Daha önce beş yıllık görev niyetiyle Almanya’ya gitmiş, bunun 16 ayını tamamlayıp dönmüştüm. Avrupa görevinin çeyreğini yapıp dönmek, pek alışıldık bir durum değildi. Dolayısıyla nice dostlar, niçin erken döndüğümü sordular. Benim açımdan en önemli sebep, sıla ve gurbetteki hizmet farkıydı. Maddi açıdan, Avrupa’daki görev buradan beş altı kat daha kârlıydı. Ama manevi açıdan buradaki hizmet gurbete kıyasla belki elli kat daha kârlı. Tabi bu benim açımdan böyleydi. Görevi sadece namaz kıldırmak ve çocuklara Kur’an, tecvit ve temel dini bilgiler öğretmekten ibaret olan bir görevli için durum tabi ki daha farklı olabilir.
Hayatın her alanından alınacak birçok ders, ibret ve anlatılacak izlenimler vardır. Konu Avrupa olunca bu daha da zengin olur. Çünkü yıllarca bize hep gerçeğinin aksine, “muasır medeniyet” “demokrasinin beşiği” “özgürlüğün kaynağı” ve “rüyalar diyarı” olarak lanse edilen, hâlbuki gerçekte tam bir bataklık olan Batı, insanı ve insani değerleri öğüten bir değirmenden farksızdır. Ama bu gerçeği görebilmek ve anlatabilmek, ayrı bir zorluk. İnsanların yıllardır tozpembe gördükleri, her vesileyle reklamını yaptıkları Batı’nın kapkara yüzünü anlatmak, kolay değil elbette. Ama ne kadar da zor olsa, bir yerden başlamak gerekiyor. Derler ya; “Yol ne kadar uzun olsa da başlangıcı bir adımdır.”
Avrupa’dan İzlenimler
1. Batı Bataklıktır
Evet, Batı bataklıktır. Ama öyle bildiğimiz, sadece bedenleri yutan bataklık değil. Bedenlerden önce ahlakı, erdemi, saygıyı sevgiyi, şefkati, merhameti, yardımlaşma ve paylaşmayı, erkekliği, kadınlığı, komşuluk ve muhabbeti, aile ve yuvayı, sılayı rahimi ve akrabalık bağlarını, kısaca insanî değerleri alıp yutan bir bataklık… Bırakın dini imanı, insanlık adına ne varsa, Batı bataklığında yitip gitmiştir ve yitmeye de devam etmektedir.
Peki, bir bataklığa bile bile yürür gider miyiz? Bizi yutup boğacağını, hem de sadece dünyamızı değil, ebedi olan ukbâmızı da alacağını bile bile… Yoksa ondan olabildiğince kaçar mıyız?
Tabi ki böyle bir bataklıktan kaçmakla kalmaz, eş dost, akraba, arkadaş ve çevremizi de uyarırız. “Şurada şöyle tehlikeli bir bataklık var. Aman dikkat et, yaklaşma, çoluk çocuğunu da oralardan uzak tut” diye her vesileyle uyarılar yaparız değil mi? Bırakın çoluk çocuğu, davarımızı, sığırımızı bile oraya yaklaştırmayız. Aksi hâlde, mallarımız telef olur. Ancak ne yazık ki, yıllardır birileri bilerek veya bilmeyerek insanları bu bataklığa çekmeye devam ediyor.
2. Batı Acillik Bir Hastadır
Bu hastalık öyle baş ağrısı, karın ağrısı, verem veya kanser gibi fiziki bir hastalık değil, vahşi Batı’nın hücrelerine kadar sinmiş bulunan manevi bir hastalıktır. Aslında manayı yok eden, maddeyi putlaştıran, şehveti tapınak yapan materyalizm hastalığıdır. Bunun sonucu olarak zavallı Batı insanı ciddi bir çıkmaz içindedir. Siz bakmayın Batı’nın gösteriş ve şatafatlı reklamlarına. Aslında Batı insanı, bataklığa dönüşmüş olan ibahiye (sınırsız ahlaksızlık) girdabından acilen kurtarılmalıdır. Bizim Batı insanıyla bir sorunumuz yok. Aksine tüm sorunumuz, bataklık olan kültürüyledir. İnsani erdemleri yok eden bu virüs, sadece Batılıların değil tüm insanlığın düşmanıdır. Dolayısıyla Batı insanı da insanlık da bu illetten kurtarılmalıdır.
