İslâm dinindeki şehitlik, insanlığın en büyük beden devrimlerinden biridir. Bu şehitlik, kaybedeceği dünyalık hiçbir şeyi düşünmeden sadece Allah’ın rızasını elde etmek için girilen bir can pazarıdır. Bu pazarda mal, mülk, eş, çoluk, çocuk, sevgili, sözlü, nişanlı, kadın, erkek, genç, ihtiyar gibi hiçbir şey düşünülmez. Çünkü bütün bunların hesaba katılması, elde edilecek kârın geri tepilmesi anlamına gelir.
Allah insanlık için en güzel din olarak İslâm’ı göndermiştir. Bu dinin yayılması, ayakta kalması, zalimlerin tasallutundan insanlığın kurtulması için başvurulması gereken önemli yollardan birisi de şehadet yoludur. Bu yol son çıkış ya da çare olarak başvurulan bir yol değildir. Bu yola Müslümanlar en başta, daha henüz yola çıkarken girerler. Bu yola son bir çıkış yolu olarak başvurmak bu yolun ehemmiyetsiz olduğuna işaret edecektir. Oysaki şehitlik düşünülmeden yaşanan bir hayat, aslında yaşamaya değer bir hayat değildir. Böyle bir ölüm cahilin, cehaletin, ahmağın ölümüdür. Ölümünü şehadetle şanlı hale getiren bir Müslüman, şanlı bir destanın önemli bir kahramanı haline gelmiştir.
İslâm tarihine bakıldığı zaman şehadetin zamanları aşan, bütün çağlara hitap eden bir çağrı olduğu görülecektir. Hz. İdris, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Lut, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed gibi isimleri Kur’ân’da zikredilen büyük peygamberler hayatlarını her an şehit olacakmış gibi yaşamışlardır. Gün geçmemiştir ki, bu peygamberler davetlerinde şehadetle karşı karşıya kalmış olmasın.
Son peygamber, insanlığın en büyük değişim çığırlarından birini açan büyük lider Hz. Muhammed, Mekke ve Medine hayatının büyük bir kısmında sürekli şehadetle karşı karşıya kalmıştır. Mekke döneminde evinde, davetlerde, çarşıda, pazarda, panayırlarda yaşadığı birçok olay, o büyük peygamberin hayatını şehadete hazır halde yaşadığını göstermektedir. Hz. Muhammed’in Mekke döneminde iken Kâbe’de namaz kılmasını, evinde istirahate çekilmesini, ticaretinin başında bir yerlere gitmesini kim şehadetten uzak bir yerde düşünebilir. Öyleyse şunu iyi tefekkür etmek gerekmektedir: Hayat, ancak şehitliğe özlem duyulduğunda anlamlı ve yaşanabilir olur. Eğer insan bu hayatın içinde şehadetten korunmak, kaçmak, uzaklaşmak ya da şehadeti “atlatmak” için kendince aklî birçok tedbire başvuruyorsa kendisini yeniden sorgulaması gerekir. Biraz da “Evet şunu yaparsam şehit olurum; klas, şerefli, onurlu bir ölümüm olur, büyük bir destan yazarım.” diye düşünmek gerekir.
Şehit olmak için girişilecek yollar, üstlenilecek sorumluluklar da gerçekten değer eksenli olmalıdır. Mesela şehadet sadece Allah rızası için olmalıdır. Müslüman, Allah’ın dinini, hür ve şerefli bir Müslüman olarak yaşayabilmek için vatanını, memleketini, topraklarını, şerefinin bir parçası olan değerlerini, onur ve haysiyetini korumanın peşine düşmeli ve bunları korumak için bir an olsa bile gözünü ölümden sakınmamalıdır.
