Hicrî ilk asırlardan beri bütün şaşaasıyla dünyanın âdeta gözünü kamaştıran İslâm Medeniyeti, aslına bakılırsa Avrupa’nın da üstadıdır. Zira ilim tahsil etmek isteyen Avrupalılar yüz yıllar boyu, tıpkı modern çağda Müslümanların Batı ülkelerine gitmesi gibi, yanı başlarında kurulan Endülüs Emevî Devleti’nin kapılarını aşındırmıştır. Böylece Müslümanlarla daha yakından tanışan Hristiyan dünyası tıp, mühendislik, biyoloji, matematik, fizik, astronomi gibi pek çok bilimde geliştiği gibi düşünce sistemi açısından da derinden etkilenmiştir.
Örneğin İbn Sîna’nın (v. 428/1037) el-Kânun fi’t-Tıb adlı eseri 1150-1187 yıllarında Tuleytula’da (Toledo) Latince’ye çevrilmiş ve Avrupa’da asırlarca okutulmuştur. Hatta bu eserin yine İslâm âlimleri tarafından yapılan şerhleri bile Latince’ye tercüme edilmiştir. Modern felsefenin babası sayılan Descartes’ın (ö. 1650) metodik düşünme yöntemini ve kullandığı pek çok kavram ve terimi başta İmam Gazzâlî (v. 555/1111) olmak üzere kadîm İslâm ulemasından ve İslâmî literatürden aldığı bilinmektedir. Bunlar gibi sayısız örnek vermek mümkündür.
Gerçek şu ki zaman içinde madde planında ilerleyen ve bir noktadan sonra âdeta dizginlerini koparan Batı, dünyası elde ettiği kuvveti, adaleti tesis etmek için değil güçsüzün kanını emmek için kullanmıştır. Hindistan’dan Afrika’ya, oradan Güney Amerika’ya kadar uzanan coğrafyalarda milyonlarca insanı köleleştirilmiş ve onların topraklarındaki zenginlikler çalınarak sözde bir “medeniyet” inşâ etmiştir. Bu çerçevede sömürgeciliğin kökenleri Antikçağ’a dayansa da bütün yönleriyle sistemli bir şekilde uygulanması 16. Yüzyılın başlarına rastlamaktadır. 19. Yüzyılın ortalarında giderek yaygınlaştırılan sömürgecilik 20. Yüzyılın başında yeryüzünün birkaç ülkesi hariç tamamının işgal edilmesiyle süregelmiştir. Dikkat edilirse dört-beş asrı kapsayan bu kritik ve uzun dönem, Osmanlı Devleti’nin duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerine tekabül etmektedir. Karşılarında onlara “dur” diyecek bir irade kalmayınca azgınlıkları da giderek artmıştır.
Batı ülkeleri yüzyıllarca süren bu sömürge faaliyetini hiç şüphesiz ki oryantalizmin verdiği destekle gerçekleştirmiştir. Oryantalizm Avrupa ile Asya arasında değişken tarihsel ve kültürel ilişki alanında; ayrıca 19. Yüzyılın ilk yarısından itibaren çeşitli Doğu kültür ve gelenekleri alanında uzmanlaşmayı kapsayan bir disiplini ifade etmektedir. Bu yolla elde edilen bilgiler ise siyasi amaçları gerçekleştirmek için kullanılmıştır. Örneğin Napolyon, Müslümanlar için en önemli kırılma noktalarından biri olan Mısır’ın işgalini, İslâm toplumunu her yönüyle okumaya ve analiz etmeye ayarlanmış bu yapının akademik takviyesiyle başarmıştır. Süreç, İslam medeniyetinin en temel kavramlarının, tarihinin, biliminin ve düşünce sisteminin oryantalist bakış açısıyla yeniden tanımlanmasıyla devam etmiştir. Zaman içinde oryantalistlerin en önemli görevi Müslümanları İslam’dan mümkün mertebe koparmak ve soğutmak olmuştur. Zira her ne kadar karşılarında mağlup ve sinik bir Müslüman âlemi varsa da bunların bir daha güçlenmemesi gerekmektedir. Öyle ya, Müslümanların ittihat edememesi ve eski kudretli günlerine dönmemesi için özellikle dini ilimler alanında ekilen her türlü fitne tohumu çok kritik önem arz etmektedir. Bu da başta Kur’ân’a, sonra Hz. Peygamber’in (sas) şahsi ve ailevi hayatına, hadislere ve nihayet sahabeye taarruzla mümkündür. Tabi bu faaliyet doğrudan değil ilmi çalışma ve araştırma kılıfıyla yapılmıştır. Sadece günümüz Türkiye’sinde düşünülen, konuşulan pek çok şeye bakıldığında oryantalistlerin fazlasıyla başarılı olduğunu da teslim etmek gerekir.
