Libria halkı, sizi kutluyorum.
Sonunda barış, insanoğlunun kalbine yerleşti.
Sonunda savaş bizim için anlamsız bir kelime oldu
Sonunda evimize döndük. Librialılar, insanoğlunun kalbinde hastalık var.
Belirtisi
nefret, öfke, şiddet ve savaş.
Bu hastalık insani bir duygu.
Ama Libria, bu hastalığın tedavisi olduğu için sizi kutluyorum.
Bu insani duygunun baş döndürücü yüksekliğinin bedeli en kötüleri yok etmek oldu.
Ve sizler, bir toplum olarak bu hastalığın tedavisi için el ele verdiniz. Prozium.
Şimdi kendimizle barışık bir şekilde yaşıyoruz ve insanlık bir bütün olmuş durumda.
Savaş sona erdi.
Nefret artık geçmişte kaldı. Artık kendi vicdanımızla baş başayız. Bu vicdanımız bizi,
bunları tekrar hissetmemize neden olacak şeyleri yok etmeye yöneltiyor.
Librialılar, kazandınız!

Bundan yaklaşık 20-30 yıl belki de 50 yıl sonrasını anlatan bir film diye tahmin ettiğim İsyan filminin sonuna geldiğimde neden şimdiye kadar izlemedim ki diye söylettirmedi değil. Film daha önce de izlemiş olduğum “Fahrenheit” filmiyle çok benzerlik gösteriyor. Fahrenheit filminde de insanlar bilgilenmesin, bildikleriyle başka insanları da aydınlatmasın diye kilisenin emriyle tüm kitaplar yakıldığı, evinde kitap bulunduran, saklayan veya okuyan kim varsa cezaya çarptırıldığı bir film. Benzer durum burada da mevcut. Üçüncü Dünya Savaşı sonrası insanların hayata tutunmaya ve bir daha çocukları da dahil böyle bir savaşa şahit olmamak için bir ilaç geliştirdiklerine şahit oluyoruz. İlaç ne mi? Sorunsuz, öfkesiz, hissiz ve aşksız bir hayatın olduğu bu hislerden tamamen uzak bir gelecek… Düşünebildiniz mi? Çoğu filmde yaptığım gibi bu filmde de empati yaparak filmi hissetmeye çalıştım. Acıyı, sevinci, aşkı, özlemi ve buna benzer hissiyatlarımı bıraktım film boyunca daha doğrusu bırakmaya çalıştım. Filmi izlerken ve filmden sonra aslında hiç de farkında olmadığımız hissetmenin ne büyük bir nimet olduğunu fark ettim. Düşüncesi bile ürkütücü geldi bana. İktidar bir daha böyle bir savaş olmaması için, insanların içindeki öfkeyi ve diğer hisleri kaybetmeleri için, kısaca mutlu bir toplum oluşması için geliştirdiği ilaçla yeni bir toplum oluşturmaya kararlıydı. Yeni Dünya düzeninde, yeni bir toplum hem de yepyeni.

Geliştirdikleri ve bu adına promozium dedikleri ilacı almayanları ise sorgusuz sualsiz öldürüyorlardı. Ne kadar garip değil mi? Yeni bir düzen, yeni bir toplum, ölümler olmayacak, acı olmayacak, savaş olmayacak deniliyor bunun için bu ilaç üretilmiş ama gelin görün ki bunu istemeyen insanların acımasızca idam edildiğine de şahit oluyoruz filmde. İnsanlığın vahşi yanını durdurmak için eyleme geçmiş bir grup vahşi insandan bahsediyorum bu yazımda sizlere. Soruyorum size; tüm bunlar barışı korumak adına bile olsa adil midir? Savaşın, anlaşmazlıkların, öfkenin, acının, aşkın, özlemin olmadığı bir toplum ütopya mıdır yoksa distopya mı? İnsan, kendi insanlığından ona verilen şeylerden nasıl vazgeçebilir, vazgeçmeye zorlanabilir? Her izlediğim filmde mutlaka kendimi ve yaşadığımız dünya düzenini aramış ve karşılaştırma yapmışımdır. Film aslında günümüze öyle ışık tutuyor ki… Bugün teknolojiyle, hastalıklarla, ilaçlarla değiştirilmeye çalışılan, kontrol altında tutulmaya çalışılan bir toplum düzeninin planı öyle gözümüze gözümüze sokuluyor…

