Ümmet olarak 21. yy.’daki Haçlı saldırılarına hazırlıksız yakalandık. Bu hazırlıksızlığın bedelini; önce Filistin ardından Afganistan, Çeçenistan ve Bosna’da, şu an Irak ve Suriye’de acı bir şekilde ödüyoruz. İslam ülkelerinin yönetimine gelen ya da getirilen kuklaların politikalarıyla inşa edilen nesil ve bu neslin oluşturduğu ordular, maalesef ümmeti korumadı yâda koruyamıyor. Düşmana karşı değil de; çoğu zaman halkına karşı kullanmak ve seremonilerde gösteri yapmak için envantere alınan silahlarla, George’nin, Hans’ın ahlakıyla ahlaklanmış askerlerle ümmeti korumak da zaten mümkün değildir.
Ümmetin bu duruma düşmesine sebep olan durum uzun bir hikâye… Fakat bu hikâyenin düğümlendiği iki önemli nokta var: Besili atlar ve bu besili atların sırtında olan mücahitlerin olmayışı… Ümmet kaç asırdır, bu iki vasfı bünyesinde taşıyan bir ülkeye sahip olamadı. Ya ülkelerimiz oldu mücahitsiz; yâda mücahitlerimiz oldu ülkesiz… Yüzyıllardır küfür ehlinin kültürel bombardımanı ile dinine yabancılaştırılan Müslümanlar, bugün küfrün ordularının bombardımanı ile karşı karşıya kaldı. Bu ümmet; Rebi bin Amr’in Rüstem’in karşısındaki duruşunu, Habbab bin Eret’in darağacındaki onurunu, Abdullah bin Huzeyfe’nin Bizans Kralı karşısındaki metanet ve celadetini kuşanan yiğitler yetiştirmeden, bu badireden çıkamaz. Düşmana karşı besili atları elbette hazırlamak gerekir; ama o besili atların üzerinde de Ebu Ubeydeler de olmalı ki hem gönüller hem ülkeler fethedilebilsin. Besili atlar üzerinde böyle yiğitler olmalı ki, mazlumların imdadı cevap bulsun ve zalimlerden, yaptıkları zulmün hesabı sorulsun.
Bugün yeryüzünde kurulu olan İslam ülkelerinin hiçbirinin düşmana karşı caydırıcı bir gücünün olmadığını üzülerek görüyoruz. Kendi uçağını, tankını, topunu, tüfeğini yapamayan bir İslam ülkesinin caydırıcı bir gücü nasıl olsun ki? Askeri, ekonomik ve hatta sosyal olarak dünyanın süper güçlerinin sadece pazarı haline gelen İslam ülkelerinin, bugün birilerinin istediği gibi bölüp, parçalayıp şekil verdiği bir coğrafya haline gelmiş olması bizi üzse de şaşılacak bir durum değildir. Yönünü Kıble’ye ve kıble sahibinin talimatlarına göre belirlemeyen; Batı’nın arzu ve temennileriyle hareket eden halkı Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu bu hazin durum, ancak ve ancak Kuran’a ve Kuran’ın emirlerine göre hareket etmeyle son bulur.
Ilımlı İslam, demokratik İslam, tekfircilik, laiklik gibi akımlarla kendi dinine yabancılaştırılan, kendi dininden korkar hale getirilen Müslümanlar, maalesef yaşadıkları ülkelerde bir yığından öteye geçememektedir. Bedevileri “medenileştiren’’ yol kesicileri “rehberleştiren” köleleri “özgürleştiren’’ mazlumu “hakkıyla buluşturan’’ bu dindi. Azı dişlerimizle yapışmamız gereken bu din, ümmeti kurtuluşa sevk edecek tek unsurdur. Ümmetin içine düşmüş olduğu bu zillet durumu ekonomik, kültürel, siyasi ve fikri yönden değerlendiren stratejist ve akademisyenlerin, Kuran ve sünnetin uyarılarına da kulak vermesi gerekir.