Buyurun size Batı’dan çok küçük bir özet. 18 yaşından sonra, hiçbir sınırı olmayan bir gençlik düşünün. Okuma, çalışma, bir aile içinde yaşama, akşam evine gelmek gibi hiçbir amacı olmayan bir nesil. Tamamen kendi isteğine göre yaşama serbestisi olan bir nesil. Kendisi istemediği takdirde hiçbir şeye zorlanamayan, hiçbir gücün zapt edemediği bir gençlik düşünün. Kaldı ki birçokları daha 16’sını doldurmadan yuvadan firar ediyorlar. Yuvaya da yuva denir mi, o da ayrı bir mevzu…
Batı kültüründe meşru bir evlilik artık ciddi bir sorun sayılıyor. Dolayısıyla yuvalar eğreti… Nikâhsız yaşayan çiftlerin oluşturduğu; günlük, haftalık, birkaç aylık veya işler yaver giderse birkaç yıllık beraberlikle oluşmuş birliktelikler… Stüdyo daire veya bekâr evleri… Çocuk zaten yok. Bir aile olma gibi bir hedef, karşılıklı sadakat ve sorumluluk bilinci hak getire… Zaten evlilik yerine beraber yaşamanın en büyük nedeni, ömür boyu bir kişiye mahkûm olmamak. Aksine istediği zaman istediğiyle olmak. Mümkünse ve gerekirse, elbise değiştirir gibi “partner” değiştirmek…
Saygı-sevgi, büyük-küçük, anne-baba, şefkat-merhamet, yardımlaşma-dayanışma, düşenin elinden tutma falan… Bunlar çoktan modası geçmiş şeyler. Kapitalizmin, “Her şey benimdir. Altta kalanın canı çıksın” ilkesiyle büyüyen, sonra zaman içinde buna, “ibahiye” (sınırsız ahlaksızlık) anlayışını ekleyen bu kültür çökmüştür. Bugün Batı toplumu, müzmin ve iflahı mümkün olmayan bir hastadır. Sadece Avrupa değil, bu kültüre ram olmuş tüm toplumlar, aynı durumdadır maalesef.
3. Batı Virüsü Bulaşan Kimse İflah Olmaz
Çünkü aslında felaket olan Batı, nasıl olmuş da nesillere, ülkelere, milletlere, kokuşmuş kültürünü medeniyet diye yutturmayı başarmış, bunun üzerinde çokça durmak lazım. Özellikle İslam medeniyetinin nice altın çağlarını yaşamış, ümmet-i Muhammed’in nesli, bu virüse karşı daha yoğun bir şekilde uyarılmalıdır. Asırlarca İslam’ın hamisi olmuş İslam’ın evlatlarına, Batı taklitçiliği yakışmaz.
Osmanlı imparatorluğu gibi bir devleti, bu anlayışa kapılan Batı taklitçisi zavallılar yüzünden kaybettik. Çünkü Osmanlı hanedanı içinden nice paşalar ve onların çocukları, bu kokuşmuş medeniyetin meftunu oldular. O zaman fırtına gibi esen Batı kültürüne hayran kalıp taklitçisi oldular. Tabi taklit etmekle kalmadılar, kendi ülkelerinde bu kültürün gönüllü elçilerine dönüştüler.
Bu zavallılar, zelil bir “medeniyet” uğruna kendi ülkelerine ihanet ettiler. Tabi Batı’nın değişik şehirlerine giderek oralarda tahsil gören Osmanlı tebaasından binlerce genç vardı. Sadece payitaht İstanbul’dan değil İslam diyarının her yanından; ağaların, beylerin, paşaların kısaca elit tabakanın nesilleri, Batı kültürüne kapılmış akın akın oralara gidiyorlardı.
Ama geri döndüklerinde, Batının gönüllü birer kölesi, ayaklı reklamcıları oluyorlardı. Çok azı hariç geri kalanların hepsi, kendi ülkelerinin altını oyuyorlardı. İslam ümmetinin her noktasından bizim bilemediğimiz kadar birçok zeki ve seçmece gençler devşirilip Batı’ya götürüldü ve Batılılaştırıldı. İşte yıllardır İslam coğrafyasına vali misali atanan; emirler, sultanlar, bürokratlar vs. bu sinsi planın semeresidir. Bu plan, sür git devam etmektedir.
