin başında çaylarını demleyecekler, yemeklerini yapacaklar. Akşam biz eve dünyanın telaşıyla geldiğimiz zaman, çocuklarımızla beraber kucaklaşacağız, muhabbet edeceğiz ve aile olacağız. Ailemizi sağlam bir kale olarak kurduktan sonra da dünyayı yeniden kurmamızın önünde kimse duramayacaktır. Kâfirler de bunu bildiklerinden, ailemizi yıkmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar, yapacaklardır.

Allah (c.c.) bizi muvaffak kılsın. Gereği gibi görevlerimizi yerine getirdiğimizde üstün olduğumuzu bilelim. “Üzülmeyin, gevşemeyin. Eğer gerçekten iman etmiş iseniz en üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmrân: 139)

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?