Abdullah b. Ömer (r.anh), Rasulullah (s.a.s)’ı şöyle buyururken dinlediğini haber vermiştir:
“Iyne yoluyla alışveriş yaptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, tarımı seçtiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman; Allah size öyle bir zillet musallat eder ki, dininize dönünceye kadar onu üzerinizden atamazsınız.” (Ahmed b. Hanbel)
Düşmanın saldırılarına karşı herkesin cansiperane mücadele vermesi gerektiği bir dönemde, tehlikeyi göremeyip dünyalıklarla hemhal olmanın ortaya çıkardığı sonuç; zillettir. Ashap, bir süre cihad edip sonrasında ganimet mallarının da gelmesiyle ticarete yönelince Allah; “Allah yolunda harcamada bulunun ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever’’ (Bakara 195) ayetini nazil buyurarak, böyle bir halin asıl tehlike olduğunu bildirmiştir.
Tehlikeli olan durum, düşmanların güçlü olup ümmete saldırması değildir. Tehlike arz eden durum, düşmanın bir olup, birlik olup İslam coğrafyasını parçalarken Müslümanların karşı koyacak hazırlığın içinde olmayışı ve hazırlık bilincinden yoksun olmasıdır. Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlara karşı gücünüzün yettiğince kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bunlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan ayrı sizin bilmediğiniz ama Allah’ın bildiği daha başkalarını korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız karşılığı size verilir ve haksızlığa uğratılmazsınız.’’ (Enfal, 60)
Bugün Müslümanların ve halkı Müslüman ülkelerin canlılığının testi, bu ve buna benzer ayet ve hadislerdir. Batı’nın yıllarca IMF gibi kuruluşları İslam ülkelerine gönderip tarım ve hayvancılığa kredi vermesinin altında yatan neden, işte budur. Verdiği krediyi şartlı olarak veren, ağır sanayi hamlesine izin vermeyen, silah sanayisini oluşturmaya çalışan İslam ülkelerini de iç ve dış müdahalelerle canından bezdirmeye çalışan Batı’nın en sinsi ve kirli oyunu budur. Düşmanların birleşip İslam ülkelerini kan gölüne dönüştürdüğü ve çepeçevre kuşattığı şu ortamda, bu zalim ve hain düşmanlara karşı koyacak güçlü bir İslam ülkesine ne kadar da muhtacız!
Yavuz Sultan Selim döneminde, bir gün Venedik elçisi (Antonio Jüstiniani) İstanbul’a gelir ve huzura çıkmak için izin ister. Bunun üzerine vezirler, eskiyen elbiselerini değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığı ile durumu Yavuz Sultan Selim Han’a bildirirler. Yavuz Sultan Selim bu isteği münasip görür ve izin verir.
Elçinin geleceği gün, bütün vezirler yeni elbiseleriyle padişahın huzuruna varırlar. Ancak gördüklerine inanmayarak dehşet ve hayrete düşerler. Zira Sultan Selim Han’ın üzerinde yine o eski ve sade elbiseleri vardır. Tahtına oturmuş, keskin kılıcını da çekip tahtın basamağına koymuştur. Karşı pencereden vuran gün ışığı karşısında kılıç, parıl parıl parlamaktadır. Bütün vezirler Sultanın sade ve eski elbiseleri karşısında kendi yeni ve görkemli kıyafetlerinden utanırlar.
Nihayet elçi gelir ve görüşme gerçekleşir. Görüşmeden sonra Sultan Selim, Sadrazam’a bakarak:
“Paşa, var elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar?” der.
Sadrazam, padişahın emri üzere elçiye sorunca, şu cevabı alır:
“O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, Sultanı göremedim bile!”
Yavuz, tebessüm ederek, şahadet parmağı ile kılıcı gösterir ve:
“İşte kılıcımız düşmana karşı böyle durdukça, düşmanın gözü kılıcımızdan asla ayrılmaz ve bizi görmez. Ama Allah esirgesin, bir gün kılıcımız olmaz ve parlamazsa, o zaman düşman bizi hem hor görür hem de tepeden bakar.” der.
Böylesi bir ortamda, bu ruh haliyle İslam ülkelerini yönetmeyen ve halkını bu yönde hazırlamayan liderler, Müslümanlara en büyük ihaneti etmiş olur. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Sizden sabırlı yirmi kişi olursa, iki yüz kişiyi yener. Eğer sizden yüz kişi olursa, inkâr edenlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.’’ (Enfal, 65) “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın…’’ (Bakara, 190)
İslam barış ve davet dini olduğu kadar cihad ve mücadele dinidir. Müslümanlar, kendisini aldatan, kendisine tuzaklar kuran ve kendisini katleden düşmana karşı tarihin hiçbir döneminde bu kadar çaresiz ve sessiz kalmamıştır. Mücadeleyi bırakıp, dünyaya dalan, ölümden korkan bir ümmeti “leş’’ olarak niteleyen (vehn hadisi) Rasulullah (s.a.s.); diri olmayı, Allah yolunda mücadele etmeye bağlamıştır. Allah, hicret etmeyip tutsaklığı kabul edenleri “Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya!’’ (Nisa 97) buyurarak, zillet içinde yaşamayı kabul edip mücadele içinde olmayanları kınamıştır.
