Sözlükte “maddî ve manevî açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık, nasyonalizm” anlamına gelen milliyetçilik, uzun zamandan beridir bütün bir insanlığı meşgul etmektedir. İnsanlık maalesef bu zehirden/virüsten bir türlü kendini kurtaramamaktadır. Beşer aklı tabii ki, kendince çıkış yolları aramaktadır. Bu çıkış yollarını ararken kendi mânâ âleminden bağımsız olarak çalışmalarını yürüten insan/beşeriyet, aslında kazmayı kendi ayağına vurmaktadır. Öyleyse bir dönüş/uyanış iklimine girmek gerekmektedir. Bunu bütün bir insanlık başarabilecek midir? Açıkçası, buna “Başarmak zorundadır.”demekten başka da bir cevap bulunmamaktadır.
Özellikle son iki yüzyılda dünyanın birçok yerinde milliyetçilik tohumlarına/ürünlerine rahatlıkla rastlamak mümkündür. Bu ürünler, aslında artık toplumsal düzen açısından da varılması gereken en ileri noktaya gelmiş bulunmaktadır. Kurumsallaşmış bir hale bürünen milliyetçilik, daha sistematik bir tarzda beşeriyet sahnesindedir. Sosyal hayattaki yön vericiliği oldukça yüksek olan bu ideoloji, bugün birçok alanda “görünür/hissedilir” durumdadır. Milliyetçilik, modern dünyada devletçilikten faşizme, Atatürkçülükten Türkçülüğe kadar sonuç itibariyle birbirine oldukça yakın duran birçok farklı ideoloji/dünya görüşü şekline bürünmüştür.
Halklar/toplumlar; bölgesel çıkarlar, sınır problemleri, acımasız uluslararası güçler/oyunlar gibi sebeplerden dolayı “milliyetçilik” gibi aslında insanlık için sürekli “esastan” arıza/sıkıntı/problem üreten ideolojilere yönelerek çıkış/kurtuluş beklentisi içine girmektedir. Aslında bütün bir beşerî dünyanın dikkat etmesi gereken temel şey, bu tür ideolojilerin reelde problem çözmekten ziyade yeni problemler üretme meylinde olduğudur.
Milliyetçilik, toplumlar/uluslar içinde irtifa kazanırken bazı kavramları da kendi zihin/fikir kulvarında eritmekte/başkalaştırmaktadır. Bunlar vatan, millet, bayrak gibi kavramlardır. Mesela Namık Kemal, vatan sevgisini İbret Gazetesinde (1289/1872) yazdığı “Vatan” makalesinde “İnsân vatanını sever, çünkü vatan öyle bir gâlibin şimşîri veya bir kâtibin kalemiyle çizilen mevhûm hatlardan ibâret değil; millet, hürriyet, menfa’at, uhuvvet, tasarruf, hakimiyet, ecdâda hürmet, âileye muhabbet, yâd-ı şebâbet gibi birçok hissiyât-ı ulviyyenin ictimâ’ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddesdir.” ifadeleriyle dile getirmiştir. Bu ifadelerle “vatan” kavramına farklı ulvî bir mânâ/değer yüklendiği görülmektedir. Bu mânâlar bugün de aslında ifadede de belirtildiği gibi “mukaddes” olarak değerlendirilmektedir. Ancak bugün “vatan” fikrinin geldiği nokta, kesinlikle “milliyetçilik”le girişik/ilintili bir noktadır ve bu kavram, ideolojiler sokağının artık masum olmayan düşkün bir üyesidir.
İnsan, büyük değerlerin savaşçısı/mücadelecisi olarak yaratılmıştır. Ona yüklenmiş olan yük/mânâ son derece yüce ve benzersizdir. Öyleyse insanın kendisine atfedilmiş olan bu kıymetin oldukça gerisinde bir beşerî nizam için mücadeleye girişmesi, aslında gerçek hedefinden saptığı anlamına gelmektedir.
İnsan için yaşadığı yer, elde ettiği mallar, sahip olduğu çocukları, ırkı, milleti, cinsiyeti, dili, kültürü gibi bazıları da fıtrî olan hususlar değerlidir. Dolayısıyla insan, bunların hepsini sevebilir. Müslüman bir fert, bu sevme eylemini/düşünüşünü gerçekleştirirken şüphesiz tüm zamanlar için anayasamız olan Kur’ân’a ve Resullullah’ın sünnetine uygun bir tavır geliştirmelidir. Aksi taktirde Müslümanın eylemselliğine hükmeden fikrî/ulvî boyut; milliyetçilik, sosyalizm, kapitalizm gibi birçok beşerî ideolojinin ciddi mânâda saldırısına maruz kalacaktır.
