Resûlullah (s.a.s.) Mekke’de 13 üç yıl boyunca sahabe-i kiramın güçlü bir iman ile yetişmesi için mücadele verdi. İslam akidesinin fertlerde derin yer etmesi için azami gayret gösterdi. Zira bu derin iman, mücadele devam ettikçe onları hep dirilik, hep çoşku ve heyecan içinde tutacaktı. Bu iş için duygu da gerekliydi, meselenin duygu yönünü ihmal, fertleri hareketsizliğe sevk edebilirdi. Sahabe-i kiramın İslam’ın ilk yıllarında sahip olduğu bilgi fazla değildi. Kur’ân’ın tamamı daha nazil olmamıştı. Fakat onlar “la ilahe illallah” demenin ne manaya geldiğini iyi biliyorlardı.
Resûlullah (s.a.s.) reddedilmesi gerekeni ve inanılması zaruri olanı en derin şekilde onlara izah etmişti. Bu süreçten sonra iman kalplerine girmiş, derinleşmiş, onları heyecana getirmiş, müşriklere karşı direnmelerine vesile olmuş, imanlarıyla yücelen büyük şahsiyetler olmuşlardı. Bilal-i Habeşi’deki heyecanı ve yeni vaziyeti gören Ümeyye b. Halef, ona işkence etmekle bu işin üstesinden geleceğini düşünüyordu. Fakat ne fayda! Çünkü her “Allahu ahad” sözü Bilal’i daha da heyecana getiriyor, onu diri ve canlı tutuyor, imanın kalpte daha da perçinleşmesini temin diyordu. Çünkü sahip olduğu derin iman ve teslimiyet onu diri tutuyordu.
Aynı heyecanı Medine’de cihad sırasında da görmek mümkündür. Çünkü her bir sahabi, sahip olduğu imanı sahada göstermek, o derin imanın meydana getirdiği coşkuyu cihad meydanlarında şehadetle taçlandırmak istiyordu. 10 yıl kadar devam eden cihad hareketinde sahabede hep heyecan, coşku, hareket, dinamizm ve atılganlık vardır. Kılıcı eline alıp çalımlı yürüyen Ebu Dücane’ye Resûlullah (s.a.s.)’in söylediği sözler onun heyecan ve coşkusunu daha da kamçılamıştır. Resûlullah (s.a.s.) “Bu öyle bir yürüyüştür ki harp meydanları dışında yapılınca Allah’ın gazabına sebep olur.” diyordu. Yani “savaş öncesinde böyle yürüyebilirsin Ey Ebu Dücane” diyerek onun cihad aşkını daha da bilemişti.
Sahabenin tümünde bu heyecan ve coşkuyu görmek mümkündür. Halid b. Velid harp meydanlarında heyecanını asla yitirmemiş, zaferden zafere koşmuştur. Yeri geldiğinde Ebu Ubeyde b. Cerrah gibi bir kumandandan savaşı yönetmek için istekte bulunabilmiştir. “Komutayı devralabilir miyim?” demiştir. Halid gibileri cihad söz konusu olunca yerlerinde duramayan kimselerdi. Yaşı yetmişin üzerinde olduğu halde coşkusundan bir şey kaybetmemiş, ölümünden önce “Ben bu halde, bir devenin öldüğü gibi mi ölecektim…” diyerek şehid olma arzusunu yinelemişti. Bu arzusuyla bütün çağlara büyük bir mesaj bırakmıştı. Bu dinin arzu, heves, istek, şevk, coşku ve heyecan dolu gençlere ihtiyaç duyduğunu, toprağa ve maddeye çakılıp kalan kimselerin İslam uğruna heyecanlarını kaybedeceklerini adeta lisan-ı halle ortaya koymuştu.
