Sessiz bir gece… Etrafındaki yıldızlarla geceyi süsleyen ay, hafif yüzü okşarcasına esen bir rüzgâr ve oluk oluk gözlerinden akan yaşlar… Her zamanki gecesinden bir gece yaşıyordu. Ama diğerlerinden biraz daha farklı.
Kendine has odasına serdiği seccadesindeydi şimdi. Ev halkı derin bir uykuda iken o secdedeydi. Gece lambası içeriye manevi bir hava katmış, odanın sol köşesinde akşamdan suladığı çiçeği derdine eşlik edercesine boyun eğmişti. O da boynunu büktü çiçeği gibi. Ellerini Yaradan’ına açarak en yürekten uzun zamandan beridir istediği duasını tekrar etti. Onun gönlünü derinden yaralayan bir hasreti, bir sevdiği vardı. Gitmek istiyordu, hem de delicesine kavuşmak istiyordu ona.
Kaç senedir bu anı bekliyordu. Hacca yazılmış, çıkmayınca umreye karar vermişti. Hazırlıklarını tamamlayıp sabah olmasını ve ölmeden bir an önce Ravza’ya kavuşmayı Rabbinden bir kez daha diledi. Âdeta gözünü saate dikmiş, elinden gelse zamanı ilerleterek Medine’ye kanatlanıp uçarak gidecekti.
Bir noktaya takılan gözleri aniden dehşetle açıldı ve kalbine büyük bir korku düşüverdi. Ya onu göremese? Hayır, hayır! Her şeye kadir olan Allah, elbet Resulünü bu âcizane âşığa göstermeye de kadirdi. Gözyaşları boğazına düğümlendi. Anne ve babasını uyandırmaktan korktuğu için yutkundu önce. Ama yapamadı. Gözyaşları hâkimiyetini kaybetmişçesine dökülmeye başladı.
Ses çıkarmaktan korktuğu için elleriyle ağzını kapayarak hıçkırmaya başladı. Ağladı, ağladı ve ağladı. İçinde hem sevinç hem de hüzün vardı. Çok az kalmıştı, biraz daha sabretmeliydi. Birkaç saat sonra, önce Mekke’de sonra da Medine’de olacaktı. Sabırsızlanıyordu…
Ey uğruna canımı feda ettiğim efendim!
Her şeyimi geride bırakarak geliyorum sana
Ne sevdiklerim, ne sahip olduklarım
Ne de başka bir şey gelir gözüme şimdi
Sana misafir olmaya geliyorum
Ama gelirken elim boş amelim kötü geliyorum
Sadece sana dair tertemiz bir sevgi taşıyorum…
Saatler saatleri, günler günleri kovaladı durdu. Önce Peygamber ocağında giderdi hasretini. Yürüdüğü her yolda düşünceli yürüdü. Bastığı her toprağa bağrı yanık bastı. Acaba o da şuracıkta oturup dinlenmiş miydi? Acaba şuracıkta neler yaşamıştı? En derin duygularla yaşıyordu anını. Gece olunca ay ve yıldızlardaki sükûneti izler, “sizler de ona hasret kaldınız, değil mi?” derdi. Ben de hasretim ona. Ama az kaldı, kavuşuyorum ona…
Şimdi Medine yolunda Peygamber’e doğru yol alıyordu. Süratlice yol alan otobüs, yoldaki ağaçları ve taşları geride bırakırken onları izliyordu dikkatlice. Sanki her şey “ona selam söyle” der gibiydi. İçi kıpır kıpır iken kalbi çok heyecanlıydı.
Bir an kendisinden önce gelip Ravza’yı görenlerin söylediklerine takıldı: “Ona ulaşmak çok zor. Çok kalabalık orası. Ravza’ya yetişip elini sürmen bile senin için büyük bir nimet. Orda herkes oraya ulaşmak için birbirini eziyor. Maneviyat diye bir şey kalmıyor anlayacağın…” Karmakarışık duygular taşıyor, oraya ulaşınca nasıl davranacağını bilemiyordu. “Tevekkeltu alallah” dedi, “Ben inanıyorum” diye mırıldandı sessizce.
