Hayatın tümünü Allah’a adayabileceğimiz bir kurban, hem de en iyisinden ve gerektiğinde bize verilenin hepsini verebileceğimiz bir kurban…

Kurban yaklaşmak ve yakınlaşmaktır. Kurban geniş anlamıyla bizi Allah’a yaklaştıracak, yakınlaştıracak, yakınlaşmaya vasıta olacak her şeydir. Özelde ise kurban ibadet niyetiyle özel bir zamanda kesilen hayvana ve yapılan işe verilen addır.

“Kurbanın dini hükmü nedir? Kurban kesmenin hikmetleri nelerdir? Kurban kesmek kimlere farzdır? Kurban kesilecek hayvanların özellikleri neler olmalıdır? Hangi hayvanlar kurban edilebilir? Hangi kurban kabul edilir?” gibi sorulara bu yazıda cevap bulmaya çalışmayacağım. Bu yazıda inşallah bizi Rabbimiz, Hâlikımız, Mâlikimiz Allah’a yakınlaştıracak bütün vasıtaları kurban edebilmenin yollarını aramak, bulmak ve adamaktır. Onun için diyoruz ki kurban adamak, adanmaktır.

Kurban Allah’a Adanmaktır

De ki; “benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben Müslümanların ilkiyim.” (En’âm, 162, 163)

Bu, kalpteki her çarpıntıda, hayattaki her harekette, namazda, ibadette, hayatta, ölümde, kulluk davranışlarında, pratik hayatta, ölümde ve onun ötesinde eksiksiz bir şekilde Allah için her şeyden soyutlanmadır.

Bu, mutlak tevhitten ve eksiksiz kulluktan kaynaklanan bir tespihtir. Allah’ı eksikliklerden uzak saymadır. Namazı, ibadeti, dirimi ve ölümü birleştirip tek başına Allah’a özgü kılmadır. “Tüm varlıkların Rabbi olan Allah’a…” Âlemlerin üzerinde eksiksiz otorite ve egemenlik sahibi, eğiten, yönlendiren ve hükmeden Allah’a… Tam bir teslimiyetle, gönülde ve hayatta Allah’tan başkasına kulluk eden bir şey bırakmadan…” Vicdanda ve realiteler dünyasında O’na kulluk yapmaktan başka bir şeye yer vermeden… “Bana böyle emredildi.” Ben de duydum ve itaat ettim. Dolayısıyla “Ben Müslümanların ilkiyim.” (1) Müslümanın yeryüzündeki varlığı işte bu olmalı, kendisini yeryüzüne göndereni unutmamak, yeri ve zamanı geldiğinde yine Rabbine, Rabbinin verdiği şeyleri Rabbinin razı olacağı şekilde vermek olmalıdır. Hayatı Allah’a adamak, hayatta sahip olduğu değerleri Allah’a sunmak demektir, kurban.

Kurban, İbrahim (a.s) gibi sadece Allah rızası için malını misafire, bedenini ateşe ve oğlunu kurban eden bir önderi olduğunu unutmamaktır. Zor dediği şeyleri öncekilerin nasıl kurban verdiklerini hatırlamalı ve öyle yaşamaktır.

İnsanın sahip olduğunu sandığı bir zamanı, bir bedeni, elindeki eşya ve imkânları ve bir de içinde yaşadığı dünyasıdır. Aslında hiç birisine de sahip değildir. Yaşadığı zamanı durduramıyor, bedeninin yaşlanmasına engel olamıyor, elindeki eşya ve imkânların değişimine bir şey yapamıyor çünkü bunlar emanettir. Emaneti, emanet sahibinin istediği gibi kullanmanın adıdır, kurban.

Zamanını, yani emanet edilen zamanı, Emanet sahibi Allah’ı unutmadan kullanmak ve Allah’a yakınlaşmak için harcamanın adıdır, kurban.

Bedenini, bedendeki organlarını yani gözünü, kulaklarını, dilini el ve ayaklarını sevginin merkezi kalbini Allah için Allah adına Allah’ın istediği şekilde kullanmaya çalışmanın adıdır, kurban.

