Genel anlamda küresel bir fesat ile karşı karşıya olan insanlık, ‘’kimse yok mu’’ çığlıkları atmaktadır. Oyunun bir parçası olanın da kendisine oyun oynananın da kurtarılmayı beklediği bir labirentin içinde dönüp dolaşmaktadır insanlık. Aynı geminin yolcuları olan bizler, batma tehlikesiyle karşı karşıya olan bu geminin batışını vurdumduymazlık, boş vermişlik ve nemelazımcı bir karaktere bürünerek izleyemeyiz. Materyalist, seküler yaşam tarzının sonucu olarak ortaya çıkan bireyci, çıkarcı, sadece kendisi için yaşamayı düşünen kafalar, toplumun insanlık enkazı olmasına ancak seyirci ve yorumcu olmaktadır.
Garip bir sendromun içindeyiz. Cinnet geçiren bir toplum ve bu cinnetin birebir şahidi olan bizlerin ‘’adam aldırma da geç’’ sorumsuzluğu… Nasıl düzelecek bu toplum, nasıl bitecek bu insanlık dramı, esaret altındaki beyinler, sefalet içindeki hayatlar nasıl kurtulacak? Bir yığın sorudur, kurcalıyor zihinleri! Ateşin kenarında olan toplumun ıslahı konusunda nerdeyse herkes hemfikir; ama iş kolları sıvayıp çalışmaya gelince Timur’un fillerinden rahatsız olan ahalinin, Nasrettin Hoca’yı yalnız bıraktığı gibi yalnız bırakıyoruz çaba içinde olan davetçileri…
Dünyanın değişik coğrafyalarında Müslümanların yaşadığı trajedilere yardım kolileri hazırlayıp kortejler halinde göndermek, İslam âlemindeki baskı ve zulme sessiz kalmayıp meydanlara inmek, Haçlı zihniyetinin saldırılarla harap hale getirdiği şehirleri imar etme seferberliği içerisine girmek, övülesi bir durumdur. Ancak vicdani bir terapi olan bu durum yine de asıl görevimiz olan toplumsal ıslah sorumluluğumuzu bize unutturmamalıdır. Anlık acıma duygularının ürünü olan fedakârlıklar, kötülüklere karşı gösterilen kısmi refleksler, zulüm ve baskıya karşı lanet okumalar, derde deva olacak adımlar değildir. Daha uzun soluklu bir heyecana, riskler alabilecek bir iradeye ve her şeyiyle kendisini toplumsal ıslaha feda edebilecek, adayabilecek fertlere ihtiyaç vardır.
‘’İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz’’ hitabına muhatap olan bizlerin, Allah’ın yüklediği misyonu unutup bir kurtarıcı beklemesi acizliktir. Bu acizlikten sıyrılmamız da; ancak ve ancak kendimiz için yaşamayı bırakıp başkası için kendimizi feda etme şuuruyla mümkün olur. Toplumun ne denli tahrip edildiği aşikâr… Müslümanların içinde bulunduğu müflis durum ortada… Düşmanların oyun, tuzak ve saldırıları meydanda… Peki, bu ahval ve şerait içinde, toplumu ıslah etme adına biz düşen görev ne?
1. YAŞAYARAK ISLAH ETME:
Islah çalışması, toplumları savaşmadan fethetmenin yoludur. Bir Müslüman yaşadığını anlatmalı, anlattığını yaşamalı ve yaşatmalıdır hayatında. Toplumun hatipler kadar; model bir yaşantı sürdürmeye çalışan erlere de ihtiyacı vardır. Şehid Seyyid Kutup şöyle der: ‘’Söylenen sözlerin etki bırakması, gerektiğinde onlar adına şehit olmaya bağlıdır. Uğrunda fedakârlıkta bulunulmayan davalar sönmeye mahkûmdur. Söylemlerini yaşatmak isteyenler, o uğurda kendilerini feda etmekten çekinmemelidirler.’’
Peygamber (s.a.s)’de şöyle buyurmaktadır: “Ben ümmetim için ne mü’min, ne de müşrikten korkarım. Mü’mini imanı korur, müşrik de şirkiyle bilinir. Tek endişe ettiğim kesim, amelleri olmayan, dil uleması münafıklardır.” (Münziri, et- terğib ve’t-tehib 1/67)
Biri, İbni Abbas’a gelip insanları Allah yolunda davet etmek istediğini söyleyince İbni Abbas, şu üç ayete dikkatini çekerim, sakın onlara muhalefet etme demiştir. “İnsanlara iyiliği emredip kendi kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 44) “Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz!” (Saf, 2) “Size yasak ettiğimi, kendim yapmak istemiyorum.” (Hud, 88)
Abdullah bin Mübarek’in Yahudi bir komşusu vardı. Eve getirdiği yiyeceklerden ona da ikram eder, onun çocuklarını gözetirdi. Bir süre sonra Yahudi komşusunun evine bir müşteri çıkar. Yahudi, bin dinarlık eve iki bin dinar isteyince müşteri: bu ev ancak bin dinar eder, diye çıkışır. Bunun üzerine Yahudi komşu: Doğrudur, ev bin dinar, İbni Mübarek’in komşuluk hakkı da bin dinar, der. Bunu duyan İbni Mübarek: Allah’ım ona İslam’ı nasip et, diye dua eder ve Yahudi komşusu bir süre sonra iman eder.
