Dile kolay; 25 yıl beraberliğimiz oldu. Aynı okulu okuduk, aynı sırayı paylaştık, aynı medresede kaldık, aynı ülkeye ilim için beraberce yolculuk yaptık, aynı davaya gönül verdik; ama aynı gemiye binemedik. Beni üzen, kahreden bu. Ona olan özlemimi, sevgimi içime gömmüştüm. Ama bu yazı ile bir nebze de olsa onu anmak bana huzur ve surur verecektir.
Başta şunu ifade edeyim ki; Hiç kimseyi Allah’a (c.c) karşı tezkiye edecek değilim, zira bildiklerimizi ve bilmediklerimizi tüm boyutları ile en iyi bilen yüce Mevla’dır.
Bazı mümin adamlar vardır. Davasının eridirler, samimidirler, dertlidirler, fedakardırlar. Aklı, kalbi, gönlü ve imanı devreye sokmadan, Allah için canını, malını, zamanını ve her şeyini seve seve fada eden bu adamların yaptıklarını gereği gibi anlamak ve anlamlandırmak mümkün değildir. Onlar, başkalarının yaşamayı sevdiği kadar ölümü seven, gerçek hayatın ölüm ötesi hayat olduğu gerçeğini tam anlamıyla yakalayabilmiş farklı ve garip insanlardır. Samimiyetleri, yaptıkları, dökülen temiz kanları, çağlayan duru ırmaklar misali uğruna öldükleri davayı sulayıp büyütmüş, yaşatmış ve yaşatmaya devam etmektedir.
Şehidimiz; 11 Eylül 1971 doğumlu, Ali Haydar Bengi 1983 yılında Diyarbakır İmam Hatip Lisesi’ne kaydını yapınca aynı sınıftaydık. Lise yıllarında bölgemizde yaygın olan medreselerde Arapça ve İslâmî eğitim görmek için yaz tatillerini beraberce değerlendirme fırsatımız oldu. Aldığımız eğitim sayesinde İslâm’a gönül vermiş, ilimle, irfanla uğraşan, gayeleri Allah olan bir toplulukla beraber olmak, ilim ehlini, yakından görüp tanımak bizleri çok etkilemişti. Kararımızı vermiştik, artık bizler de bu topluluğun bir parçası olacak, bizler de kaynağından İslâm’ı, Kur’an’ı ve sünneti öğrenecek, hayatımıza tatbik edecek ve bu uğurda mesaimizi tüketecektik.
Ali Haydar Bengi, daha 17 yaşlarında islâm’a hizmeti kendisine şiar edinmiş, mânevi yangının alevleri içinde gaflet uykusundaki Müslümanları uyarmak için hizmet meydanına atılmıştı. Artık oturmanın caiz olmadığını, çalışmanın gerektiğini her zaman âyet ve hadisler ışığında vurgulayarak ve şöyle diyerek davet çalışmasını başlatmıştı:
-”Biz bildiğimiz kadarıyla okulda öğrencilerle ilgilenelim, teneffüslerde alt sınıftaki öğrencileri ziyaret edelim, onlara okumaları için kitaplar verelim, güzel dinimiz İslâm’ı daha iyi öğretelim!” Bu çalışmalar neticesinde sohbet halkaları oluştu, öğrenciler ile bir araya geliyor, onlara daha çok peygamberlerin hayatı, siyer, sahabe ve tabiin hayatı, Kırk Hadis’i ve Üstad Bediüzzaman’ın Kardeşlik, ihlas ve Gençlik Risalesi’nden sohbetler yapıyordu.
Henüz gencecik yaşında peygamberimizin (sav), sahabeleri gibi yaşamaya çalışmış ender insanlardan biriydi. Onun bu ihlası, Allah aşkı onu kısa sürede çevresine ışık saçan bir Müslüman haline getirmişti. İslâmî cemaatler tarafından saygı görüyor, seviliyor ve sayılıyordu.