Aynı heyecanı yine yaşı yetmişin üzerinde olan Ebu Eyyub el-Ensari’de de görmek mümkündür. O da cihad esnasındaki istek ve heyecanını en güzel ifadelerle ortaya koymuştu. Bineğinin sırtında hasta haliyle İstanbul surlarının önünde can veren bu büyük sahabi, geriden gelen nesillere büyük bir mesaj bırakmıştı. O da şuydu: “Cihad için hep ön sırada yer almak.” Çünkü Ebu Eyyub “Ben vefat edersem, cesedi mi ordunun bulunduğu en uç noktaya götürüp oraya defnedin” demişti. Bu sözler cihad yolunda azmi bilemektir. Öne atılmaktır. İzzet ve şerefi, atılganlık, istek, aksiyon ve arzulu olmakta aramaktır.
Tarihte nice şahsiyetler hep bu heyecanla başarıya koştular. Onlar hak davalarının zafere ulaşması için heyecanları hep diri tuttular. Kendilerini coşkularından vaz geçirecek rahatlık ve gevşeklikten uzak durdular. Salahaddin-i Eyyubi’deki heyecanı görmemek mümkün müdür? Kudüs’ü fethetme arzusu onun iliklerine kadar işlemişti. Onu heyecana sevk eden şey fethe kilitlenmiş olmasıydı. Önünde bir hedefi vardı ve hedefine ulaşmak için yaptığı her faaliyet ondaki şevk ve arzuyu daha üst seviyeye çıkarıyordu. Fetih gününe kadar bu heyecanından asla bir şey kaybetmedi. Aynı heyecan Fatih Sultan Mehmet’te de vardır. İstanbul’u fetih düşüncesi onun gecesi ve gündüzü olmuştur. İçindeki heyecanı, onu fetih için yeni yollar ve arayışlara sevk ediyordu. Yerinde duramıyor, “Ya İstanbul beni ya ben İstanbul’u alırım” diyerek atını denize doğru sürüyordu. Tarihimiz bu tür şahsiyetlerle doludur. Onlar İslam uğrunda çalışırlarken heyecanlarından bir şey kaybetmediler.
Allah gençlerde bu heyecanı daha da bariz kılmıştır. Orta yaşta olanlar, gençlere rehberlik ederlerken onların bu heyecanlarını en güzel şekilde yönlendirecek ve bu sayede gençler hedeflerine giden yolda sağlıklı ve hikmetli adımlarla yol alacaklardır. Onlara rehberlik edenler heyecanlarını kaybetmemeleri için olumsuz ve coşkuyu kırıcı ifade ve davranışlardan uzak duracak, aksine onların heyecanlarını daha da parlatma uğrunda çaba sarf edeceklerdir. Bu sayede gençlerin omuzladığı dava ileriki bir aşamaya taşınacaktır.
Hasan el-Benna ve Bediuzzaman’da da aynı heyecanı görmek mümkündür. Her ikisi de son nefeslerine dek heyecanlarından bir şey kaybetmemişler ve sahip oldukları bu halet-i ruhiye gözlerine yansımıştır. O coşku ve heves, onların gözlerindeki ışıltının kaynağı olmuştur. Mısırlı gazeteci Enver el-Cündi Hasan el-Benna’nın şehadetinden sonra onu anlattığı eserinde geride bıraktığı malla ilgili bilgi verirken şu ifadeleri kullanır: “Gözlerinin saçtığı ve birçokların bakmaya dayanamadığı ışıklar ve hidayet nurları dışında normal bir vatandaşın sahip olduğu kadar bir mala sahipti.”
Aynı durum Bediuzzaman’da da vardır. Bediüzzaman ömrünün son aylarında Konya, Ankara ve İstanbul seyahatlerini gerçekleştirdi. Bunlar da yine dini-i İslam’ın o yaşlı fakat kavi ve o kadar şeci bir bedenle, davası için yapılmış seferlerdi. Konya seyahatinde kardeşi Abdulmecid’i görmüş, Mevlan’a türbesini ziyaret etmişti. Bu ziyaretinde muhterem hocam İslam tarihçisi Prof. Dr. Mustafa Fayda kendisini gördüğünü, yaşlı ve hasta olmasına rağmen gözlerinin pırıl pırıl olduğunu ifade etmişti. İşte dava adamları böyledir. Heyecan ve coşkuları yüzlerine ve gözlerine yansır. O gözler İslam davası için hep arayış içindedir. Hareket halindedir.