Hayat şayet şeref ve haysiyetin, Müslüman onurunun ayaklar altına alındığı bir hayatsa gerçekten yaşamaya değmez. Öyleyse burada çaba/cehd/cihat devreye girmelidir. Korkunun olmadığı, cesaretin öne fırladığı, planlı, programlı bir şekilde çocuklardan gençlere, kızlardan yaşlı ninelere, askerlik çağındaki delikanlılardan vefat etmek üzere olan piri fani ihtiyar yüreklere kadar Allah’ın Müslüman için önerdiği izzet ve şerefin sağlanması için elinden gelen maddi ve manevi bütün çabayı sarf etmenin peşine düşmelidir.
Bu cehdin şeklini, modelini ve biçimini Hz. Muhammed’in hayatına bakan herkes görecektir. Sahâbe hayatı da bu şanlı destanın parçalarıyla doludur. Bu modeli Ammâr b. Yâsir, Hz. Hamza, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hayatlarında en açık ve net şekliyle görmek mümkündür. Bunların yanında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in şehadetleri bugün hâlâ bizlere ışık olmaya devam etmektedir. Bu yol, öyle bir yoldur ki, şehitlerle aydınlatılmaktadır. Şehitlerle aydınlatılan bu yol, müreffeh ve onurlu şanlı geleceğin ve Müslüman dimağların yazacağı büyük destanın habercisidir.
Çağın ihtiyaçları, her zaman şehadete muvazzaf olarak beklemeyi gerektirmektedir. Bilinmelidir ki, Müslüman bir fert, şehadetinin ne anlama geldiğini bilmektedir. Bu anlam, dünyayı değiştirme çaba ve iddiasıdır. Öyle hafife alınacak, savsaklanacak bir yol değildir. Müslümanın yürüdüğü hak yolda ciddi olduğunun en büyük delili şehadettir. Düşmanlar, kâfirler ve hainler, Müslümanın bu yürüyüşüne baktıkları zaman onun ne kadar ciddi, kararlı olduğunu göreceklerdir.
İslâm’da anlam ve değeri dünyada ve ahirette en yüksek olan ölüm, şehit olmaktır. Bu öyle bir zaferdir ki, kutlaması cennette Allah’ın huzurunda yapılacaktır. Şehitlerin yüzü o gün güneş gibi aydınlıktır. Herkes bu şanlı şahsiyetin destanına tanıklık etmektedir. Onun tavrı da tekrar dünyaya gelmek, tekrar şehit olmak ve tekrar dünyaya gelmek, tekrar şehit olmaktır. Şehit, bu döngünün her daim devam etmesini dilemektedir.
İslâm tarihinin en büyük şehadet özlemcilerinden biri Selâhaddîn-i Eyyûbî’dir. Onun kâfir Haçlılara karşı yürüttüğü mücadele şehadete susamış korkusuz şanlı bir askerin mücadelesidir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethetmeye çalışırken de Selâhaddîn’in Kudüs’ü fethederken yüreğinde taşıdığı şehadet özlemini taşımıştır. Dedesi Murat Hüdavendigâr da Kosova’da aynı ruh ve duyguyla savaşmış ve orada ihanetle şehit edilmiştir. Savaş meydanlarının yılmaz savaşçısı Yavuz Sultan Selim Han da saltanat yılları boyunca atın sırtından inmemiş adeta kıtalar kat etmiş, memleketler fethetmiştir. Mecidabık, Ridaniye, Çaldıran savaşlarını ve Mısır seferini biraz da Yavuz Sultan Selim’in şehadet arayışı olarak değerlendirmek gerekir.
- Asrın başına gelindiğinde gördüğümüz şey, aslında “memleketim olmadan asla” yaklaşımıdır. Bütün bir İslâm coğrafyasının Anadolu’da bir araya gelerek kenetlenmesiyle oluşan bir şehadet meydanı kurulmuştur. Bu şehadet meydanı Misak-ı Milli sınırlarını da aşan bir tarafta Akdeniz sahilleri, bir tarafta Arabistan çölleri öte tarafta Kafkas dağlarını içine alan geniş bir sahada kurulmuş olan yüce bir sahnedir.