Tabi sonuçta doğal olarak beklenen felaket gerçekleşti. Ağacın içindeki kurt misali, kalplerine ve kafalarına Batı kültürü bulaşmış olan bu okumuş gençler, zaman içinde, ülkelerinin siyasetçileri, yüksek bürokratları, ordu komutanları, bakanı, başbakanı, cumhurbaşkanları, emirleri, kralları, kısaca her seviyeden idarecileri oldular.
Evet, koca çınar Osmanlı yıkılıp dağıldı. Peki, sonra ne oldu. 55 parçadan, elimizde kala kala Anadolu parçası kaldı. Peki, bu virüs sonra bizi kendi hâlimize mi bıraktı? Elbette değil. Diğer parçaların büyük bir kısmını yıllarca işgal altında tuttu. Sonra fiili işgal masraflı olmaya başlayınca sömürü çarkını daha sinsi bir şekilde devam ettirdi. İşte güya işgalden kurtulan bu ülkeler, yıllar önce Batı’ya gidip okumuş, yüksek lisans, doktora yapmış ama orada virüsü kapmış o gençlere teslim edildi. İsimleri Ahmet, Muhammed, Hasan, Ali’ydi ama kafaları, İngiliz, Fransız vs. idi. Ülke ve coğrafya işgalleri, eninde sonunda biter. Ama zihinlerin işgali, bitmek bir yana, kişiyi gönüllü birer köle yapar.
4. Batının Dürüstlük Hipnozu
Biz kendimizi bildik bileli Batı, İslam diyarında işgal, katliam, sömürü ve talanlarına devam ediyor. Yine biz kendimizi bildik bileli, herhangi bir İslam ülkesinden Batı’ya herhangi bir saldırı ve işgal girişimi olmamıştır. Zaten buna imkânları da yoktur. Ama Batı’nın İslam ülkelerine, mazlum coğrafyalara vahşi saldırıları hiç durmadı.
Öyle saldırılar ve sebep olduğu öyle yıkım ve dramlar ki, bunların binde biri Batı ülkelerinde olsaydı, kıyamet kopardı. Batı’nın sevgi, saygı, şefkat, merhamet, fazilet ve erdemden soyutlanarak robota dönüştürülmüş insanı, bu yaşananların binde birine tahammül edemez.
Yakın ve uzak tarihi incelediğimizde Batı’nın tarihi hep böyle zifiri ve hep karanlık. Batılıların ellerinde hep mazlumların hesapsız kanları var kıpkızıl. Kursaklarında da hep ve her zaman mazlumların emek ve nafakaları var.
Tüm bunlara rağmen Batılıların, “insan hakları,” “adalet,” “özgürlük” vb. insani değerlerden bahsetmeleri ne kadar da çirkin ve abes. Batı’nın bu hâli, fuhuş bataklığına saplanmış birinin, iffet ve namustan bahsetmesi gibi bir şey… Ama Batı, ne yapıp edip elindeki kitle iletişim imkânları, mazlum diyarların tüm köşelerine ustaca, sinsice ve sağlam bir şekilde yerleştirdiği her kesimden işbirlikçi hainleri vasıtasıyla, tüm bu çirkefliklerini ve zulümlerini örtmeye devam ediyor. Örtmek de ne ki! Üstüne üstlük kendisini mazlumların hamisi, ebedi özgürlük bekçisi, adaletin mercii olarak tanıtmayı da beceriyor. Tabi uyanık olmaz ve aymazsanız…
5. Mutsuzluklar Diyarı Batı
Batının çarşı, sokak, işyeri, AVM, lokanta vb. yerlerde dolaşan, çalışan vs. kadınlarını tabii hallerinde gördüğünüz zaman ne kadar acınacak durumda olduklarını hemen anlarsınız. Yorgunluk, bitkinlik, uykusuzluk, bıkkınlık, bunalım, buhran, stres, kısaca dert ve kederlerin bin türlüsü, simalarına ve her hallerine yansımıştır. Yani mutsuzluk her yanlarından adeta dökülmektedir.
Tabi bunlar, sağlıklı olup dışarı çıkabilenlerdir. Ama dışarı çıkmaya takati olanların en az iki katı ya “huzur evi” veya evinin bir köşesinde yapayalnız hâlde yaşayan bitmiş tükenmiş zavallılardır. Bu sebeple başta köy ve kasabalar olmak üzere, şehirlerin kenar semtleri terk edilmiş şehir görüntüsü verirler. Kiralar ateş pahası olmasına rağmen kiralık konut bulmak çok zor. Ama sokak ve caddeler değil gece, gündüz bile bomboş. Sokaklarda çocuk sesi duymak ise neredeyse imkânsız.
