Çocukluğumda ileri derecede kekeme olmaktan dolayı, konuşmaya başlamadan önce kelimeleri içimde onlarca kez tekrarlıyor, ama dile dökmeye gelince bir türlü telaffuz edemiyordum. Ailemin maddi durumu iyi olmadığı için babam beni doktora götüremiyor, tedavi ettiremiyordu. Bu durum, beni ve ailemi çok üzüyordu. Kimse beni dinlemeye sabır gösteremiyordu. Çünkü, üç-beş kelimelik bir cümleyi 5-10 dakikada ancak söyleyebiliyordum. Dilim dönmediği için harfleri uzattıkça uzatıyordum.
Derken okul çağına gelmiştim. Her çocukta olduğu gibi bende de bir telaş ve heyecan vardı. Nihayet, okula kaydım yapıldı. 1970’in Eylül’ü idi. Yer, Elazığ ili, Palu ilçesi, Güllüce Köyü. Ancak, okula ve öğretmene dair onlarca soru işareti zihnimi meşgul ediyordu. Zihnimdeki en önemli soru, okulun içine ayakkabı ile girilip girilemeyeceği idi. Sanırım bu soru, çocukluğumda okul ile cami arasında kurduğum ilişkiden kaynaklanıyordu. Zira, köyümüzde çatılı sadece iki bina vardı. Biri köyün camii, diğeri de okulu idi. İkisinin de içini hiç görmemiş, sadece uzaktan görmüştüm. Ama ikisinin de “yüce” birer kurum olduklarını idrak edebiliyordum. Köyde camiye gidenlerin her seferinde ayakkabılarını çıkardıklarını gördüğüm için, köyümüzün diğer çatılı binası olan okula da ayakkabıyla girilmeyeceğini sanıyordum, ama emin değildim. Ancak ne yazık ki, merakımı gidermek için kimseye soru da soramıyordum. Çünkü, konuşmak bana işkence gibi geliyordu.
İlk gün, açılış töreninden sonra öğretmenimiz bizi içeri aldı. Önümde yürüyen çocukları dikkatle takip etmiştim. Onların ayakkabı ile içeri girdiklerin görünce ben de içeri dalmıştım. Böylece okul ile caminin bir farkını öğrenmiştim. Okulumuz iki derslikli olmasına rağmen, tek öğretmenimiz olduğu için, beş sınıf bir derslikte öğrenim görüyorduk. İlk günde, çocuklar sıra kapma mücadelesi verirken, ben de, benden birkaç yaş büyük bir akrabamın iki sıra önüne oturdum. Oturdum ama, sorularım bitmiyordu. Acaba okulda bir şeyler yemek-içmek yasak mıydı? Acıkınca ne yapılırdı? Ya öğretmen kekeme olduğumu anlarsa? Gibi sorular zihnimi meşgul ediyordu. İnsanın korktuğu başına gelirmiş derler ya, aynen böyle, eylül ayı olmasına rağmen ilk gün, ilk derste bir öksürük tutmaz mı? Ama ne garip ve ne korkunçtur ki, teneffüs zili çalana kadar öksürüğü gırtlağımda tutmuştum. Okulda öksürmenin de yasak olabileceğini düşünerek kendi kendimi frenlemiştim. Çünkü, bizden yaşça büyük öğrencilerin ve aile büyüklerimizin küçükken okul hayatına dair zihnimize işledikleri en önemli imaj “yasak-dayak-korku” üçgeninde oluşuyordu. Öğretmene dair ise, inzibat memuru tipi canlandırılıyordu zihnimizde. Yani, okul hayatı eşittir, “dayak pedagojisi” idi. Biraz daha büyüyünce fark etmiştim ki, köyde sadece öğretmen korkusu yoktu. Devlet korkusu, vali-kaymakam korkusu, polis-jandarma korkusu, muhtar-aza korkusu, şeytan korkusu, cin-peri korkusu ve nihayet anne-baba korkusu da, korkular hiyerarşisinde yerini almış ve her korku kaynağı bir yasak alan tayin etmişti. Korku ve yasak, sevgi ve özgürlüğü boğmuştu. Böylesi ortamlarda, bir çocuk için sevgi, önemli bir ihtiyaçtır.
