Bizi bizden eden, bize benliğimizi unutturan ve yolumuzu şaşırtanlar, ilk önce bize dünyaya neden geldiğimizi unutturarak başladılar. Ve biz geldiğimiz ve gideceğimiz yeri unuttuğumuz için kendimizi dünyanın cazibesine bıraktık. Asıl gayemiz bataklıktan kurtulmakken birden bataklık oldu gayemiz. Modernlik sandığımız şey bizi dünyaya bağladı.
Yaşamak için çalışırken, çalışmak için yaşamaya başladık. Daha iyi bir maaş daha iyi bir yaşam ve her şeyi zevk için yapmak oldu hedefimiz. Özendiğimiz batı da mana fakirliğini bize Müslümanları sömürerek unutturdu. Fakirliği de fakirlik içinde ölmemek için çırpınan kardeşlerimizi de unuttuk. Kalplerimiz dipsiz kuyu gibi kapkaranlık kaldı. Onu aydınlatacak olan vahyin kaynağı olan mukaddes kaynaklarımızı kitaplıklarda toz içinde bıraktık.
Artık tek bir hedefimiz oldu; daha iyi yaşam. Bunun için her şeyi göze aldık, ailemizi bile… Ne gerek vardı çocukla ilgilenmeye? Her şeye sahiptik sonuçta; daha ne olsun? Ne anne evin babasından ne baba kendi çocuğundan haberdardı. Dünyevileşme önce kalplerimize sonra ailelerimize işledi. Sonra da tüm ümmete.
Unuttuk… Her dönemde şeytan dünyayı gözümüze sokup bizi onunla kandırmaya çalışırken şeytanın Efendimizi de dünyayla kandırmaya çalıştığını unuttuk. Hani cahiliye devrinin en önde gelenleri, onu dünyalıkla davasından vaz geçireceklerini düşünmüştü. Cahiliyenin önde gelenleri, ilk önce kadın teklifinde bulundular, en güzel, istediğin kadınla evlendirelim dediler. Olmadı, sonra mal ve servet teklif edip seni en zenginimiz yapalım dediler. Sonra da makam teklifinde bulundular. Eğer istediğin makam ve riyaset ise seni başımıza lider yapalım dediler.
Resulullah ise şeytanın oyununa kanmadı ve “Sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler ben bu davadan vaz geçmem.” dedi. Bu hadis bize davanın büyüklüğünü ve meşakkatini gösterirken aslında önemli bir şeyi daha gözler önüne seriyor: 1400 yıl önce dünyanın cazibesi neyse bu yüzyılda da aynıdır. Şeytanın planı sabittir, ancak yöntemleri farklıdır. Ve her zaman da bizi kadın, mal ve makamla kandırmaya devam edecektir.
Bize düşen bu konuyla ilgili önce kendimizi sonra da ailemizi bilinçlendirmektir. Bu şekilde ilk önce fert sonra aile daha sonra da içinde yaşadığımız toplum gerekli bilince sahip olacaktır. Taklitçilikten çıkıp kendi değerlerimize dönmemiz, dünyaya batmaktan kurtulmak için ahiretin asasına tutunmamız ve en önemlisi nerden gelip nereye gittiğimizin farkına varmamız gerekiyor.
Kalplerin karanlık, camilerin boş, ezanların anlamsız olmasının önemli nedenlerinden biri de dünyevileşme hastalığıdır. Oysaki bu bir hastalıktır. Aklın gerçekleri görmezden gelip hayal dünyasında yaşamaya çalışarak kendini kandırdığı bir hastalık… Bu hastalığın tek şifasının Kur’ân ve sünnete sarılmak olduğunu bize unutturmaya çalışan bir yalancı dünya vardır. Bizler batının tuzağından kurtulup, tekrar İslâm çatısı altında yeniden birleşeceğiz inşallah. Tabii ki bu da ancak inandığımız gibi yaşadığımız zaman olacaktır.
Yahyâ bin Muâz Müslümanların hayatını şöyle tanıtmıştır:
“Ey insanlar! Görüyorum ki evleriniz Rum Kayseri’nin evlerine; lüks hayranlığınız, Kisra’nın tutumuna; servet peşinde koşmanız Karun’un anlayışına, saltanatınız, Firavun’un saltanatına; nefisleriniz, Ebu Cehil’in nefsine; gururunuz, Ebrehe’nin gururuna; yasayışınız, sefihlerin yaşayışına benziyor. Allah için söyleyin bana ümmet-i Muhammed’den olanlar nerede?”
Bu durum o zaman neyse şimdi de aynıdır, maalesef hiç değişmedi. O zaman insanlar neye düşkünse şimdi de aynı şey uğruna değerlerini ayaklar altına alabiliyorlar.
Biz “Kim bir kavme benzerse o, onlardandır.” hadisini unutuyoruz. Yahyâ b. Muâz onu bize tekrar hatırlatıyor. Dünyevileşme hastalığı hep aynıdır, sadece ona yakalananlar değişiyor. Şimdi soralım kendimize: Biz şimdi hangi kavimdeniz?