Bu sahnenin en şaşaalı yeri şüphesiz Ege ve Marmara’dır. Burada yazılan şehadet destanı, asırlar boyunca sürse yeridir. Balkanları birer birer yitirmenin acısıyla köşeye sıkıştırılan bir ülkeden bahsediyoruz. Bu ülke öyle bir döneme tanıklık etmiştir ki, “Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-ı asîl” olarak tanımlayan Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” adlı en ölümsüz şiirlerinden birine ilham kaynağı olmuştur.
Balkanlardan 20. asrın başında süpürüle süpürüle, siline siline Anadolu bozkırlarına sıkıştırılmaya çalışılan tarihin en zor coğrafyasında tutunma sevdasına düşen onurlu, yoksul, fakir ve Müslüman bir halkın topyekûn direnişine şahitlik etmiş bir çağdan burada bahsetmekteyiz. Çanakkale’de kurulan şey, en yerinde ifadeyle Şehadet Sofrasıdır. Bu sofraya oturan yüzbinler, kalkmayı asla düşünmediler, ileriye atıldılar, savaştılar, savaştılar, düştüler ve şehit oldular… Bir mezar taşları bile kalmadı. Tarih onlardan dereler boyu kan, kemik harmanı olarak bahsedebilir. Ama bizlerin nazarında onlar birer kahramandılar, durmadılar, yılmadılar, korkmadılar, atıldılar, atıldılar, atıldılar…
Çalınmış bir savaştan bahsederken Şeyh Said’i anmadan geçemeyeceğiz. Cumhuriyet devrinde bir fitnenin neticesinde pîr-i şühedâ, sultân-ı ulemâ, kâid-i Müslimîn olan Şeyh, acımasız bir şekilde hem de hiç yeri yokken yanındaki yüzlerce iman eri ile beraber şehit edilmiştir. Çalınmış olan bir zaferden geriye onun darağacındaki naaşı kalmıştır. O naaş, tarih huzurunda fitneyle, bühtanla yeniden hesaplaşacağı günü beklemektedir. İskilipli Atıf Efendi’nin yolu da şehadet diyarından geçmiştir. O da Şeyh Saîd gibi bu yolun yolcusu olurken şehadete gülümseyerek ve aziz bir şekilde selam durarak gitmiştir.
Anadolu’daki şehit güzeli deyince akla Metin Yüksel de gelmelidir. Asrın Yûsuf’u diyeceğimiz Yüksel, şehit olurken bir cami avlusundan geçmekteydi. Onun yaktığı ateş bugün İstanbul’da alevlenmeye devam etmektedir.
Bugün yolumuza meşale olan Mavi Marmara şehitlerini de burada önemle anmak gerekir. İbrahim Bilgen (Siirt), Ali Haydar Bengi (Diyarbakır), Necdet Yıldırım (Malatya), Cevdet Kılıçlar (İstanbul), Çetin Topçuoğlu (Adana), Furkan Doğan (Kayseri), Fahri Yaldız (Adıyaman), Cengiz Songür (İzmir), Cengiz Akyüz (İskenderun) ve 4 yıl boyunca komada kalan sevgili şehidimiz Uğur Süleyman Söylemez (Ankara).
Geçtiğimiz asır dünya Müslümanlarına öyle acılar yaşattı ki, bu acıyı en barbar kavimler bile düşmanlarına yaşatmadılar. Tek dişi kalmış Avrupa’nın göbeğinde Bosna’da 90’lı yıllarda yaşanan trajedi insanlığın düştüğü dip noktayı da göstermiş oldu. Bosna’nın şehitleri Avrupa’nın geleceğini belirleyecek. Avrupa yaşattığı trajediyi asırlar geçse de unutamayacak. Avrupa’nın sürekli İslâm’la karşı karşıya kalması, dün Balkanlarda bugün yine Bosna’da şehit olanların güzel bir hediyesidir.
Yaşımız ne olursa olsun zulme ve bütün emperyalist çarklara karşı direnecek ve “ölecek kadar” yaşlıyız. Şehadeti biz yüreğimize işledik, yüreklerin şahlanacağı günde en şanlı bir şekilde şehit olanlara selam olsun.