Akıl, Allah Teâlâ’nın yarattıkları arasında -hiç şüphesiz- en müstesna yere sahiptir. İnsanı diğer canlılardan ayıran, ona şeref katan, üstünlük veren, onun düşünmesini ve kararlar almasını sağlayan önemli bir parçasıdır. İnsan; akıl sayesinde üretir, anlar, yorumlar, seçer, düzenler, ayırır, birleştirir, çözümler… Kalp de yine yüce Rabbimizin bizlere bahşettiği, aklın tamamlayıcı unsuru olan sonsuz bir lütfudur. “Aklın tamamlayıcı unsuru” ifademiz, aklın ve kalbin ayrılmaz bir ikili olduğunun beyanıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “يَعْقِلُونَ قُلُوبٌ” yani “akleden kalpler” ifadesi geçer (Hac, 46). Buradan aklın ve kalbin bir bütün olduğunu anlıyor ve düşünmenin kalbe hamledildiğini görüyoruz.

Elbetteki burada bahse konu olan kalp, beden ilimlerinden olan tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu, vücudumuzda bulunan ve yeri belli olan kalp değildir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirindeki ifadesine göre bu kalp; ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezinde bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki buna ‘insan ruhu’ da denilir. Bu bakımdan yazımızda yerine göre kalbi “ruh, gönül” kavramlarıyla da ifade edebiliriz.
Hayatımızı belirli bir düzen çerçevesinde yaşamamızı sağlayan aklın eğitimi ile manevi âlemimizin merkezi olan kalbimizin veya ruhumuzun eğitimi/terbiyesi son derece ehemmiyetli bir bahistir. Aklın ve kalbin eğitimine dair bahse geçmezden evvel bu iki önemli mefhumun günümüzdeki durumuna kısaca değinmekte fayda var.

Tanığı olduğumuz çağımıza şöyle bir göz attığımızda aklın egemen olduğu, adeta putlaştırıldığı, her şeyin üstünde tutulduğu, asil duygulardan mahrum, kalbin ihmal edildiği bir çağda yaşadığımızı görürüz. Dahası özün ihmal edildiği, her şeyin kabuktan ibaret görüldüğü, dışın içe tercih edildiği, şekle ehemmiyet verilip ruhun görmezden gelindiği bir dünyanın sere serpe önümüzde durduğuna şahit oluruz. Aklın ve bilimin ayak sesleri kulaklarımızı inletirken çağın ritimsiz atan ‘kalbine’ kulaklarımız sağır kesilmiş.
İlk mektepten itibaren zihnimiz hep kuru bilgi yığınlarıyla dolduruldu. Ne kadar çok şey bilirsek o kadar iyi olduğu öğretildi. Bilginin kaynağı/özü/ruhu öğretilmedi. Bu yüzden his yoksunu bir nesil meydana geldi.

Çağın insanı, Allah’ın kendisine bahşettiği en büyük lütuf olan aklı kullanayım derken onun kölesi oldu. Bilge birinin yerinde ifadesiyle, insan kendini ve aklını her şeyin ölçüsü ve ölçütü kabul etti. Hayatın merkezine insanın kendisi egemen olunca da ilahi olan, asıl olan ‘ruh’ kaybedildi.

Oysaki insanı bütünleyen bir diğer unsur da kalpti. İnsan; kalp taşıyan bir varlıktı, onun duyguları vardı, sever, merhamet eder, hisseder, anlar, hüzünlenirdi. Akıl ancak kalple olunca yolunu bulabilirdi. Aklın yoldaşı, ona kol kanat geren, onu sarıp sarmalayandı kalp.
“Dünya bir tepeler diyarıdır; birini aşsak öbürü çıkar karşımıza” diyen sevgili Saadettin Acar’ın ifadesiyle: “Akıl düşünür, kalp sever; muhabbet eder. Gülen ve ağlayan akıl değil kalptir. Akıl bakar, gören ise kalptir. Akıl dokunur, hisseden kalptir. Akıl tartar ve tartışır, kalp teslim olur. Acıyan, yaralanan, heyecan duyan kalptir, akıl değil!”

Dinin emirler ve yasaklardan ibaretmiş gibi sunulması; helal, haram, yasak, günah, farz çerçevesine hapsedilmesi, İslam’a bir bütün olarak bakılmadığını gösterir. Bu sözümüzle elbette bunların önemli olmadığını vurgulamıyoruz. Ancak İslam’ın insanların kalplerine dokunan, gönüllerini okşayan bir tarafının da olduğunu görebilmeliyiz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’i incelediğimizde kalbe taalluk eden ayetlerin, akla taalluk eden ayetlerden fazla olduğunu görürüz.

