Kendimizi içinde bulduğumuz bir kaos ortamı, imtihanlar silsilesi, sanki sonu gelmeyecek bir döngü, her sabah yeni bir gün, yeni bir başlangıç, yeni sözler, yeni insanlar, kimiyle ötelerden beri tanışmışlık, kimiyle ise ötelerden beri kavgalı olma hissi ve en sonunda bu dünyadan, sevdiklerinden sevmediklerinden, gördüklerinden görmediklerinden kısacası dünyayı -arkana dahi bakmadan- terki diyar etme isteği… İşte buna; yaşadıklarımıza, yaşayacaklarımıza, yaşamadıklarımıza, isteklerimize, nefretlerimize, hedeflerimize, üzüntü ve umutlarımıza yaşamak dediler.
Peki gerçekten yaşamak bu muydu? Bir insan ne zaman “Ben harbiden yaşamışım bu dünya hayatını” der?
Hedeflerimiz bizi ne zaman gerçek manada memnun eder? En son hangi dünyaya sahip olursak gözümüz tam olarak doyar ve daha fazlasını istemeyiz?
Peki dinlerin bunca kaosun içindeki rolü nedir? Hangi dine sahip olursak sıkıntılarımızdan kurtuluruz? Dinler bu imtihanlar silsilesinde bize yardımcı mı olur yoksa intihar etmemizi engellemek için ortaya çıkmış düşünceler midir?
Dünyamızdaki insan sayısı 8 milyarı geçti. Araştırmalara göre dünyanın yaşı 4,543E9 yani (4,54×109) yıl olduğuna göre bu küreden sıfırların hesaplanamayacağı kadar insan geçmiş diyebiliriz. Bu geçen insanların içinden kaç kişinin adı hala günümüzde bilinmekte?
Bu dünyadan ne âlimler, firavunlar, peygamberler, rahipler, piskoposlar, bebekler, kadınlar, adamlar, gençler ve yaşlılar geldi geçti.
Bunca insan niye bu dünyadan geçtik, geçiyoruz ve geçeceğiz? Neden bunca düzen, kural, yaşanmışlık, yaşanacaklık…? Ve neden bunca nedenler?
Doğduğumuz andan itibaren sanki biri bizi bir soru çukuruna attı. Bize de sadece bir kalp ve bir akıl bıraktı. Bunları kullanarak bu çukurdan çıkabilirsin dedi ve gitti. Biz de çukurda olduğumuzun farkına hemen varamadık, içinde olduğumuz hayatı sorgulama gereği duymadık ama bu çukur bizi tatmin etmemeye, aklımıza ve kalbimize dar gelmeye başlayınca dahasının olacağını düşünmeye başladık. Bu çukurun dışında bir şeyler olmalıydı. Hayat bu çukurdan ibaret olamazdı. İlk aklımıza gelen şey buraya nasıl geldiğimiz oldu ve de sonumuzun nasıl olacağı.
Aklımıza öyle şeyler geldi ki, maymundan gelmiş olmak, tüm canlıların bir pıhtıdan oluşmuş olması gibi daha nice varlığımızı ispatlama teorileri.
Bir şekilde var olduğumuzu ve olacağımızı anladıktan sonra kendimiz için bu defa komplo teorileri üretmeye başladık. Geçmiş insanların bu çukurda yok olduğu gibi bizim de yok olacağımıza ya da ruhumuzun hayvanlara falan aktarılacağına dair birçok teori.
Hiçbir teori bizi tam olarak tatmin etmedi. Şunu kaçırıyorduk aslında, şu iki ana soruyu;
“Nerden geldik ve nereye gidiyoruz?”
Asıl soruları cevaplamak için birçok soru sorduk. Ama hala asıl soruların cevabından emin olamadık.
Dünyanın yaşından, MÖ ve MS hayatın evrelerine, icatlarına, kaç yıl hangi imparatorluk tarafından yönetildiğine kadar gelişigüzel bir ton soru cevaplandı. Fakat asıl sorular cevaplanmadı. Çünkü soruları her seferinde yanlış yerlere sorduk. Doğru soru sormak kadar, soruyu doğru yere sormak da çok önemlidir. İşte bu soruların cevabı bilimde değil; mantık ve akıl da bu sorunların üstesinden gelemiyor.
Bilim, insana maymun dedi; bunu insan aklı kabul etmese de etmiş gibi yaptı. Belki de zihnindeki soru sayısını azaltmak içindi. Ama toprağın altına girip yok olmayı, bunca yaşanmışlığı, daha hayata neden gelmiş olduğunu anlamadan hayatının son bulduğunu kabul edemiyor ki akıl. Hatta hem akıl hem de kalp. Bunca yaşanmışlığın bir karşılığı olmalıydı. Yapılan iyilikler ve kötülükler dünyanın adaletine bırakılmamalı. Çünkü dünyanın adâleti yeterince âdil değil. Bu dünyanın adâletini kabul etmek istemeyen akıl ve kalp başka bir dünyanın adaletine sarılmaya ihtiyaç duyuyor. Bu da dinleri devreye sokuyor. Ve dinlerin çoğu başka bir dünyanın varlığını yani ahireti kabul ediyor. Bu defa dinleri araştırdıkça aklın doyup kalbin doyamadığı eksik kalmış bölümlerin doymaya başladığını hissediyorsunuz. Araştırdıkça kalp ve akıl ortak çözümler buluyor. Nihâyetinde bunca imtihan, acı, soru, kötülük, adaletsizlik içinden karşınıza şu ayet çıkıveriyor; “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekte sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz derler.’’(Bakara,155-156)
Sonunda bir şeyler netleşmeye başlıyor: Bizi çukura bırakan, bize sadece aklı verseydi bu boşluklar hep boşluk kalacaktı. Kalp ile beraber verdi ki, akıl ile birleştiğinde boşluklar dolsun. Zaten sadece aklımızı kullanmamızı isteseydi, kalbi akla yoldaş etmezdi. Kalp ruhun ihtiyaçlarını; akıl ise bedenin ihtiyaçlarını karşılamak için bizimle beraber bu çukurda ve her gelenle beraber bu çukurda kalmaya ve aklımızdaki soruların cevabını bulmaya yardım edecek.
Nerden gelip nereye gideceğini bilen insanlar bu çukurda kalıcı izler bırakmışlardır. Fakat bunu bilmeyenler ise izler bırakmışlar ama bu izler güzel izler değil, bilakis gelecek nesillere ibret niteliğindedir.
Bu iki sorunun cevabını bulmak; hayata ve yaşamaya olan bakış açımıza yön verecektir. Bunca kaosun içinde yalnız olmadığımızı anlayacak, güzel insanların peşinden gidip güzel işler yapacağız. Neticede sonu olmayan bir hayat için bu çukura bırakıldığımızı; çukur böyleyse çukurdan çıkmanın nasıl büyük bir zevk vereceğini anlayacağız. Nihâyetinde gerçeği anladığımızda biz yaşamayı yaşamaktan saymayacağız belki de…
Göklerden geldim, hayretim sensin
Geceden gündüze devletim sensin
Kendinden saymıyor yaşamak beni
İbrahim olsam da milletim sensin.
(İbrahim Tenekeci)