Bu öykü, yasaklar ve korkular ikliminde “sevgi” ile tanışmamı konu edinmektedir. Birinci sınıfta okulun yalnızları arasında iken,ikinci sınıfta okulun yıldızlarından olmuştum. Kendimi keşfetmiştim. Korkularımı yenmiş, yasak alanı daraltmıştım. Artık çocuklar konuşmalarıma kahkaha patlatmıyorlardı. Başarım nedeniyle saygınlık kazanmıştım.
Yine okuldaki ilk günüme dönersek; aksilik gelince üst üste gelirmiş derler ya, aynı günün ikinci ders saatinde de yüreğimi kavuran bir susuzluk hissetmeye başladım. Susuzluk, öksürükten daha çekilmez olmalı ki, dayanamadım ve öğretmenin dalgın olduğu bir anda kapıdan dışarı fırladım. Köyün meydanında akan çeşmeden kana kana su içtikten sonra okula geri döndüm. Sınıfın kapısının çalınarak içeri girilmesi gerektiğini henüz bilmediğim için rastgele içeri daldım, dosdoğru sırama yöneldim. Öğretmen sınıfın ortasında kolumdan yakaladı. Dizlerinin üzerine çökerek boyunu boyuma ayarladı. Bir şeyler söyledi, ama hiç bir şey anlamadım. Sonra kulağımın dibine bir tokat indirerek, yerime oturmamı işaret etti. Çocuktum, ağlamam gerekiyordu. Ama ağlamadım değil, ağlayamadım. Çünkü bize, okulda ağlamanın da yasak olduğu anlatılmıştı. Derken, göz yaşlarımı kol manşetlerimle silerek yerime oturdum.
İki sıra arkamda oturan dayımın oğlum Cemil’e ağlamaklı bir bakış attım. Cemil, o yıl üçüncü sınıfı okuyordu. Kendisinden neyi sormak istediğimi, ama konuşma güçlüğü nedeniyle soramadığımı anlamış olmalıydı ki: “Bundan sonra susayacak olursan, parmağını kaldır ve “Öğretmenim çeşme” de” dedi. Böylece “çeşme”, okulda ilk öğrendiğim Türkçe kelime oldu. Bu nedenle “çeşme” kelimesini çok seviyorum. O günden sonra, susadığım zaman parmağımı kaldırır “Öööyetmemenim çeçeşçeşme” diyor ve öğretmen de sağ olsun bana gerekli izni veriyordu. Ama ne yazık ki, okuldaki ilk günüm çok kötü geçmişti. O günkü bütün tecrübem, okula ve öğretmenlere dair duyduklarımı doğrular gibiydi. Kötü bir başlangıç yapmış olmam ve konuşma özürlü olmamın verdiği kompleks nedeniyle okuldan soğumuştum. Okuldaki herkesin benimle alay ettiğini sanıyordum. Okulun duvarları üstüme üstüme geliyordu. işkence tarzındaki bu hayat anlamsız bir şekilde sürüp gidiyordu.
Köyümüzde o zamanlar ve hala öğretmenler çok itibar görürler. Bu nedenle, öğretmene yakın olmak, onun özel hizmetini görmek, evine konuk olmak veya onu evinde ağırlamak çok büyük bir paye sayılır. Öğretmenin sosyal ilişki içinde bulunduğu kişiler, kendilerini onurlandırılmış kabul ederler. Öğrencilerin öğretmene yakın olması çok daha önemliydi ve bunun bazı yöntemleri vardı. Kız öğrenciler, onun çocuklarına bakmaya bayılıyorlardı. Bunu yapmak için aralarında yarışıyorlardı. Erkek öğrencilerin en rağbet ettikleri iş ise, köyün çeşmesinden öğretmenin ailesi için su taşımaktı.
