Etraf alabildiğine çöl ve çevrede hurma ağaçlarının yapraklarından tek tük evler… İleride üstü kumaşlarla kapatılmaya çalışılmış, bir sürü insanın alışveriş yapmaya çalıştığı bir pazar. Pazarın biraz gerisinde elinde bidonlarla kuyunun başında kimi deveyle kimi yalın ayak su sırasında bekleyen her yaştan hür, köle, kadın, çocuk, cariye, adam…
Kuyunun üç yüz metre ileri sağ çaprazında ise taştan, özenilerek yapılmış, etrafı putlarla çevrili, tertemiz, hınca hınç insanlarla dolu bir bina, Kâbe…
İşte her şeyin; insanlığın, hâkimiyetin, ahlakın, bilimin, direnişin ve dirilişin başladığı şehir Mekke…
Peygamberini (s.a.s.) ve davasını Mekkeli müşriklerin eziyetlerine rağmen canı pahasına korumaya çalışan, Peygamberi (s.a.s.) ve davası için dünyalık neyi var neyi yok her şeyi elinin tersi ile iten Mekkeli ashab, Muhacir…
Bu dirilişe önderlik eden Mekkeli Peygamber’i (s.a.s.) ve ashabını şehirden kovan Mekkeli müşrikler…
Davaları uğruna doğup büyüdükleri şehri, ailelerini, tüm anılarını geride bırakıp yeni bir başlangıç için yola çıkan ve davalarını yayacak bir merkez arayan Mekkeli Peygamber (s.a.s.) ve ashabına kol kanat geren dinin hamisi Medine Halkı, Ensar…
Mekkeli müşriklerin kendi şehirlerinden çıkardıkları Mekke halkına evini, malını, varını yoğunu teklif eden fedakâr ve gerçek kardeş Medine Halkı, Ensar…Huneyn savaşında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) etrafında kalan ve İslam’ın izzetini geri toplayan Ensar ve Muhacir…Hendek’te beline taş bağlayan, Tebük’te ayağına sargı saran ve ayak tırnakları düşen, Uhut’ta Peygamberine kalkan olan, Hudeybiye’de Peygamberinin elinin üstüne elini koyup biat eden, davaları için hayatları boyunca her yere ya yürüyerek ya deveyle bazen de atla günlerce hatta aylarca yol giden Ensar ve Muhacir… Dünyaya daha önce duymadığı ve bilmediği bir dini yayan, benimseten, inandıran ve yaşatan Ensar ve Muhacir… Sahâbe-i Kiram’dan sonra Tabiin ve Tebe-i Tabiin;
Peygamber Efendimiz yemedi diye bir yemeği yemeyen, Peygamber Efendimiz rahat bir yatakta yatmadı diye rahat bir yatakta yatmayan, en önemlisi de davasından hiçbir zaman hiçbir şartta taviz vermeyen bir nesil…
Onlardan sonra gelen birçok ilim, fikir, tasavvuf ve bilim adamı; İmam Gazali, İbn Sina, İmam Şafi, İmam Ebu Hanife, Aziz Mahmud Hüdayi, Ahmet Yesevi ve daha niceleri.
Bu nice dava adamları sadece eskilerde mi kaldı? Bu asırda bize örnek olabilecek, nasıl yaşamamız gerektiğini bize gösterebilecek dava adamı kalmadı mı?
Yakın tarihimizde, asrımızda, aramızda asırdaşımız olan ve Peygamber Efendimizi, ashabı ve onları örnek alanların yaşamını hayatında uygulamaya çalışan o kadar çok ilim, fikir ve dava adamı var ki: Hasan el-Bennâ, Mustafa Meşhur, Aliye İzzet Begoviç, Said Nursi, Seyyid Kutup, Sezai Karakoç, Mevdudi, Ömer Tilmisani, Muhammed Mursi, Zeynep Gazali, Malik el Şahbaz, Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan…
Ve adları yazılacak olsa sayfalarca hatta onlarca belki de yüzlerce kitap tutacak daha binlerce dava adamı var. Adını daha duymadığımız, bilmediğimiz ya da adlarının duyulmasını ya da bilinmesini istemeyen ve insanların arasında yaşayan Allah’ın nice veli kulları…
Hepsi tek bir gaye üzere yaşadı: “İslam davasını duymayan ve yaşamayan kalmasın.”
Adını dünyanın yeryüzünden silemediği, Allah’ın kimsenin silmesine izin vermediği bu isimler ve daha niceleri her zaman kendilerinden öncekileri örnek alarak yaşadılar.
“Asır değiştikçe Peygamber Efendimizi (s.a.s.) nasıl örnek alabiliriz? İslam’ı ilk günkü gibi nasıl yaşayabiliriz?” gibi birçok sorunun cevabını öncekilere bakarak buldular, araştırdılar ve asırlarını tanıyarak bu asrı aslında tanımadıklarını, tanıdıkları zamanın İslam’ın ilk yaşandığı Mekke ve Medine dönemi olması gerektiğini haykırdılar.
Önümüzde hayatıyla, yaşamıyla, giyimiyle bize örnek olacak binlerce önder var, onların önünde de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve ashabı vardı.
Bizden öncekiler davaları için yaşadılar. Hayatlarının merkezinden de davaları vardı. Geri kalan dünya hayatını bu davadan kalan zamanlara göre düzenliyorlardı. Dünyalık hiçbir işi de es geçmeden ve atlamadan gereğini bir Müslüman’a yakışır şekilde yerine getiriyorlardı.
Günümüzde gelişen teknoloji ile dünya küçük bir kasaba hâline gelmişken ve bizim insanlara ulaşmamız bu kadar kolayken biz neden kimseye ulaşamıyoruz?
Bizim örneklerimiz telefon, internet, uçak, araba vs. bu tür teknolojik aletlerin bulunmadığı ya da zor bulunduğu zamanlarda İslam’ın izzetini ve asıl dünyanın bu dünya olmadığını tüm dünyaya yayabilmişken bize ne oluyor ki tembelleşiyoruz, sessizleşiyoruz, bir kadavra gibi tepki vermekten kaçınıyoruz. Bizden öncekiler böyle susup oturmadı. İşkence görmekten korkmadılar, eski evlerde yıpranmış mobilyalarda oturmaktan korkmadılar, aç kalmaktan korkmadılar; ama İslam’ın tüm dünyaya yayılamamasından çok korktular ve hayatlarını buna göre düzenlediler.
Peki ya biz?
Dünyaya adımızı kalıcı olarak yazdırabilecek miyiz? Yoksa bu dünyadan göçüp gittiğimiz gibi ismimiz de bizimle hiç kimsenin haberi olmadan silinip unutulacak mı?
“(Ey Rabbim) Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!” (Şuarâ, 84)