İslam’ın kendisinde vücut bulduğu Müslümanlar katı kalpleri, hasta ruhları ve çağın belalarına müptela olmuş hayatları ıslah ve ihya edebilir. Örneklik bedel ister, yorulmayı, risk almayı ve fedakârlığı gerektirir. İnandığının birer örneği olamayan şahsiyetlerin, insanlara inandıracak ne bir sözü, ne de bir davası olabilir.
2. FEDAKÂRLIK:
Bedeli ödenmeyen şeyi almak mümkün mü? Malını, zamanını, rahatını, gerektiğinde hayatını adamaya hazır olmayan bireylerin yükü omuzlaması düşünülebilir mi? Hiçbir şeyi “feda” etmeden “kar” elde etmek mümkün mü? Ama şu bir gerçek ki; “ne kadar iş, o kadar aş” misali, çevremizdeki her şey çaba ve gayretimiz oranınca ancak bir değişim gösterir. İşi parmaklarının ucuyla tutma ciddiyetsizliği, aman rahatım kaçmasın kolaycılığı, “bedenimizin ve ailemizin de bizim üzerimizde hakkı vardır” laf cambazlığı yaparak, Allah’ın üzerimizdeki hakkını ihmal etmekle yürütülecek hiçbir çalışma hedefine varamaz.
Toplumun ıslahı için çalışanların, kendine ayıracağı zamanı sınırlı olmalıdır. Başkası için yaşamalı, başkasının kurtuluşunda mutluluğu aramalıdır. Ailesi olmalı, kazancı için yorulmalı, didinmeli; ama o, kalbinde fedakârlığın bıraktığı ulvi haz ile yerin çekim kuvvetinden sıyrılıp yine de Allah’ın dini için koşturmalı. Fedakârlık, bir iksirdir… Fedakârlık, yetenekleri ve enerjileri ortaya çıkarır… Fedakârlık, zoru kolaylaştırır… Fedakârlık, mesafeleri kısaltır… Fedakârlık, bir furkandır, oturanla yürüyeni birbirinden ayırır…
Ebu Musa El Eşa’ari şöyle der: “Altı kişi olduğumuz halde Rasulullah sav ile birlikte bir gazaya çıktık. Bir devemiz vardı ve nöbetleşe biniyorduk. Derken ayaklarımız delindi ve tırnaklarımız düştü. Bizler ayaklarımıza çaput bağlayıp yolumuza devam ettik. Bundan dolayı bu gazaya “zatü’r-rika” gazası denildi” (Müslim) Evet, Peygamber sav ve ashabı Allah’ın dini uğrunda bu şekilde fedakârlıkta bulundu. Onlar da acı ve açlık çekiyordu, onların da bakacak aileleri, yaptıkları ticaretleri vardı. Onlar da cehalet içinde olan toplumdan eziyet ve işkence görüyordu. Ama onlar, Allah’ı razı etmek söz konusu olunca her şeyden vazgeçebiliyordu. “İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.” (Bakara, 207) Bu din böyle başladı ve yeryüzünde yayıldı. Bugün de; ancak ilk günkü ruhla hareket edenlerin omuzlarında yayılır ve yükselir.