Evli ve bir çocuk babası olan öğretmenimiz, her sabah, elinde bir su kabıyla lojmanının kapısında görününce, öğrenciler, kendisine su taşımak için yarışa girerlerdi. Çünkü bu, öğrenciler için bir mutluluk ve onur kaynağıydı. Ne var ki, ne fiziksel gücüm ne de iletişim becerim, bu onurlu göreve talip olmama imkân veriyordu. Bu nedenle de ben sadece uzaktan seyretmekle yetiniyordum. Ama sanırım öğretmenimiz de bunun farkındaydı. Bir gün, iyi hatırlıyorum, güneşli bir sonbahar sabahıydı. Öğretmenin, her günkü gibi okulun hangi gözde öğrencisine su getirtme görevini vereceğini beklerken, nihayet lojmanın kapısı açıldı. Öğretmenimiz her zamanki vakur haliyle, elinde, çinko kaplama olduğunu çok iyi hatırladığım bir çaydanlıkla kapıda göründü. Çaydanlığı çeşmeye gönderecek ve çay yapmak için taze su getirtecekti. Bütün öğrenciler kapıya hücum ettiler. Tabi ki böyle bir göreve layık görülmeyeceğimi düşündüğüm için, her zamanki gibi kenarda durmuş mahzun mahzun olup bitenleri izlemekle yetiniyordum. Çocuklar öğretmenin başına üşüşmüşlerdi. Nasıl olduysa öğretmen eliyle beni işaret etti. Yanına varabilmem için çocuklardan yolu açmalarını istedi.
Bütün gözler üzerimdeydi. Okula başladığım günden beri en mutlu anımı yaşıyordum. Çünkü fark edilmiştim. Bana da normal çocuklara davranıldığı gibi davranılıyordu. Konuşma özürlü bir çocuğa da güvenilmişti. Onun da diğer çocuklar gibi öğretmene temiz ve sağlıklı su taşıyabileceğine inanılmıştı. Bu, beni inanılmaz derecede mutlu etmişti. Okula başladığım günden beri ilk mutlu anımı yaşıyordum. Kalabalığı yara yara öğretmenin yanına vardım. Henüz, Türkçe söylenenleri anlamadığım için, “şu çaydanlığa çeşmeden su doldur getir” anlamında bir şeyler söylediğini tahmin etmiş ve cevap vermek yerine işaret yoluyla “evet” demiştim.
Fakat, öğretmenin söyleme tarzı, vücut dili, özellikle de bakışları o zamana kadar kendisinde rastlamadığım yoğunlukta sevgiyi, merhameti, muhabbeti, halden anlamayı ifade ediyordu. İki ay kadar önce elinden dayak yediğim ve nefretimi kazanan kişi, şimdi sevgi dolu bakışları ile, benden daha mazlum olan yüreğimi ısıtıyor, sarıyor, sarmalıyordu. Unutulmaz bir andı benim için. ilk defa kendimi ispatlama fırsatı verilmişti bana. Bunu iyi değerlendirmeliydim. Bunu başarırsam, öğretmenin bu onurlu görevi tekrar tekrar bana vereceğini düşünüyordum. Nitekim böyle de oldu. Derin bir sorumluluk ve ciddi bir vazife bilinciyle çeşmeye vardım. Suyu doldurarak çaydanlığı öğretmene getirdim. Çok sevinçliydim.
Öğretmen o günden sonra bana tekrar tekrar bu görevi verdi. Öyle ki diğer çocuklar beni kıskanmaya başladılar. Kendimce, bu görevin hakkını verdiğim için bana verildiğini düşünürken; meğer öğretmen de, mesleki tecrübesiyle, kendisine su taşıdığım günlerde daha mutlu, istekli, katılımcı olduğumu gözlemiş; konuşma güçlüğümün “aktiflik ilkesiyle” geçebileceğini; okulda kendisinin ve arkadaşllarımın ilgi ve sevgisini yoğun biçimde hissedersem iyileşebileceğimi düşünerek sık sık hoşuma giden işler yaptırıyormuş. Bu amaçla beni okula bağlamaya çalışıyor, bilerek ve isteyerek bana bu görevi veriyormuş. O günden sonra takriben birkaç ay süreyle bir şeyler öğrenmekten çok, öğretmene su taşıma mutluluğunu yaşamak, onun sevgi dolu bakışlarını görmek, sıra aralarında dolaşırken başımı okşama fırsatını yakalamak, adımla hitap ettiğini duymak için gitmiştim.