Bir kişinin kendi soyunu sevmesinden daha doğal bir şey olamaz. Kişi kendi soyunu yeri geldiğinde sevdiğini de beyan edebilmelidir. Yani kişi kendi psikolojik iç-barışını sağlamak için bunu yapmak zorundadır. Lâkin, kişi kendi soyunu severken başka bir soyu ötekileştirmek, dışlamak, yok saymak gibi bir tavır takınmamalıdır. Aksi taktirde yeni problemlerle karşı karşıya gelecektir. Bugün aslında bütün bir beşeriyetin yaşadığı problemlerin büyük bir kısmı da bundan kaynaklanmaktadır.
Arap, Türk, Fars milliyetçilikleri ürün devşirme dönemlerini geçirmişlerdir. Bunlara yeni bir milliyetçilik çeşidi olarak Kürt milliyetçiliği de eklenebilir. Kürt milliyetçiliği, henüz yeteri kadar güç/iktidar/ürün devşirme noktasında/pozisyonunda değildir. Ancak bu anlamda önemli ilerlemeler kat etmektedir.
Ülkemizde “milliyetçilik”, kavram olarak yükselme trendini sürdürmeye devam etmektedir. Etrafı sınırlarla/tellerle/mayınlarla çevrilmiş ülke prototipi, modern insan için daha cazip durmaktadır. Vatan topraklarının/sınırlarının korunması için bütün bir ülke, yeniden milliyetçiliğe dönme meylini sergileyebilir. Bu yüzden dikkatli olunmalıdır.
Peygamber efendimizin Veda Hutbesinde geçen “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz.” ifadeleri, günümüz “koyu/adi/bedevî/vahşi milliyetçiliğine karşı tekrar üzerinde düşünülmesi gereken aslında bir manifesto niteliği taşıyan ifadelerdir.
Bütün bir insanlığı sevme idealinin geliştirilmesi, lokal/bedevî/kırsal ideolojilerin gelişmesinin/palazlanmasının önüne geçebilir. Sezai Karakoç’un bir soruya binaen dediği “Hatay Suriye’nindir, hatta Konya ve İstanbul da Suriyelilerindir. Nasıl ki, Şam bizimse, Halep bizimse…” ifadesi, geçen zaman içinde aslında “milliyetçilik” gibi sürekli sorun üreteceği artık kesinleşmiş olan birçok artçı düşünce/ideolojinin sonunu getirebilir.
Türkiye Müslümanlarının büyük bir kısmının zihinsel parametrelerinde milliyetçilik virüsü basit bir iki yöntemle/soruyla kolaylıkla deşifre edilebilir. “Ülkenin sorunlarını çözmek için falan yerden/şehirden aşağısını hiç acımadan yakmak gerekir; tek dil, tek millet; Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, ölürsem kanım Türk/Kürt diye akar.” gibi ifadeleri bir Müslüman içtenlikle söyleyebiliyorsa onun için rahatlıkla “Bu Müslümanın zihnine milliyetçilik/faşizm virüsü bulaşmıştır.” denilebilir. Bu minvalde milliyetçiliğin en azından Türkiye’de Müslümanların zihnine rahatlıkla bulaşabilen bir virüs olduğu unutulmamalıdır. Öyle ki, çoğu zaman böyle bir virüsün bünyeye girdiğinin farkına bile varılmamaktadır. Bu sebepten ötürü en başta Müslümanların ciddi ölçüde uyanık olması gerekmektedir.
Günümüzde bir Müslüman olarak meseleye çok kompleks değil de sıradan bir bakışla bakıldığında aslında milliyetçiliğe atfedilen mânâların gereksiz bir yüklemeden ibaret olduğu görülecektir. Alak Suresinde geçen “O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.” âyeti, aslında bu gereksiz yüklemeyi deşifre etmektedir. Bu âyet-i kerîme aslında insanlığın maruz kaldığı bütün bu orantısız kavramsallaştırma saldırılarına reddiye niteliğindedir.
Milliyetçilik gibi ideolojiler karşısında Müslümana düşen şey, kendisini Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde yeniden dizayn etmektir. O, hiçbir ideolojinin fikir/virüs taşıyıcılığını yapmaz. Kur’ân ve Sünnete tabi olur. Kime yapılırsa yapılsın -kendisi zarar görse bile- her türlü adaletsizliğe, haksızlığa karşı çıkar. İyiliği emreder, kötülüğü nehyeder. Kısa vadeli başarılar/kazanımlar için beşerî nizamlara asla boyun eğmez. O bu tür nizamlarla mücadelesini hikmetle sürdürür. Hiçbir beşerî nizamın sancaktarlığını yapmaz. Dünyaya yön verme mücadelesini, İslâmî fikirleri önemseyen yapılanmalar vasıtasıyla yürütür. Kendini bütün İslâm ümmetinin ve insanlığın kurtuluşuna adar…