Birçoğumuzun, bayramla ilgili önemli hatıraları vardır ve bu bayramlar genellikle unutulmazlardandır. Bayram demek, çocuklar için oyun, eğlence demek, ziyaretler demek, hediye demektir. Bayramlardaki harçlıkları da unutmamak gerek. Başka? Bir de yeni ‘Bayramlık’ kıyafetlerin görücüye çıkmasıdır. Eskiden (alım gücünün az, çocukların çok olduğu dönemler) çocuklar bayramlık kıyafet ve ayakkabılarını ya yastıklarının altına ya da yataklarının yanına koyarlardı ki erişimi kolay olsun. Şimdi bu gelenek yıkılmış, yerini başka anlayışlara bırakmış. Yine de bayram heyecanı aynı heyecan, beklentisi aynı beklenti, coşkusu aynı coşkudur çocuklar için.
Çocuklarımıza bayramların ne anlama geldiğini, hangi misyonları taşıdığını, bayramlardan ne anlamamız gerektiğini açıklamamız gerekir ki çocuklarımız bayramın sadece bir eğlence ve tüketim kültürü olmadığını anlasınlar. Özellikle Kurban Bayramı’nda – ki bu bayramda kurban kesmeden dolayı çocukların korku ve çekinceleri oluşabilir- kurbanın dini boyutunu, kurbanın hayvanları telef etme yarışı olmadığını, Allah’a hediye sunma olduğunu uygun bir dille anlatmak gerekir. Hele hele Hz. İbrahim’in (a.s) tavrını ve Hz. İsmail’in (a.s) sabrını çok iyi belletmek gerekir. Bir çocuk olan İsmail (a.s) “nasıl teslimiyet göstermiştir ve dünya var oldukça insanlık arasında ismi nasıl yaşayacaktır” duygusu çocuklarımızın hafızasında yer edinmelidir. Hz. İsmail’in (a.s) hayatını anlatırken işin hikâyesinden ziyade Allah’a olan teslimiyeti ve itaati, sabrı, sonra da Allah’ın ona (a.s) verdiği mükâfatı çocuklarımıza belletmek daha yerinde olacaktır. Şehit Üstat Seyyid Kutub, Saffat suresi 101-103. ayetleri tefsir ederken bıçağın keskinliğinden, taşı bile ikiye böldüğünden kısacası kurban merasiminden bahsetmez. Daha çok İbrahimce tavır, İsmailce sabır ve teslimiyet üzerinde durur ki bizim de çocuklarımıza bunu aşılamamız lazım gelir. Zikredilen ayetlerin tefsirinde:
“Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik.”
Şimdi biz zihnimizde yapayalnız, bir başına bütün yakınlarından ve ailesinden kopmuş ve hicret etmiş olan İbrahim’in sevincini canlandıralım. Rabbinin “uysal” diye nitelediği bu “oğul” müjdesi ile ne kadar sevindiğini bir düşünelim. (…)
“Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince İbrahim ona; `Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?’ Çocuk; `Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.”
Aman Allah’ım! Bu ne hoş bir iman, itaat ve teslimiyettir! Bu, ailesinden ve yakınlarından kopmuş, toprak ve vatanından hicret etmiş bu yaşlı İbrahim, işte bu kişiye ihtiyarlığında kendisine bir oğul veriliyor. Uzun zamandır ümitle beklemişti onun gelmesini.
Tam oğluna alıştığında ve oğlu çocukluktan kurtulup da onunla birlikte koşma çağına eriştiğinde ve yaşantısında ona eşlik edebilecek çağa geldiğinde, ona tam alışıp bu biricik çocukla huzur bulduğu anda rüyasında oğlunu boğazladığını görür. Bu rüyanın Rabbinden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anlar. Sadece bir işaret… Açık bir vahiy değil, direkt bir emir de değil. Ancak Rabbinden bir işaret… İşte bu yeter. Uymak ve boyun eğmek için bu yeterli. İtiraz etmeden, “Ya Rab! Biricik çocuğumu niçin boğazlayayım” diye Rabbine sormadan itaat için bu yeterli. İbrahim bu isteğe can sıkıntısı içinde uymuyor. Gönül huzursuzluğu içinde boyun eğmiyor. Asla! Tutumunda görülen kabul, hoşnutluk, iç huzuru ve sükûnettir. Bütün bunlar, korkunç durumu acayip bir iç huzuru ve sükûnetle oğluna açtığı sözlerinde görülüyor: “Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?”
(..) Durum gerçekten zordur. Kendisinden biricik oğlunu savaşa göndermesi istenmiyor. Ondan oğlunun hayatına mal olacak bir şeyi oğluna emretmesi de istenmiyor. Ondan bu işi bizzat kendisinin yapması isteniyor. Bizzat neyi yapacak? Oğlunu boğazlayacak.
(…) Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edilen çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka yükselmekte. Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle kabullenmekle kalmıyor, fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla karşılıyor. “Babacığım!” Bu sözde sevgi ve yakınlık var… “Boğazlanma” durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önceden hissediyor. Rüyanın işaret olduğunu hissediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun farkında. Bu kadarı tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah’a karşı edeptir. Bu, kendi gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne karşı Rabbinden yardım dilemektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü asıl verenin Allah olduğunu bilmektir. Ne hoş bir iman ne şerefli bir itaat ve ne büyük bir teslimiyettir bu!