3. MAZERETLERİN ARKASINA SIĞINMAMAK:
Ashap malının tamamını getirir, Rasulullah sav: Bir kısmını kendine ayır, buyururdu. Ashap zamanını Rabbine ram olmak için harcardı, Rasulullah sav: Kendine ve sevdiklerine de zaman ayır, buyururdu. Ashap mazereti olduğu halde cihada gitmek için koşardı da Rasulullah sav: Sen geri dur, diye buyururdu. İşte asr-ı saadet böyle yiğitlerin gayretiyle inşa edildi. Oysa bugünün Müslümanları, bir ömrün yetmeyeceği meşguliyet ve mazeretlerle dikilmekte karşımıza… Toplumun ıslahında görev alacakların bu meşguliyet ve mazeretlerini ortadan kaldırmak, neredeyse toplumun ıslahı kadar zor bir iş olarak önümüzde durmakta…
İhtiyaçların, istek ve arzuların, hobilerin insanı çepeçevre kuşattığı şu zamanda; Allah yolunda çalışma yapmak için müsait bir zaman arayışı içerisine girmek beyhude bir çapadır ve çoğu zaman kişi ruhunu teslim edinceye kadar müsait bir zaman oluşmamaktadır. Oysa bir ideali olan Müslüman, tüm bu meşguliyetlere rağmen imkân ve fırsatları oluşturan kişi olmalıdır. Hendek kazılırken ailesini, sağlığını mazeret olarak gösterenler Allah tarafından kınanırken “Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp duranlar, (geri kalmak için) senden izin isterler.” (Tevbe, 45); açlıktan baygınlık geçiren sahabeler müjdelenmiştir: “Allah’a ve ahiret gününe inananlar; mallarıyla, canlarıyla, cihad etmek(ten geri kalmaları) için senden izin istemezler. Allah, korunanları bilir.” (Tevbe, 44) Müsait zamanlar Müslümanlığı ile toplumu ıslah etme düşüncesi çok gerçekçi değildir. Allah’ın dinine ayıracak zaman bulma konusunda zorlanıyorsak; o halde Allah’ın dinine zaman ayırmamıza engel olan işlerimizde kısıtlama yoluna gitmeliyiz. Allah ayette şöyle buyuruyor: “Öyle kimseler vardır ki, bunları ne ticaret, ne de kazanma hırsı, Allah’ı anmaktan, namaza devamlı ve duyarlı olmaktan ve zekât vermekten alıkoyabilir. Onlar, kalplerle gözlerin dehşetle ters döneceği günden korkarlar.” (Nur, 37)
Ebu Derda, diğer sahabelerden daha sonra iman eden biriydi. O, sahabelerin birçok konuda kendisinden ileri olduğunu görünce ticaret yapmayı terk edip Allah’ın dinine yöneldi ve şunları söyledi: “Ticaretin haram olduğunu iddia etmiyorum; ama ticareti kendisini Allah’ın yolundan alıkoyan insanlardan olmak istemiyorum”
4. İHLÂS İLE YOL ALMAK:
Tezgâhının başında kendini paralayıp, “maksat dostlar pazarda görsün” hesabı, sosyal medya havariliği yapmakla olmuyor ıslah çalışmaları. Siyasi ve ticari kaygılar, itibar elde etme telaşı, makam, isim, avantaj elde etme gayreti, “desinler diye” yapılan amellerin sahibine bile hayrı olmuyor maalesef. Oysa Allah’ın elçi olarak gönderdiği her peygamber, kavmine: “Bu davetimiz karşılığında sizden bir ücret, bir karşılık beklemiyoruz” diye buyurmuştur.
Şeddad bin Evs anlatır: “ Bir gün Rasulullah sav’in ağladığını gördüm. Ey Allah’ın Resulü, niçin ağlıyorsun?’ diye sordum. Rasulullah sav: Ümmetimin şirke düşmesinden korkuyorum. Kuşkusuz onlar ne puta, ne güneşe, ne aya, ne de taşlara tapmayacaklar; ancak amelleriyle gösterişte bulunacaklardır.” (İbni Mace, Hakim) buyurdu.
Peygamber sav’in ağlayarak açıkladığı bu hakikati gördükten sonra niyetlerimizi sıkı bir takibe almalıyız. Sadaka veren zengin, ilim ehli bir âlim, canını ortaya koyan biri olmak yetmiyor. Yaptıklarımızla insanların gözüne ve gönlüne girmekle iş bitmiyor. Bir de Rabbimiz için ihlâsla yapmış olma şartı vardır. Aksi halde yaptığımız ameller başımıza dert olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Dıştan, Allah için çalışıyor gibi görünüp içten hesaplar içine girmenin, rant peşinde koşmanın, görünmeyen çıkarlar içinde olmanın Allah tarafından bilindiğini ve bu kötü durumun topluma da er geç ifşa edilebileceğini unutmamak gerekir.
Allah’ın dini salih Müslümanların eliyle yeryüzüne hâkim olacağına göre; yaptığımız çalışmaların bereketi ihlâslı Müslümanların varlığı ve çalışmalarıyla mümkün olacaktır. Manevi hastalıkların istila ettiği Müslümanların, toplumun sıkıntılarına, yolun meşakkat ve zorluğuna, nefsin ve şeytanın istek ve arzularına galip gelmesi oldukça zordur. Tökezlemenin, savsaklamanın, dökülmenin, işi yokuşa sürmenin, bahanelerin ardına saklanmanın en önemli nedeni de zaten bu hastalıklı haller değil midir?
Yaptığı çalışmaların zorluğuna katlanmanın ve yaptıklarından lezzet almanın sebebi, ihlâstır. Yıllar önce de olsa ihlâs ile yapılan işler ve ameller, bugün bile kalpte bir tatlı esinti oluşturmaktadır. “Heyecanımı kaybettim” diye serzenişte bulunan, toplumu ihya konusunda sorumluluk alacak takati olmayan Müslümanların, yeniden ihlâsı kuşanıp “vira bismillah” demesi gerekir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?