Benimdir, dediğimiz mal, makam, şan, şöhret, servet, arabamız, evlerimiz, eş ve çocuklarımız, adımız, ırkımız, bunlar ve her şey dünyada bizlere sunulan nimetlerdir. Bu nimetleri veren asıl sahibi olan Allah’ı bilmek, O’na yakınlaşmak için harcamak, kullanmak, sevmek, eğitmek, korumak, sahip çıkmanın adıdır, kurban.

Ve bunları yapanın, yaşayanın adıdır, Müslüman.

Müslüman imanı, ilahi naslara bağlılığı, ibadetlere olan düşkünlüğü, davranışlarının güzelliği, doğruluğu, İslâm’ın hâkimiyeti için çalışması, fedakârlığı, ikramı, infakı samimiyeti, ihlası, ihsanı oranında Allah’a yakın olur. Allah’a olan bağlılığın bu şekilde ortaya çıkmasının adıdır, kurban

Kurban Teslimiyettir

“Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince ona; “Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin? Çocuk; “Babacığım sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” dedi. İkisi de Allah’a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca. (Saffat, 102, 103)

Aman Allah’ım! Bu ne hoş bir iman, itaat ve teslimiyettir! Bu, ailesinden ve yakınlarından kopmuş, toprak ve vatanından hicret etmiş bu yaşlı İbrahim, işte bu kişiye ihtiyarlığında kendisine bir oğul veriliyor. Uzun zamandır ümitle beklemişti onun gelmesini. Bu çocuk dünyaya gelince, Rabbinin “uysal” diye nitelediği meziyete sahip bir “oğul” olarak dünyaya geliyor. İşte İbrahim’i izliyoruz.

Tam oğluna alıştığında ve oğlu çocukluktan kurtulup da onunla birlikte koşma çağına eriştiğinde ve yaşantısında ona eşlik edebilecek çağa geldiğinde… Evet, İbrahim ona tam alışıp bu biricik çocukla huzur bulduğu anda rüyasında oğlunu boğazladığını görür. Bu rüyanın Rabbinden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anlar. Niçin? Tereddüt etmez. Aklına itaat ve teslimiyetten başka bir şey gelmez? Evet, bu bir işarettir. Sadece bir işaret… Açık bir vahiy değil, direkt bir emir de değil. Ancak Rabbinden bir işaret… İşte bu yeter. Uymak ve boyun eğmek için bu yeterli. İtiraz etmeden, “Ya Rab! Biricik çocuğumu niçin boğazlayayım” diye Rabbine sormadan itaat için bu yeterli. Fakat İbrahim bu isteğe can sıkıntısı içinde uymuyor. Sabırsızlık göstererek teslim olmuyor. Gönül huzursuzluğu içinde boyun eğmiyor. Asla! Tutumunda görülen kabul, hoşnutluk, iç huzuru ve sükûnettir. Bütün bunlar, korkunç durumu acayip bir iç huzuru ve sükûnetle oğluna açtığı sözlerinde görülüyor.

“Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?”

Bu sözler sinirlerine hâkim, yüz yüze geldiği emrin hak olduğundan emin, görevini yaptığına güvenen bir insanın sözleridir. Aynı zamanda bu sözler, karşılaştığı emir kendini korkutup da acele ve telaşla bir an önce ondan kurtulmaya ve işi bitirmeye çalışan ve işin sinirlerinin üzerindeki baskısını atıp rahata ermeye çabalayan bir kimsenin sözleri değildir.

Durum gerçekten zordur. Bunda hiç şüphe yoktur. Kendisinden biricik oğlunu savaşa göndermesi istenmiyor. Ondan oğlunun hayatına mal olacak bir şeyi oğluna emretmesi de istenmiyor. Ondan bu işi bizzat kendisinin yapması isteniyor. Bizzat neyi yapacak? Oğlunu boğazlayacak. O bununla birlikte emri bu şekilde karşılamakta, oğluna bu teklifi götürmekte, oğlundan kendi durumunu iyice düşünmesini ve bu konuda görüşünü bildirmesini istemektedir.