Neticede modern bilim ve teknoloji açısından Müslümanların Batı karşısında uğradığı mağlubiyet, tahsilli pek çok münevver (!) tarafından Batı’nın varıyla yoğuyla her bakımdan İslam Medeniyetini geçtiği şeklinde telakki edilmiştir. Bu da yüzlerin her açıdan Avrupa’ya dönmesine neden olmuştur. Oysaki tam da bu noktada çok temel bir yanılgı söz konusudur. Zira bilim, fen ve teknoloji alanında gelişme göstermeleri, onların mensup olduğu dinin ve kültürün bizimkinden üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Yüce Allah’ın âdeti, hangi dinden olursa olsun dünyevî ilimler konusunda gayret gösterene muvaffakiyet ihsan etmek şeklinde tecelli etmektedir. Avrupa her ne kadar zalim ve hırsız ise de aynı zamanda hakkını teslim etmek gerekir ki yüzyıllar boyu kıyasıya çalışmış ve başarılı da olmuştur. Çeşitli bilim dallarında yaptıkları keşif ve icatlar, askeri alanda kat ettikleri mesafe bir yana, oryantalizm özelinde konuşulacak olursa yine baş döndürücü bir birikime ulaştıkları yadsınamaz. Zira bizim aklımızın ucundan geçmeyen yüzlerce İslâmî eseri bundan 4-5 asır önce Arapçadan kendi dillerine tercüme ederek matbaalarda basmışlardır ki bunların çoğunun hâlen Türkçe tercümesi bulunmamaktadır.
Müslüman akademisyenlerin Batı’nın bu görünür/maddî zaferi karşısındaki ezikliğine gelecek olursak; esasen söyleyecek pek çok şey bulunmaktadır ancak bu yazının sınırlarına riâyet açısından en önemli gördüğümüz iki nokta arz edilecektir.İlki maddî terakki ile maneviyata meydan okunamayacağı gerçeğidir. Bütün maddî gelişmeler sadece madde sahasına aittir. Yani bilim ve teknoloji kimin elinde ve ne kadar gelişirse gelişsin dini esaslar bundan etkilenmez. Örneğin madde nakli ve hatta insanın ışınlanması da gerçekleşse, insanlar Mars’ta koloni de kursa melek ve cinlerin varlığı, mucizelerin hak oluşu, namazın rekât sayısı gibi hususlarda değişiklik olmaz. Bunlar değişmediği gibi sahih sünnete ve hadislere teslimiyetimizde, sahabeye hürmetimizde, kadim ulemaya itimadımızda da bir değişiklik olmaz. Zira bunlar maddî teknoloji alanına giren ve zamanla değişen şeyler değildir. Ne var ki Müslümanların bir kısmı Batı’nın maddî terakkisi karşısında kendi inanç ve kültüründen şüphe eder bir duruma düşmüş; âdeta “Onlar buna bu gelişmişlik seviyesiyle beraber inanmıyorsa/bundan şüphe duyuyorsa ben de inanmamalıyım/şüphelenmeliyim” tarzı bir aşağılık kompleksine girmiştir. Bu da sonuç itibarıyla kendi öz saygısını kaybetmek ve daima Batı karşısında bir şeylerinden utanan, cesaretsiz ve ezik bir tavrı doğurmuştur.
İkinci nokta ise İslami meselelere oryantalistlerle Müslüman araştırmacıların farklı zaviyelerden bakıyor olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla dini ilimlerde objektiflik, hele ki Müslümanların en temel İslâmi meselelerdeki objektifliği bir safsatadan ibarettir. Zira her ne kadar fennî/maddî ilimlerde objektiflik mümkünse de dini ilimlerde bu mümkün değildir. Söylemek istediğimiz şudur: Örneğin bir matematik teoremi, bir fizik formülü, bir makinenin çalışma prensibi, bir tıbbî buluş gibi şeylerde bütün insanlık ortak bir havuza dâhildir. Bu bilimlerin salt bilim olarak öyle yahut böyle olması, gelişmesi, değişmesi, dönüşmesi gibi süreçler; hangi dine mensup olursa olsun, hatta dinsiz de olsa doğrudan hiç kimsenin itiraz edeceği bir şey değildir. O halde bunlarla ilgili bir objektiflikten bahsedilmesi mümkün olabilir. Buna karşın dini konularda ilkin iman ve teslimiyet gelmektedir. Fareye tapan Hintliler bile bu bâtıl inançlarını tartışmazken Müslümanların her noktasından akıl, mantık ve burhan fışkıran bir dini tartışma konusu edinmeleri düşünülemez. Dolayısıyla bizler Hz. Peygamber’in (s.a.s.) son peygamber, Kur’ân’ın da ona gönderilmiş olan son ilâhî mesaj olduğuna iman eden kimseleriz. Söz konusu iman; Allah-varlık-insan-saâlih amel-âhiret ekseninde her şeyi