İslami yapıların yapacağı en önemli hususlardan biri de fertlerdeki heyecanın sönükleşip zayıflamasına engel olmak için işlerin rutinleşmesine mani olmaktır. Gençlerin önünde her geçen gün yeni alanlar açmak, onları ileriye sevk etmek, değişen şart ve zamana göre önlerine yeni işler koymak, yapılması gereken işlerin başında yer almaktadır. Resûlullah (s.a.s.) Medine döneminde gençlerin önüne cihad gibi bir ameli koydu. Bunun anlamı sürekli hareketlilik, sürekli bir heyecan ve bunun peşinden gelen zaferlerdir. Gençler bu hareketliliğe şahit oldukları gibi bizzat içinde yer alıp yaşıyorlardı. Medine döneminde yetmiş kadar seriyye müthiş bir hareketlilik sağlamıştır. Yaşları daha 14 olmamış delikanlılar, bazen Resûlullah’ın yanında bazen de meşhur bir sahabinin öncülüğünde Allah yolunda cihada çıkmanın heyecanını içlerinde hissediyorlardı. Bu hissi tutuşturan, Resûlullah (s.a.s.)’in bizzat kendisiydi.
İşte Müslüman liderlere düşen vazife on binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca gencin içinde bu heyecanı diri tutmak, sürekli bir eylem ve söylemle bu coşkuyu beslemek olmalıdır. Çünkü hayat durgunluk kabul etmez. Nerede hareketlilik, canlılık, cevvaliyet ve aksiyon varsa orada gençleri ileriye sevk edecek olan ruh var demektir.
hayatında tahmin edemeyeceğiniz büyüklükte bir boşluk var. İnsanlar tüm dünyevi imkânlara rağmen hayatı anlamlandıramıyorlar. Bu da her geçen gün daha da büyüyen bir anlam açlığına neden oluyor. Hristiyanlık bu inanç boşluğuna ve inan açlığına cevap veremiyor.” Manevi huzuru Hristiyanlıkta bulamayan Batı’nın maddeye yöneldiğini ve bunun da huzura çare olamadığını söyleyen Yakup sözlerine şöyle devam ediyor: “Bence yeryüzünde yaşayan insanlar arasında İslam’a en çok Batılılar ihtiyaç duyuyor. Çünkü Batı insanı sürekli farklı alanlara savruluyor. Hristiyanlığın dünyayı dışlayan aşırı ruhbanlığından kaçarken bugün modern dünyanın maddeyi, parayı, teknolojiyi tanrılaştıran anlayışını sığınılıyor. Batı’da insanlar modern dönem öncesi Hristiyanlığın ruhbanlığında aradıklarını nasıl bulamadılarsa içinde yaşadığımız dönemde de maddeyi tanrılaştırarak yine aradıklarını bulamadılar. İslam, Batı’ya balans ayarı çekebilir. Yani dünyayı dışlamayan manevi bir hayat ve huzur sunabilir. İslam madde ile maneviyatı dengeleyen bir orta yoldur. Batı işte bu yola ihtiyaç duyuyor.”
Yukarıdaki isimlerin dışında Yunan Victor, İngiliz Latife, Brezilyalı Abdülmecid, Rus Meryem, Kenyalı Davut… gibi daha nice insanlar hidayete ermiş ve asıl dinlerini bulmuşlardır.
Burada da görüyoruz ki insanlık İslam’a aç ve muhtaç. Kendilerine uzatılacak bir ele ihtiyacı var insanlığın. Bu el de İslam davetçilerinin elidir. “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 8) Önemli olan bizim bu konudaki katkımızdır. Biz Allah’ın nurunun tamamlanması için ne kadar çaba sarf ediyoruz? Üzerimize düşen görevleri hakkıyla yapıyor muyuz? Sorguya çekildiğimiz zaman bunun cevabını verebilecek miyiz? Allah’ın rızasını kazanmak için Allah yolunda cehd edenlere selam olsun.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?