İbrahim Rabbinin işaretini yerine getirmek için oğlunu aldatmaya başvurmuyor. Aksine, oğluna bu emri alışılmış bir emir gibi sunuyor. Zaten bu emir, İbrahim’e göre diğer emirler gibidir. Rabbi istiyor… Rabbinin istediği olsun. Baş ve göz üstüne… Oğlu bunu bilmeli. Emri zorla ve mecbur ederek değil itaat ve teslimiyet içinde kabullenmeli. Böylece o da itaatin karşılığını elde etmeli, o da teslim olmalı ve teslimiyetin tadını tatmalı. İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor. Kendisinin görmüş olduğu hayrı, dünya hayatından daha baki ve daha kazançlı olan hayrı o da elde etsin istiyor. Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edilen çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka yükselmekte.

“Çocuk, ‘Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle kabullenmekle kalmıyor fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla karşılıyor. “Babacığım!” bu sözde sevgi ve yakınlık var… “Boğazlanma” durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. “Sana emredileni yap.” Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önceden hissediyor. Rüyanın işaret olduğunu hissediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun farkında. Bu kadarı tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah’a karşı edeptir. Bu, kendi gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne karşı Rabbinden yardım dilemektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü asıl verenin Allah olduğunu bilmektir.

“İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, dedi.” Oğul, kahramanlık, cesaret gösterisine kalkışmamış, umursamaksızın tehlikeye atılmamıştır. Kendi şahsında ne gölge ne hacim ne de bir ağırlık görmemiştir. Bütün yaptığı, kendisinden yüce Allah’ın dilemiş olduğu şeylere, Allah’tan yardım görmüşse ve ona sabır gücü vermişse bütün üstünlüğü Allah’a bağlamaktır. “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” Allah’a karşı ne güzel bir edeptir bu! Ne hoş bir iman ne şerefli bir itaat ve ne büyük bir teslimiyettir bu!

İlahi sahne burada söz ve diyalogdan sonra bir adım daha atmaktadır. Emrin uygulanması adımını atmaktadır.

İkisi de Allah’a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca…

Bir kez daha, insanoğlunun adet edindiği şeylerin arkasından itaatin şerefi, imanın büyüklüğü, hoşnutluğun iç huzuru yükselmekte. Baba gidiyor, oğlunu şakağı üzerine yatırıp hazırlıyor, oğul teslim olmuş, yüz çevirmiş olmamak için kıpırdamıyor. Durumları apaçık ortaya çıkıyor. İkisi birden teslim olmuşlar. İşte “İslâm” budur. İslâm’ın aslı budur. Güven, boyun eğme, iç huzur, hoşnutluk, teslimiyet, uygulama… İkisinin birden içlerinde sadece bu duygular var. Ancak büyük imanın doğurduğu bu duygular.

Bu, cesaret ve kahramanlık değil. Atılganlık ve cüret değil. Savaş meydanında mücahit atılganlık yapabilir, ölürler ve öldürülürler. Bir fedai artık dönmeyeceğini bile bile atılganlık yapabilir. Fakat bütün bunlar başka, İbrahim ile İsmail’in burada yaptıkları şey başkadır. Ortada ne akan kan vardır ne itici kahramanlık ve ne de geri dönme ve acizlik korkusu. Gizli olan acele ile atılganlık vardır. Bu ancak bilinçli, şuurlu, yönelen, arzu eden, ne yaptığını bilen, olup bitene karşı iç huzuru taşıyan bir teslimiyettir. Hayır, hayır! Aksine ortada, sakin bir hoşnutluk, tadı müjdelenmiş bir itaat ve onun hoş lezzeti vardır.

İşte burada İbrahim ve İsmail görevlerini yerine getirmişlerdi. Emir ve teklifi uygulamışlardı. Artık geriye, İbrahim’in İsmail’i boğazlaması, kanını akıtması ve canını alması kalmıştı. Bu da yüce Allah’ın ölçüsünde hiçbir şey ifade etmezdi. İbrahim ve İsmail o ölçüye Rablerinin kendilerinden istemiş olduğu bütün ruhlarını, azimlerini ve duygularını koyduktan sonra bunun bir değeri yoktu.