kuşatan ve anlamlandıran bir paradigma inşa etmiştir. Bu paradigmanın üzerine de on dört asırlık bir medeniyet inşa edilmiştir. Genelde gayrimüslimler, bunlar arasında da İslam sahasında araştırma yaptıkları için hassaten oryantalistler söz konusu imandan ve temelini ondan alan medeniyetten ve bakış açısından mahrumdur. Dolayısıyla bazı istisnalar haricinde, İslâm’a ait araştırdıkları her şeyi karalamak, tenkit etmek, hiç değilse açık yakalamaya çalışmak niyetiyle yaptıklarında şüphe yoktur. En iyi niyetlileri bile iman gözüyle bakamadıkları için en fazla “objektif yaklaşıyoruz” diyebilir. Kaldı ki zihnî arka planda Hristiyan veya Yahudi teolojisi varken İslam’a objektif yaklaşmaları da mümkün değildir. Hadi farzımuhal bunu mümkün kabul edelim; onlar bunu söylese de bir Müslüman ilahiyatçının, akademisyenin bunu söylemesi imkânsızdır. Zira Müslüman olmak zaten taraf olmaktır, taraflı olmaktır, onların kabul etmediği bazı şeyleri kabul etmiş/iman etmiş olmaktır. Dolayısıyla dini ilimlerle meşgul bir Müslüman ilahiyatçı, araştırdığı meseleye oryantalistler gibi bakmaya yeltendiği anda mağlubiyetini ilan etmiş olmaktadır. Zira Müslümana düşen şey Müslüman nazarıyla bakmaktır. Bu meyanda kastımız elbette ki oryantalistlerin yaptığı çalışmaları inkâr etmek yahut gerektiği zaman onlardan istifade etmeyi reddetmek değildir. Ne var ki pek çok akademisyenin bunu yaparken onların bakış açısını da benimsediği ve kendi dini doğrularına tıpkı bir gayrimüslim gibi bakıp ümmetin icma ettiği en temel kabulleri bile tenkide ve inkâra yeltendiği görülmektedir.
Söz gelimi Müslüman âlimler Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna iman ettikleri için, zâhir nazarda birbirine muhalifmiş gibi görünen âyetleri te’vîl yoluna gitmiştir. Müşkilü’l-Kur’ân ilmi bu sâikle doğan bir ilimdir. Peki, Kur’ân’a iman etmemiş bir kimse için böyle bir yaklaşım mümkün müdür? Elbette ki hayır! Zira iman nazarıyla te’vîl edilen hususlar sözüm ona “objektif” ancak gerçekte münkirâne olan bir nazarda çelişki olarak kalmaya devam edecektir. Hatta değil âyetler hakkında şüphe etmek, senedi sıhhatli sayılan hadis rivâyetleri bile İslam âlimleri tarafından inkâr edilmemiş ya izâhı ya te’vîli yapılmış, bunlar olmuyorsa tevakkuf yoluna gidilmiştir. Daha farklı örnekler vermek de mümkündür. Oysaki günümüzdeki Müslüman ilahiyatçı portresine baktığımızda; güya “akla” yatkın olmayan hadislerin inkârı, Kur’an kıssalarının ve dolayısıyla mucizelerin sembolik sayılması, melek ve cinlerin varlığının reddedilmesi, hatta Kur’an’da açıkça geçen çoğu hususun bile türlü çeşit te’vil ve saptırmalarla tağyire çalışılması artık sıradanlaşmış durumdadır.
Kısacası Batılı gayrimüslimlerin madde planında terakkisi, dini ilimlerde de gelişmiş oldukları anlamına gelmez. Bunun böyle olduğu, ekseriyetinin artık ateizmi yahut deizmi seçtiği belirtilen Avrupa toplumlarının, madden refah içinde yüzmelerine rağmen ruhen girdikleri çöküntü ve bunalım haliyle ortadadır. Ne var ki bazı Müslümanlar bu manzarayı hâlâ ağzı açık bir şekilde ve öykünerek izlemektedir. Bu hayranlık ve buna bağlı olarak oryantalizm hayranlığı; oryantalistik taarruzlara karşı iradeleri âdeta felç etmektedir. Böylece zehirlenmiş, Müslümanca bakma yeteneğini ve teslimiyetini yitirmiş kafaların İslâm’a, Kur’ân’a ve İslâmî ilimlere bir Müslüman gibi bakması, düşünmesi ve yaklaşması ise imkân haricindedir. Müslüman akademisyenlerin onlara kayıtsız şartsız teslim olması; en azından taklit etmesi yahut onların bakış açılarının etkisine girmesi her hâlükârda zararı netice vermektedir. Kimileri kendini çok akıllı, çok bilmiş, çok aydın zannederken içinde bulunduğu psikoloji, aslında celladına âşık olmak ve fakat çoğu zaman bunun bile farkında olamamak gibi acınılası bir haldir. İşte başlıkta yer alan yenilmişlik ve tükenmişlik psikolojisi tam da bu hâle işaret etmektedir.