İnsanlık artık savaş, para vb. şeyler istemiyor, insanlık daha doğrusu iktidar veya üst akıl dediğimiz kişiler insanları kontrol altında tutmak, yönlendirmek istiyor. Belki her şey bir anda olmayacak fakat çok yavaş da olmayacağı kanaatindeyim. İnsanlık artık eskiden olduğu gibi birbirine çok fazla yaklaşamayacağı, temasta bulunamayacağı, tamamen aradaki sosyal bağı öldürmeye yönelik işleniyor. Filmde de bahsettiğim üzere bir küçük hap yoluyla, duygularının üzeri kapatılmak isteniyor insanların… Bugün ise teknolojiyle, çeşitli hastalıklarla insanlar birbirinden uzaklaştırılıyor, özgürlüğü elinden alınıyor ve duyguları çalınmıyor mu? Etrafımız tamamen doğallıktan uzak, yapaylıklarla çevrelenmiş değil mi? Sesli düşünelim lütfen; şu son 2 yılda birçok insan eşini, kızını, oğlunu, annesini, arkadaşını özlemesine rağmen korkularından dolayı ayrı kalmak zorundaydı. Duygular bastırıldı; Aaa! Evet, aslında uzaktan da görüntülü bile görüşsek oluyormuş dedirtti insanlara bu yeni dönem. Aslında uzaktan da ders yapılabiliyormuş, uzaktan da konser verilebiliyor, programlar yapılabiliyormuş dedirtti insanlara ve insanlar gardını ona göre almaya başladı. Bir anda tüm hayat düzenimiz değişmeye başladı. Bununla birlikte duygularımız da yönlendirildi. Tüm televizyon kanalları, restoranlar, kafeler, kurumlar kendini yeniledi ve yenidünya düzenine tam takım hazırlandı aslında. Filmde insanların duygusunu körelten, savaşları bitiren, hissiyatı sıfıra indiren küçük bir hap parçasıydı. Bu da bie gösteriyor ki aslında yakın gelecekte eğer olacaksa üçüncü dünya savaşı topla tüfekle olmayacak. Nasıl olacak bilmiyorum ama yeni bir dünya düzenine girdiğimizi, hazırlatıldığımızı hissedebiliyorum sadece.

Biçimsel olarak Matrix’e öykü olarak ise Fahrenheit’a benzeyen film distopik bir bilim kurgu filmi demiştik. Filmin bazı bölümlerinde omzunda dünya küresini taşıyan bir heykel var. O sahne bana çok anlamlı geldi. O sahne her geldiğinde dikkatli bir şekilde baktım, anlamlandırmaya çalıştım ve yeni kurulmuş olan bu dünya düzeninin insanları görünürde belki de mutlu ettiğini ama bunun altında ezildiğini fark ettim. İnsanlık olarak bizi biz yapan her şeyi yok ettiğimizi farkettim. İnsanları, hayvanları, doğayı ve filmde de belirtildiği üzere en sonunda da aşkı, özlemi, ağlamayı ve gülmeyi hisseden bedenlerimize çok görüyoruz bunu ve hislerimizi de yok etmeye karar veriyoruz. Dedim ya filmi izlerken her zaman bugün ile karşılaştırmışımdır. Filmde insanların çoğu hiçbir şeyi hissetmeden hayatlarına devam ediyorlardı zaten ama sizce bugün faklı mı? Hangi birimiz o kadar insan vahşice ölürken, ölüme terkedilirken bu acıyı kendi bedeninde hissedebiliyor? Hangi birimiz dünyanın neresinde olursa olsun zulüm gören insanları gördüğünde kalbi sızlıyor? Dünya’da şu an bunları yazarken, izlerken, okurken bile öldürülen insanlar olduğunu bildiğimiz halde kaçımızın umurunda? Şu anda birçok insanın o kapsülü kullanmadan bile hissiz olması ne kötü değil mi?