Birinci sınıfta orta halli bir öğrenciyken (hatırladığım kadarıyla “orta” dereceyle sınıfı geçmiştim), ikinci sınıfın ortalarında dilim çözülmüştü. Türkçeyi de az-çok öğrenmiştim. Öğretmenim, doktorum olmuştu. Artık konuşabiliyordum. Öyle ki, çocukluğumu bilen bazı dostlarım, ara sıra konuşmanın dozunu kaçırdığım zaman, “çocukluğunda konuşamamanın acısını çıkarıyor, bırakın konuşsun” şeklinde takılırlar.
İnanıyorum ki, öğretmenleri sevgiden yoksun bir milletin geleceği karanlıktır. Çünkü, bir milletin öğretmenleri sevmeyi başarmadıkça, öğretmeyi başaramaz. Öğretmenimin sunduğu sevgi ortamında ikinci sınıfta başarı düzeyim yükseldi. Birinci sınıfta okulun yalnızları arasında iken, ikinci sınıfta okulun yıldızlarından olmuştum. Kendimi keşfetmiştim.Korkularımı yenmiş, yasak alanı daraltmıştım. Artık çocuklar konuşmalarıma kahkaha patlatmıyorlardı. Başarım nedeniyle saygınlık kazanmıştım. Başarı temelinde kendimi ispatlama imkanı bulduğum için, öğretmene su taşımanın ötesinde kendisine yakın olmuştum. Artık ayaklarım değil, yüreğim beni okula taşıyordu. Ve bunu öğretmenimin merhamet ve muhabbet odaklı hikmetli yaklaşımı sağlamıştı. Onun bu yaklaşımı, beni, ülkeme ve insanlara kazandırdı.
Adı, Zülküf YILMAN olan kader çizgimin bu önemli aktörünü, iş hayatına atıldıktan sonra yıllarca aradım. Bulup elini öpmek, sizinle paylaştığım bu öyküyü, öykünün kahramanı olarak kendisiyle paylaşmak istiyordum. Ama bir türlü izini bulamıyordum. Derken, günün birinde içinde bulunduğumuz koşullar gereği iyiliğimizin dokunduğu ve daha önce hiç tanımadığımız bir vatandaş, öğretmen olduğumuzu anlayınca, “Zülküf” adında bir öğretmeni tanıyıp tanımadığımı sordu. Nasıl tanımazdım. 33 yıldır özlemini çektiğim öğretmenimi soruyordu. Meğer, Zülküf öğretmenim, tesadüfen işi bize düşen genç arkadaşın kayın babasıymış. Allah’ım ne büyük tesadüf. Çok mutlu olmuştum. İlk şoku atlatınca, insanlığın ortak tecrübesinden süzülerek günümüze gelen şu cümlelerin dudaklarımdan döküldüğünü fark ettim: “İyilik eden, iyilik bulur.” Öyle ya, Zülküf öğretmenimin üzerimde çok emeği vardı. Öğretmenliğin ötesinde iyiliği vardı. Sevgisini vermiş, onun gücüyle bir kez olsun doktor yüzü görmeden iyileşmemi sağlamış, daha da önemlisi SEVMEYİ öğretmişti. Ve ilahi hikmete bakın ki Zülküf öğretmenin 33 yıl önce yaptığı iyilik, benim üzerimden onun çocuklarına, ülkesine ve milletine geri dönüyordu. Hemen telefonunu alıp öğretmenimi aradım. Sevinç, özlem, heyecan, gurur duygularım birbirine karışmıştı. Onunla konuşurken çocukluğumu tekrar tekrar yaşadım. Sevgisini bütün hücrelerimde hissettim. Konuşurken, babamın adı ve okul numaramın yanında, yüz hatlarımın bir çok detayını hatırladığını gördüğüm zaman, bir daha anladım ki yıllar bir öğretmenin sevgisini eskitemiyor. Ve inanıyorum ki, öğretmenleri sevgiden yoksun bir milletin geleceği karanlıktır. Çünkü, bir milletin öğretmenleri sevmeyi başarmadıkça, öğretmeyi başaramaz.
Teşekkürler Öğretmenim. Size minnettarım. Yüreğimin en güzel yeri daima sizin içindir.