“İkisi de Allah’a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca”:
(…) Durumları apaçık ortaya çıkıyor. İkisi birden teslim olmuşlar. İşte “İslâm” budur. İslâm’ın aslı budur. Güven, boyun eğme, iç huzur, hoşnutluk, teslimiyet, uygulama… İkisinin birden içlerinde sadece bu duygular var. Ancak büyük imanın doğurduğu bu duygular.
(…) Böylece imanın gerçek yüzü, itaatin güzelliği ve teslimiyetin büyüklüğü için bir meşale olarak yükselen bu büyük olayın anısı olmak üzere, kurban kesme geleneği devam etmektedir. İslâm toplumu, bu olayı inceleyip dinine uymuş oldukları, soyuna ve inanç sistemine mirasçı oldukları babaları İbrahim’in gerçek kimliğini tanır. Akidenin üzerinde durduğu veya dayandığı asıl karakterini kavrar… Akidenin asıl karakterinin hoşnutluk içinde güvenle ve O’nun çağrısına uyarak Rabbine “Niçin?” diye sormadan, O’ndan ilk işaret ve ilk emir gelir gelmez O’nun iradesini gerçekleştirmede hiç tereddüt etmeden, nefsinde kendine hiçbir pay çıkarmadan, Rabbine sunacağı şeyin “metot ve şekli”nin seçimini kendi yapmaksızın, Rabbi kendisine nasıl sunulmasını istiyorsa öyle davranarak “Allah’ın takdirine teslimiyet” olduğunu öğrenir…
Sonra İslâm toplumu, bu olayı inceleyerek, Rablerinin “imtihan”la kendilerine azap vermek ve “bela” ile canlarını yakmak istemediğini, O’nun asıl hedefinin kendisine boyun eğerek, çağrısına uyarak, ahdine vefa göstererek ve görevini yaparak, O’nun huzurunda ne ileri giderek ne de gevşek davranarak “teslimiyet içinde huzuruna gelmek” olduğunu öğrenir… Onların bu konudaki samimiyetleri belli olunca, canlarını feda etmekten ve acı çekmeden bağışlayacağını, sözlerini yerine getirmiş, görevlerini yapmış kabul edeceğini, yaptıklarını kabul edeceğini öğrenirler… Kendi yerlerine bedel kabul edip, canlarını kurtaracağını, babaları İbrahim’e ikram ettiği gibi onlara da ikram edeceğini öğrenirler.” 1
Yazar Aydın Ünal, çocukluğunun kurban merasimini çok güzel bir şekilde ifade eder: “O muhteşem manzarayı izlerken (kurbanın kesilme manzarasını kastediyor), ne çocuk ruhumuz incinir ne korkar ne ürkerdik. “Travma” gibi süslü, modern kavramların olmadığı zamanlardı. Annelerimizin anlattığı İbrahim-İsmail hadisesi gözlerimizin önünde canlanırdı. O tarifsiz manzaraya şahit olduğumuz için kalbimize merhamet dolardı. O bıçağın boğaza değdiğini, o kanın fışkırdığını, o canın çıktığını gördüğümüz için hayatın, ölümün, teslimiyetin, cömertliğin, fedakârlığın, ama en çok da merhametin manasını, kıymetini anlardık. Dünyanın bütün mazlumlarını anlardık o anda; ölen çocukların acısını hissederdik, yavrusunu yitiren annenin, babanın yürek halini kuşanırdık. Zulme ve şirke direnişin, itirazın ve isyanın peygamberi Hz. İbrahim’in Rabbine itaatini; Hacer’in biricik oğlu İsmail’in babasına ve Rabbine uysallıkla teslimiyetini kavrardık.
Kurbanın kanı toprağa fışkırırken, biz küçücük çocuklar, tam da o anda, büyür, olgunlaşırdık. Bir kurban Rabbine yaklaşırken, biz de küçük yüreklerimizde büyük yolculuklara çıkardık.” 2
Bu duyguları bizim de çocuklarımıza aşılamamız gerekir. Bundan sonra Hz. İsmail (a.s) ve kurban olayı birebir gerçekleşmeyecektir ama biliyoruz ki ümmetin İsmailleri Mısır’da darağacında kurban edilmektedirler, Filistin’de zindanlarda çürümektedirler, Suriye’de açlık ve işkenceden can çekişmektedirler, dünyanın birçok yerinde birçok İsmail kurban edilmektedir. Bir gün bizim İsmaillerimize de sıra gelecektir. İsmaillerimizi bu şartlara hazırlamalı ve bu bilinci vermeliyiz. Şehit Abdullah Azzâm’ın Müslüman analara vasiyet ettiği gibi: “Çocuklarınızı ağır şartlara, yiğitliğe, kahramanlığa ve cihada alıştırınız. Bu esaslar üzere eğitiniz. Evleriniz arlan inlerini andırsın. Tağutlar tarafından boğazlansın diye, yiyip semiren tavukların kümesi olmasın.” diye çocuklarımıza İsmail olmayı öğretelim.
Bayramlarda çocuklarımıza en güzel elbiseleri giydiriyoruz. İsmail de en güzel elbiselerini giyerek kurban olmaya gitmişti. Bizim tavır ve teslimiyetimiz ile çocuklarımızın teslimiyeti ve sabrı İbrahimî ve İsmailî olmalıdır. Yüce Rabbe tam teslim olmadan ne Halil olan İbrahim’i ve ne de Halîm olan İsmail’i anlayamayız.
Kaynakça
1) Fî-zilâli’l-Kur’ân, c. 8, s. 509-510 2) Aydın Ünal, Yeni Şafak, Çocuk ve Kurban, 28 Ağustos 2018.