Peki, kadınlar böyle de erkekler çok mu mutlu ve şen şakrak? Elbette değil. Hayat müşterektir. Bir yanda robotlaştıran, kapitalist bir hayatın ağır yükü, diğer yanda mutlu ve huzurlu bir hanımdan ve aileden mahrumiyet… Dolayısıyla Batı kültüründe tüm şehirler ve ülkeler, mutsuz insanlar diyarıdır. Bir başka deyimle, kadının mutsuzluğu, tüm bir toplumun mutsuzluğu demek oluyor. Kendisi mutlu olmayan bir kadın, başkasını nasıl mutlu edebilir ki. Eşini, çocuğunu, toplumu ve ümmeti…
Neden Batı’da su yerine alkol tüketilmektedir? Sigara kadar esrar, eroin vb. uyuşturucular kullanılmaktadır? Hatta birçok Batı ülkesinde, uyuşturucu ticareti belli kurallar dâhilinde serbest bırakılmıştır? Peki, tüm bu rezalet, Batılı insanlar çok zengin ve dolayısıyla mutlu oldukları için mi? Elbette değil… Aksine bu, mutsuzluktan, gam ve kederlerinden kurtulmak içindir. Gam, keder, bunalım ve buhranlarını, sadece alkol teskin edemediği için çareyi uyuşturucuyu serbest bırakmakta buluyorlar. Ama nafile…
İlahi adalet zalimlerin yakasını bırakmayacaktır. Dünyaya zulüm ve mutsuzluk dağıtan Batı da mutsuzluk çukurunda debelenmeye mahkûmdur. Nitekim zulümlerinin cezasının bir kısmını, daha bu dünyada iken görmektedirler. En müreffeh (!) Batı ülkeleri, aynı zamanda uyuşturucu kullanımı ve intiharların da en çok yaşandığı ülkelerdir. Bu aynı zamanda ilahi adaletin bir başka tezahürüdür.
Batılılar ve onlara ram olan bizdeki kompleks sahibi, sosyete budalası sözde elitler, yıllarca Resûlullah (s.a.s.) ve ashabının (Allah onlardan razı olsun) yaşadığı “devr-i saadet”e, hep “orta çağ karanlığı” dediler. Her vesileyle bu devri karalamaya kalkıştılar. “Devr-i saadet” yani insanlığın bir kere yaşadığı ve bir daha yaşanmayacak olan mutluluk asrını nesillerin gözünde kapkara göstermeye çalıştılar ve hâlen de çalışmaktadırlar. Adil-i mutlak olan Allah da (c.c.) mutsuzluğun en zifiri olanına onları mahkûm etti.
Batı; içi göçmüş, takati kalmamış, çürümüş, pörsümüş, içinin çirkinliği dışına yansımış, ancak şeytani makyajlarla kendini cazibeli göstermeye çalışan cadı misali bir kocakarıyı andırmaktadır. Tabi aşırı makyaj ister istemez yer yer dökülür ve olabildiğince çirkin görüntüler sergiler. Uzaktan bakanlar bu zavallı ve perişan acuzeyi güzeller güzeli bir dilber gibi görmeye devam ederler. Ama nafile… Boya ve cilalar yılların getirdiği hakiki çirkinlik ve çirkeflikleri örtememektedir, Batı da zavallı hâlini bundan böyle örtemeyecektir.
6. Batı Hiçbir Zaman Medeni Olmadı
“Muasır medeniyet” “özgürlükler diyarı” vb. ifadeler; kof bir reklam ve büyük bir aldatmacadan ibarettir. İnsan merkezli bir medeniyet, öncelikle insani değerler üzerine inşa edilebilir. Ama akl-ı selim her insan, Batı’da insani değerlere kıyıldığını çok iyi bilir. Bunun bazı örneklerini bu yazımızda görmektesiniz. Batıda insanlar, adeta birer makineye, biyolojik robotlara dönüşmüşlerdir.