İmtihan bitmişti. Gerçekleşmişti. Sonuçları ortaya çıkmıştı. Hedefleri gerçekleşmişti. Geriye sadece bedensel bir acı eksik kalmıştı. Sadece kan akmamıştı. Kesilmiş bir ceset yoktu. Allah’ın imtihan etmekteki hedefi insanların canını yakmak değildi. Onların kanlarından ve cesetlerinden bir beklentisi yoktu. Kullar Allah’a samimi olduklarında, bütün benlikleri ile görevlerini yapmaya hazır olduklarında o görevi yerine getirmiş olurlar. Teklifi gerçekleştirmiş olurlar ve imtihanları başarı ile vermiş olurlar.

Yüce Allah İbrahim ve İsmail’in doğruluklarını bilmişti. Böylece onları görevlerini yapmış, gerçekleştirmiş ve doğru olmuş saydı.” (2)

Bu manzara karşısında durup düşünmek lazımdır.

Biz bugün bizden istenilen şeyleri kurban edebiliyor muyuz?

Bu inancı ve teslimiyeti göstere biliyor muyuz?

Evet, kurban İbrahim’i ve İsmail’i bir iman, bir ibadet ve bir teslimiyettir. Kurban Allah’a, teslim olmak, O’na olan bağlılığın canlı ifadesidir. Biz son tahlilde her şeyimizle Allah’a aitiz. Allah için varız. Alabileceğimiz en büyük ders budur. Yani duygularda, düşüncelerde, davranışlarda teslimiyet, kısaca Müslüman teslim olandır.

Kurban ve Takva İlişkisi

Bugün kurban anlayışı bir yaşamın olmayışı veya eksik ve az oluşu kanaatimce takva anlayışının kaybedilmesidir. Hayatı Allah’a kurban olma anlayışıyla yaşamanın ve kabulünün ilk şartı takvadır. İbadetlerin kabulünün tek şartı takvadır. Nedir takva?

Takva, hayatın bütün görüntülerinde Allah’ı razı etmeye çalışmanın adıdır.

Takva; Korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahtan kaçınmakta, Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme. Allah’ın himâyesine girmek, emrini tutup azabından korunma anlamında Kur’ânî bir terim. (3) Takva Allah’tan yine Allah’a sığınmadır.

Takvayı destekleyen, güçlendiren kaynak İhsan’dır. İhsan Allah’ı görüyor gibi hareket etmektir. Biz Allah’ı göremesek de Allah’ın bizi gördüğünü, bildiğini bilerek inanarak yaşamaktır. Bu da bizi takvalı bir hayat yaşamaya sevk eder. Takvalı bir hayatın yaşanması bizleri ihlasa, İhlas ise hayatı Allah’a kurban olarak yaşamaya götürür.

Son olarak kurban ibadeti, kurbanî bir yaşam, sadece bize fayda sağlamaz, ailemize, komşularımıza, akrabalarımıza hatta bütün insanlığa fayda sağlar. Sadece Müslümanlara fayda sağlamaz, kâfirlere ve diğer inanç sahiplerine de fayda sağlar. Müslümanlara dünya ve ahirette fayda sağlarken, diğer insanlara da dünyada fayda sağlar.

Ölüm size gelinceye kadar Rabbinize kulluk ediniz. Ölüm sizi buluncaya kadar Allah’a kurban olma anlayışıyla yaşayın ve yarışınız. Siz hayatta Allah’a kurban olarak yaşamaya, teslim olmaya, İhsan’la takvalı yaşamaya niyet ettiğinizde İbrahim ve İsmail efendilerimize koçlar geldiği gibi emin olun bize de gelecektir.

Kaynakça:                                                                                          

1) Fî-zilâli’l-Kur’ân Tefsiri. 2) Fî-zilâli’l-Kur’ân Tefsiri. 3) Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Takva Maddesi.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?