Okul yılları böyle dolu dolu geçti. Yıl 1991 İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra İslâmî ilimlere düşkünlüğü sebebiyle, her şeyden evvel kendini daha iyi yetiştirmek, çevresine, toplumuna ve İslâm’a daha iyi hizmet edebilmek amacıyla “İlim talep etmek her mümin erkek ve bayana farzdır” hadisi gereği, hayali ile yaşadığı Mısır’daki el-Ezher Üniversitesi’ne gidip kayıt yaptı.
Okuduğu bölüm gerçekten zor idi. Bu zoru başaracağına ilk etapta inanmamıştım ama ondaki azmi, hırsı görünce yanıldığımı anladım. Zaten mezun olduktan sonra bunu ona itiraf etmiş ve tebrik etmiştim. Gerçekten büyük bir başarıya imza atmış ve Ezherli olmanın haklı onurunu hep taşımıştı.
Aldığı eğitim, edindiği İslâmî bilinç, onun sıradan biri olmasına engeldi. “Bu ilmin hakkını vermeliyim! Yarın huzur-ı ilâhide nasıl hesap vereceğim? Bana verilen bunca nimetin şükrünü nasıl eda ederim?” der dururdu.
Türkiye’ye döndükten sonra, sahip olduğu sahih İslamî anlayış ile edindiği ve sürekli dillendirdiği “Gayemiz Allah, Önderimiz Resûlullah, Düsturumuz Kur’an, Yolumuz Cihad, Allah Yolunda Ölmek En Büyük Arzumuz” ilkeleri doğrultusunda yaşadı. Başkanlığını yaptığı Aydınlık Yarınlar İçin Hak ve Özgürlükler, Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneği (AYDER) çatısı altında, İslam’ın Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat çizgisinde doğru anlaşılması ve yaşanması için davet ve irşad çalışmalarında bulundu. Bu uğurda yaptığı fedakarlığa tüm tanıyanları şahittir.
Kişiliği
Şehit Ali Haydar ancak sahabe döneminde gördüğümüz ve kitaplarda okuduğumuz hem sufi, hem zahit, hem abid, hem de mücahit biriydi.
Yeri geldiğinde bir dâvetçi, yeri geldiğinde emin bir tüccar, yeri geldiğinde bir komutan (Mavi Marmara Gemi’sinde geminin en kritik yeri olan uydu alıcılarının olduğu bölümü koruyan 12 kişilik ekibin komutanıydı), yeri geldiğinde iyi bir baba, iyi bir eş, bir imam, bir öğretmen ve bir de sporcu. Öyle bir şahsiyet ki, kendisini her alanda yetiştirmişti.
O yaşadığı dönemin adeta Hz. Ömer’i idi. Çok atılgan, cesur ve gözü pekti. İbadetlerine düşkündü, Nefsine hâkimdi, üç ayların tamamını oruçla geçirirdi, dini konularda asla tâviz vermezdi, Allah için öfkelenmesini iyi bilirdi. Lüzumsuz şeylerle uğraşmazdı. Olayların sonuçlarını sezerdi. İnsanların taşımaktan çekindiği veya gafil oldukları dâvanın yükünü taşıma şerefini her zaman omzunda hisseder ve gereğini yapardı.
Kur’ân ve Sünneti doğru anlama noktasına sürekli ve ısrarla vurgu yapar, doğru İslami anlayışın bir parçası olan sünnetin tahrif edilmek istendiğine dikkat çeker ve bunun önüne geçmek için çeşitli platformlarda çalışmalar yürütürdü. Herkesin bu tehlikenin farkına varması için Sivil Toplum Kuruluşları ile görüşerek bir araya gelir, vahdetin gerekliliğine vurgu yapardı bu alanda hassas olunması gerektiğini vurgulardı.
Bu çalışmaların ciddi meyveler verdiğini, Gazze için oluşturulan Diyarbakır Gazze Girişiminin oluşmasında gördük.