Ümmü Mektum gibi geliyorum sana efendim
Gafletten kör olmuş gözlerimi aşkınla aç
Beden gözüm göremese de Rabbim
Ne olur bir kez de olsa onun için kalp gözümü aç…
Gidiyordu… Efendisine gidiyordu adım adım. Dakikalar kalmıştı sadece. İşte Ravza’nın girişinde heyecanla bekliyordu. Hiç kimseyi görmüyordu şu an gözleri. O kadar uğultu ve kalabalıkta hiçbir şey işitmiyordu şimdi. Elleri ayakları titriyordu. Nasıl titremesindi ki. Asırlar sonra bir âşık maşukuna kavuşacaktı. Veysel Karani’ye benzetti kendini. O da görememişti efendisini. Tekrar boşalmaya başladı gözyaşları.
Ve beklenen an. İçeri girmelerine izin verildi onun ve beraberindekilerin. Herkes bir anda içeri dalmış, kimi koluna çarpıyor, kimi kalabalıktan ayaklarına basıp geçiyordu. O bütün bunları fark etmeyerek adım adım yürümeye devam etti. Önünde büyük bir kalabalık vardı. Ravza’ya ulaşması mümkün değildi.
Önündeki insanları ezip geçmekten de korktu. Çünkü Efendimiz’in huzurunda ses yükseltilmez, birbirine eziyet edilmezdi. Sadece iki üç metre vardı aralarında. Ama gidemiyordu işte. Konuşmak istiyor ama söylemek için hazırladığı kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzından. Bütün cesaretini toplayarak uzaktan da olsa elini Ravza’ya doğru yükseltip sesini kendi duyacağı şekilde yükseltti:
“Esselamu aleyke ya Resulallah!” ve durdu. Kalbine bir bıçak oturdu sandı. Bir daha elini kaldırarak selam gönderdi efendisine âcizane âşık:
“Esselamu aleyke ya Resulallah!” Bir karşılık bekliyor gibiydi ama karşılık alamıyordu bir türlü. Üçüncü bir kez daha selam verdi ve yine yanıt yoktu. Gözyaşları artık söz dinlemiyordu. Gözlerini Ravza’ya dikerek efendisine hitap ederek konuşmaya başladı:
“Efendim! Sen sana selam verenin selamını kim olursa olsun alırdın. Sana misafir geleni de karşılar, gönüllerini hoşnut kılardın. Ben çok mu günahkârım da sana verdiğim selam bana geri dönüyor. Günahlarım beni çok mu kirletti de sana misafir geldiğim halde ellerim boş kapında bekliyorum?”
Bundan sonda artık tutamadı kendini uzak diyarların âşığı. Ağladı ağladı… Ellerini yüzüne kapatıp uzun bir süre daha ağladı. Suçlu bir edayla günahlarını da toplayıp ayrılmaya karar verdi oradan. Daha fazla Resulullah’a eziyet vermek istemiyordu varlığıyla. Son bir defa daha bakıp gitmek istedi…
Yaşlı gözlerini Ravza’ya çevirip bakınca… Aman Allah’ım! Gördüğüne inanamıyordu! Efendimiz tebessüm etmiş bir halde tam karşısında duruyordu! İnanamadı gözlerine. Hayal mi görüyordu? Yüzünü çevirip sağına döndü gördüğünün gerçek olup olmadığını anlamak için. O da ne! Efendimiz bu sefer sağ tarafında tam karşıda kendisine tebessüm etmiş duruyordu. Sola döndü efendimiz oradaydı! Arkasına döndü orada da gördü Efendimiz’i.
“Allahu Ekber” diyerek olduğu yerde düşüp bayıldı. Bayıldığını gören görevliler koştular ona; ama o almıştı alacağını bu diyardan. Görmüştü göreceğini. Baygın halde kapattığı gözlerinin perde arkasında da Efendimiz tebessüm ediyordu ona. Demek ki selamını almaya gelmişti ümmetinden kendisine delice âşık olan kardeşinin. Rabbim herkese böyle bir sevgi nasip etsin…