Zor günlere kendimizi hazırlamamız, zorluklara karşı dayanma gücümüzü arttırmamız gerekir. Düşmana karşı koyacak güç ve iradeye sahip olmayan Müslümanların ne insanlığa sunacağı bir şeyi ne de zalimlere engel olacak bir kudreti olabilir. Zalim ve zorbalara karşı koymanın da ibadet olduğu anlayışıyla hareket edip, Peygamber (s.a.s.)’in; “Beni Kureyza’ya varmadan, kimsenin ikindi namazını kıldığını görmeyeyim’’ hikmet, ciddiyet ve kararlılığıyla yol almak gerekir.
Ümmeti bu durumdan kurtaracak olan şey; ezilen, hor görülen ve kendi vatanında parya haline getirilen Müslümanların cihad ruhu ile donanmasıdır. Saman alevi gibi parlayıp sönen, anlık coşkulardan uzak, sadece gençliğin verdiği bir heyecandan ibaret olmayan, ezilmişliğin verdiği bir tepkisellikten beri, bilinç ve şuurla yoğrulmuş bir cihad ruhu… Sadece direnen değil; nasıl ve ne zaman direneceğini bilen bir cihad ruhu… Müslüman bu cihad ruhunu bir yaşam tarzına dönüştürmelidir. Eğitimimize, kültürümüze, ekonomimize, sosyal yaşamımıza, siyasetimize bu ruhun yansıması gerekir. Dün Çanakkale geçilmediyse bu ruh sayesindeydi. 15 Temmuz’daki direniş, bu ruhun yansımasıydı. Halkı Müslüman ülkelerin, küfrün hayatı sevdiği kadar “Allah yolunda can vermeyi seven’’ orduları inşa etmekten başka çaresi kalmamıştır. Mazlum ümmetin sesini, yıllardır Batı’nın vicdanına ve hümanist görünen kurumlarına işittirmeye çalıştık ve çalışıyoruz; ancak yıllardır, “Beş el’’ milyonlarca insanın canından, yurdundan, izzet ve iffetinden olmaması için kalkmadı ve kalkacak gibi de görünmüyor.
Ümmet, kimi zaman bedel ödeyerek elde ettiği kazanımları masa başında, kendi mahallesinden gibi görünen “papyonlular’’ eliyle kaybetti, kimi zaman da bedel ödeyerek elde etmesi gereken kazanımları, masa başında “diplomatik dilencilik’’ yoluyla almaya çalıştı. Ama nafile…
Haçlıların vicdanına sığınarak, Batı’dan şefaat dileyerek huzur ve barışı elde edemeyeceğimiz bilinmeli artık! Diplomasi, diyalog, yuvarlak masa toplantıları Müslümanlar lehine ne sonuç verdi, soruyorum size? Asırlık barış görüşmeleri (!) AB müzakereleri hangi beklentimize cevap verdi? Öte yandan ılımlı İslam, tekfircilik, demokratik İslam, dinler arası diyalog safsataları ile adeta İslam’ın hayat veren tüm damarlarını kesmediler mi?
Sonuç olarak; her İslam ülkesi güzel günlerin hayal ve rüyasını görürken Batı’nın Haçlı zihniyeti, küresel oyunlarla ümmeti paramparça etti. Fakat bizler umutsuz değiliz. Bunca olumsuzluk ve imkânsızlıklara, iç piyon ve dış düşmanlara rağmen direnen bu ümmetin filiz vereceğine inanıyoruz. Dünyanın maddi iki süper gücü (!) Amerika ve Rusya, nasıl ki tüm imkânlarını kullanarak Afganistan’da başarılı olamadıysa; Allah’ın izniyle 21. yy.’ın bu Haçlı seferleri de başarılı olmayacak ve Selahaddinlerin doğuşuna ve zaferine şahit olacaktır.