Şehit Ali Haydar; Müslüman olmanın bilincine vardığı günden beri Filistin sorununu kendi sorunu bilmiş, hep içi yanmış, bir şeyler yapmanın gereğine inanmış, yapılmadığı takdirde yüce Allah’a hiçbir şekilde hesap veremeyeceğimizi dile getirmiş, bunun huzursuzluğunu hep derinden hissetmiş ve bu konuda Müslümanların bilinçlenmesi için çok çaba sarf etmişti. Dersler yapmış ve oraya yardım gönderilmesi için kermesler düzenlenmesine ön ayak olmuştu.
Kendisi şöyle diyordu: “Bugün Resuller ve Nebiler diyarı Filistin ve Mescid-i Aksa’nın kurtarılması bir Arap meselesi değil, Müslümanların meselesidir. Çünkü ilk kıble olan Mescid-i Aksa ve Kudüs, Müslümanların vatanı ve toprağıdır. İslâm ümmetinin sınırı imanla çizilmiştir. Rengi, yurdu ve dili ne olursa olsun, İslâm’a inanan her insan mümindir. Müminler de kardeştir. Bu bakımdan müminlerin sevinçte ve kederde beraber olmaları, birbiriyle ilgilenmeleri bir iman borcu ve kardeşlik vazifesidir.
Bu münasebetle İHH ve diğer ülkelerden bazı STK’lar ile Gazze’ye uygulanan ambargoyu kırmak, oradaki insanların insani ihtiyaçlarını karşılamak için birtakım yardımların götürüleceğini duyunca hiç tereddüt etmeden bu organizasyona katılma kararı aldı. Bu yolculuk için hazırlık yaparken bazı arkadaşları kendisinin şehit olacağını rüyalarında gördüklerini söyleyince, kendisi, “Şehit olmak kim biz kim, bizler şehit olmaktan çok uzağız. Rabbim gerçek şehadeti nasip etsin. Dua edin inşallah şehit olurum” demişti.
Ali Haydar Hoca kişiliğiyle, hayatıyla, örnekliğiyle her zamanki fedakârlığıyla ve en nihayet Allah için mazlumlara ve Kudüs’e yardım etme yolunda döktüğü temiz kanıyla hepimize örnek olmuş ve ümmetin derdiyle dertlenmeyen, Allah’a hakkıyla kul olamayan herkesi utandırmış ve utandıracaktır.
Ali Haydar Hocanın kendi kaleminden bazı satırlar:
*İçimde cihad aşkı yanıyor, öyle zannediyorum ki, beni kendime getiren ve Rabbime huzurla kavuşturacak olan inşallah cihad ve şahadettir. Sevmek ibadetse, uğrunda ölmek şehadettir.
*Dostum! Burası dünya; üzüntü, keder ve hasret diyarıdır. Dünya bir değirmene benzer, hem döndürür hem de ezer. Eğer rahatı arıyorsan yaratılış gayene göre hareket et.
*Dostum! Hayatın kıymetini bil ki, hayata mağlup olmayasın. Küçük düşünenler, basit şeyler için yaşar ve çabalar; büyük düşünenler, büyük amaçlar için yaşar ve çabalar ve de bu uğurda her şeye katlanır.
*Dostum! Asıl olan imanın zaferi değil midir? Peygamberler bizlere bunu net bir şekilde hayatlarıyla göstermişlerdir. Eğer Allah katında iman tartılıyor ve değer buluyorsa demek ki, en büyük zafer ve kazanç imanın kurtuluşu olacaktır. En büyük zafer mananın maddeye olan üstünlüğüdür. Mümin olarak ölmek bir zafer değil midir? Ruhun kurtuluşu bedenin rahat ve huzur bulmasından önemlidir. Yüce sahabi Haram b. Milhan’ın Bi’r-i Maune’de kendisine yapılan suikastta arkasından batırılıp göğsünden çıkan mızrağı gördüğünde “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki kurtuldum” deyişi bizlere asıl zaferi göstermiştir.
‘Allah’ım! beni ilmiyle amel eden bir âlim, İslam’a hizmet eden bir davetçi ve en son senin yolunda şehit olan Müslümanlardan eyle.’
Ömer Aytaş