Akıl ve kalp arasındaki mesafeyi aştıkça sorunların da büyüdüğünü görürüz. Herhangi birini yok saymanın veya görmezden gelmenin sapkınlığın habercisi olduğunu bilmek gerek.
Yine burada “Aklına gönlünü sırdaş etmeyen yoldan çıkar.” diyen o güzel insanın, Saadettin Acar’ın, sözüne kulak verelim: “Gönle aklı arkadaş kılmadan da istikamet bulunmaz. Akıl; ilmi, düşünceyi ve muhakemeyi anlatırken, kalp; irfanı, muhabbeti ve merhameti temsil eder. Bundan dolayı ilim ve irfanın yani akıl ve kalbin birlikteliği önemlidir. Çünkü irfan bir ruh ise ilim bir bedendir. Ve ancak ikisinin birlikteliği ile bir şahsiyet ortaya çıkar. İrfan ilmin manası, mayası ve ruhudur. İlim ise irfanın gücü ve zenginliğidir. Bu sebeple irfana götürmeyen bir ilim sığ ve ruhsuz kalır. Aynı şekilde ilme dayanmayan bir irfan da köksüz ve zayıf olur.”

İşte gerçek öğretmen, talebesine yalnızca kuru bilgiyi aktarmakla kalmayan, onun kalp dünyasına da seslenen kişidir. Onun kalbine dokunabilen, kendini bilmesine yardımcı olandır. Aklını bir hedef değil, eşyanın tabiatını anlamak, yaratan Rabbini tanımak için bir araç olarak kullanması gerektiğini öğreten kişidir. Onun duygularını okşayarak bilginin kaynağının ve nihai amacının Allah’a ulaşmak olduğunu hissettiren kişidir.

Talebenin kalbine dokunmanın, onu etkilemenin birçok yolu vardır. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olmam hasebiyle öğrencilerime dilbilgisi konusunu nasıl aktardığımı anlatabilirim. Türkçe dilbilgisi konusunun detaylarına geçmeden önce dilin kökeni, kaynağının ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı hususuna kısaca değindikten sonra her dilin kendine ait kurallarının olduğunu, bu kuralların tesadüfen konulmadığını, hiçbir beşerin böylesi ince detayları düşünemeyeceğini ve nihai olarak dillerin de insanlar gibi Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını anlatırım. Böylelikle öğrencilerimi, dilin yaratılışıyla evrendeki her şeyin, özellikle de insanın yaratılışı arasında bağ kurmasını sağlarım. Böylelikle onları tefekküre yönlendirir, duygu dünyalarına girerek onlara Allah Teâlâ’nın yüceliğini hissettirmeye ve yaratana karşı içlerinde bir muhabbet oluşmasına vesile olmaya çalışırım.

Aklın ve kalbin eğitimine dair bilmemiz gereken diğer bir önemli husus da “ilmin” ve “bilimin” aynı şeyler olmadığıdır. Aklın bilime, kalbin de ilime karşılık geldiğini düşünebiliriz. Çağımızın kıymetli düşünürlerinden Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle “ilim, hatırlama eylemidir; bilim ise unutma. İlim kişinin kendini bilmesiyle başlar keşif yolculuğuna; kendini ve her şeyi hatırlamasıyla…”

İlim, İmam Gazali açısından söyleyecek olursak: “Sıhhatli nefs”lerin işidir. Fıtratın, bozulmamış hakikatin, hakikati keşif yolculuğunun izini sürme çabasıdır. Oysa bilim veya sadece akıl, “hastalıklı nefs”lerin ifrat ve tefrit labirentlerinde, ayartıcı ve yanıltıcı bir özgüvenle gerçekleştirdikleri bir nisyan (unutuş) ve bir isyandan ibarettir.

Aklı mutlak ölçü kabul eden kişi, her şeyi bildiğini vehmettikçe bilme yetileri körleşir, tahakküm gücü artar, kibri kabarır ve böylelikle kendini de unutur yüce yaratanını da.
İnsana, varlığa ve her şeye hayat bahşedici, ruh üfleyici bir varoluş yolculuğu olan ilim ise kalbe dokunduğu için kişiyi mütevazı olmaya, kendini ve yaratanını bilmeye yönlendirir.
Kalbe ilişmeyen bir düşünce/bilgi kısır kalır, tefekküre dönüşemez, izini ve özünü bulamaz. Kalbin içinden geçen bir düşünce ise ötelere kapı aralar; bereket olur, iz olur, öz olur, ruh olur.
“Nasıl girsin cennete, bir kalbe giremeyen?” (Şair Said Yavuz)

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?