Foucault’a göre; gözetim, iktidarı ele geçiren sınıfın diğer sınıflar üzerinde bir baskı aygıtı olarak devletin ortaya çıkmasıyla başladı. Sulama kanalları açılması ve denetlenmesi, kamu faaliyetlerini yürütecek işgücünün sağlanması ve denetlenmesi, vergi toplamak için gerekli kayıtların tutulması, göçebe yaşamının denetlenmesi, nüfusun kayıt altına alınarak savaşlara sürülecek asker sayısının belirlenmesi, devletin asli görevleri olarak hayata geçirildi. Gözetimin bu kabaca halinden, tasarımlanmış gözetim toplumuna geçiş, kapitalizmle birlikte gerçekleşti. Artık söz konusu olan toplumsal yaşamın sistematik olarak denetlenmesiydi. Devleti ele geçiren burjuvazi, sanayileşmenin yarattığı dinamiklerle onu tahkim edip yeni organlarla pekiştirdi; sağlamlaştırılmış bir merkezi bürokratik yapı, ulus devletin korunma güdüsüyle motive edilmiş silahlı kuvvetler, sanayinin yoğunlaştığı kentler ve kocaman fabrikalar…

Önce bilimkurgularla alıştırıldık bu duruma ama şu bir gerçek ki gözleniyoruz ve izleniyoruz, özellikle kentlerde kamusal yaşam alanlarının büyük bir bölümüne yerleştirilmiş mobese kameraları, üzerimize çevrilmiş büyük gözün küçük merceklerinden başka bir şey değil. Dahası var, bankamatik ve kredi kartlarımız, ulaşım kartlarımız, bilgisayar ve telefonlarımız vb. aracılığıyla, neredeyse attığımız her adım arkamızda masumane izler bıraktırıyor bize. Bu masumane izlerimiz bizim bilgimiz dışında birileri tarafından tek tek titizlikle toplanıyor, tasnifleniyor, ayrıştırılıyor ve yeri geldiğinde kullanılmak üzere depolanıyor. Bu birilerinin asıl abisi devlet, çünkü doğumumuzdan itibaren verdiği kimlik kartıyla zaten bizi kayıtlara geçirmiş ve ondan sonra öğretim, askerlik, iş hayatı, sigorta, evlilik, doğum, gayrimenkul edinme, vergi verme, hastalık, seyahat, oy kullanma vb. süreçleriyle ondan habersiz adım atamaz hale gelmişiz. Artık her birimizin T.C. kimlik numarası var, bu numaramız olmadan kimliğimiz işe yaramadığı gibi ne bir kamu işyerinde ne bir bankada işlem yapabiliyoruz. Bu 11 haneli numaralar bütün kimlik bilgilerimize ulaşmanın bir şifresi. Bu teoriye göre filmde insanlar sürekli takip edilip gözetleniyor, insanları geçtim iktidar için çalışan rahipler bile izleniyor kontrol altında tutuluyor. Gelin görün ki bugün de yine yukarıda bahsettiğimiz şeyler gibi insanları bir yerden sonra artık kontrol altında tutmanın yöntemini arıyorlar. Yakın gelecekte karşımıza çıkacak hatta şu an yaşadığımız önemli kavramlardan birisi “Gözetim toplumu” kavramı.

Filmi izlerken, yakın gelecekte acaba böyle bir topluma mı dönüşeceğiz endişesi insanı sarmıyor değil elbette. İnsanlık filmlerle, teknolojiyle ve iktidarların söylemleri ile zaten bu döneme hazırlanmış durumda, yakın gelecekte bizleri nelerin beklediğini tahmin etmek aslında çok da zor değil. Kendimizi bu durumdan en az hasarla çıkarmayı hedeflemekten veya mevcut durumu değiştirmekten başka çaremiz yok. Ezcümle, “Her şey bitiyor ve bizi biz yapan her şeyi yok ediyoruz…”

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?