7. Batı, Saltanatını, İşgal, Sömürü ve Talan Üzerine Kurmuştur
Batı, bu uğurda soykırım, katliam vb. ne gerekirse yapmış ve yapmaktadır. İşte Almanya Namibya’da yüz bin civarında mazluma katliam uyguladığını 30 yıl sonra kabul edip özür diledi. Fransa da Ruanda’dan özür diledi. Sadece 1994 yılında bir planla Tutsi ve Husiler arasında çıkardığı bir iç savaşla, yarım milyon insanın ölümünü hazırladı. Şimdi “pardon” demekle yetiniyor. Kaldı ki, Fransa’nın hâlen sadece Afrika’da 14 sömürge ülkesi var. Buraların yer altı, yer üstü kaynaklarının tüm imtiyazları Fransa’nın kontrolündedir. Fransa 1961’den beri bu ülkelerin rezervlerini elinde tutuyor. Fransız hazinesi, Afrika’dan yıllık en az 500 milyar dolar kazanç elde ediyor.
Fransız destekli sivil toplum kuruluşları bütün dünyada nükleer santrallerin ne kadar kötü ve zararlı olduğunu savunan programlar ve protestolar düzenlemekteler. Fakat Fransa’da bugün 59 nükleer santral bulunuyor. Bu nükleer santrallerin uranyumu Nijer’in Agadez bölgesinden ve son yıllarda da Mali’den gelmekte. Altı bin kamyon, Agadez bölgesinden Togo’nun başkenti ve limanı Lome’ye uranyum madeninden ayrıştırılmamış cüruf taşımakta.
Hâlbuki Batılılara benzeri bir şey yapıldığı zaman, söke söke tazminat alıyorlar. Hatırlayalım ABD, düşen “Lockerbie” uçağından Libya’yı sorumlu tutmuştu. Libya Hükümeti bunun için 1,5 milyar dolar tazminat ödemek zorunda kalmıştı. Ama kendileri sayısız katliamların müsebbibidirler. Mecbur kaldıklarında da bu katliamları “pardon” ile geçiştiriyorlar.
8. Avrupa’da Zaman Sorunu
Malumdur ki, birçok insanın İslam’ı öğrenme ve yaşama konusunda, ileri sürdükleri mazeretlerden biri, bu iş için yeterli zaman bulamamaktır. Bu durum tabi ki, sadece Avrupa’da değil, tüm insanlık için geçerlidir. Örneğin birçok insan, “Başımı kaşıyacak zamanım yok; nasıl namaz kılayım, nasıl camiye gideyim, nasıl Kur’ân okuyayım?” vb. sözleri çok rahat bir şekilde ifade ederler. Evet, bu durum tüm kıtalar için de geçerlidir ama iş disipliniyle bilinen Avrupa’da, bu mazeret sanki daha çok dillendirilmektedir.
Hâlbuki disiplin, her konuda dezavantaj değil, aksine çoğunlukla muazzam bir avantajdır. Çünkü disiplin, prensiplere bağlı kalmayı ve aynı zamanda programlı yaşamayı da beraberinde getirecektir. Programlı bir hayat ise çok daha bereketli ve yararlı işlerle dolu dolu geçecektir. Hayatını programlı yaşayan bir insanın; işinin yanı sıra, kendisi, ailesi ve davasına da ayıracak zamanı daha da bol olacaktır.
Kaldı ki bir insan, İslam’ı öğrenme ve yaşama konusunda kendisine düşen görevlerini yerine getirdiği zaman, Allah (c.c.) onun zamanını bereketlendirecektir. Böylece kişi, daha kısa zamanda, daha çok işler başarmaya muvaffak olacaktır. Zira şükrün nimeti artırması, sünnetullahtır ve zaman, en değerli nimettir. İnsan, Allah’ın (c.c.) bahşettiği zaman nimetine şükredince, zamanının bereketlenmesi de sünnetullah gereğidir.
Şu hâlde ne Avrupa’da ne de başka bir yerde, bir Müslümanın Kur’an ve temel dinî bilgilerini öğrenme ve Allah’ın (c.c.) emirlerini yaşamaya engel olarak zaman bulamamayı bahane göstermesi, kabul edilir bir mazeret değildir. Meşhur tabirle “Aşığa Bağdat uzak değildir.” Yeter ki insan öğrenmek istesin ve gerekli gayreti sarf etsin. Görülecektir ki “İman varsa, imkân da vardır.” İsteyen herkes, istediği zaman, istediği yerde inancının gereğini yerine getirebilir. Öncelikle İslam’ı en güzel bir şekilde öğrenmek, sonra da en güzel bir şekilde yaşamak… Zira İslam’ı yaşayabilmek için, önce onu yeteri kadar bilmek gerekir. Subhâneke… Bihamdike… Esteğfiruke…