Üzerinde duracağımız husus, bir tefsir örneği olarak Fî Zilâli’l-Kur’ân. Fakat Fî Zilâli’l-Kur’ân’ı bir örnek olarak takdim edebilmek için ondan önce üzerinde durmamız gereken bazı hususlar ve bilgiler vardır. Bunun için Seyyid Kutub’un ilmi ve fikri kişiliğini tanımamız gereklidir. Çünkü Türkiye’de Seyyid Kutub’un kişiliği ile alakalı olarak çok asılsız ve yanlış şeyler konuşuluyor. Mesela Seyyid Kutub’un bir zamanlar Sosyalist olduğu gibi. Aynı zamanda Fî Zilâli’l-Kur’ân ile alakalı olarak da çok yanlış değerlendirmeler var. Bunlardan birisi Seyyid Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân’ının sosyolojik bir tefsir olduğu iddiasıdır.
Seyyid Kutub
Seyyid Kutub, doğuştan beri Müslüman bir ailede yetişmiştir. 9 yaşında Kur’ân hafızı olmuştur. Babası dinine oldukça bağlı ve aynı zamanda da münevver bir insandı. Zamanın Mısır’ında köy şartları içerisinde günlük gazete takip eden bir insandı. Radyo ajanslarını dinleyebildiği kadar dinlerdi. 1900’lü yılların Mısır’ını düşündüğümüz zaman, bunun çok yüksek bir seviye olduğunu rahatlıkla anlarız.
Seyyid Kutub’un annesi de aynı şekilde gayet dinine bağlı, dinini bilen, dilinde ve kalbinde zikir olan bir hanımefendiydi. Bu şartlar altında Seyyid Kutub köyde yetişti. Erken zamanda babasını kaybetti. Sonradan Kahire’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Kısacası annesini de babasını da erken yaşta kaybedince kendisi henüz öğrenci iken dört kişilik ailenin aile reisliğini yapmak zorunda kaldı. Seyyid Kutub daha o yaşta kardeşlerine hem abilik hem babalık hem de öğretmenlik yapıyordu.
Bu yönüyle bu sorumlulukların Seyyid Kutub’un kişiliğinin gelişmesinde, olayları idare etmesinde ve şartları anlayıp kavraması noktasında ona özel bir beceri kazandırdığından da şüphe etmemeliyiz.
Seyyid Kutub ve İlmi Kişiliği
Seyyid Kutub iyi bir edebiyatçı olarak yetişti ve yüksek tahsilini de edebiyat üzerine yaptı. İlk yazıları ve çalışmaları da edebi çalışmalardır. O zaman için Mısır ortamında egemen olan İslâmî edebiyattı. İslâmî edebiyatın da iki tane önemli kanadı vardı. Birincisini Abbas Mahmut el-Akkât, diğerini ise Tevfik el-Hâkim temsil ediyordu. İkisinin de eserlerinden bazıları Türkçeye çevrilmiştir. İkisi de kendi alanında gerçekten üstün edebiyatçı şahsiyetlerdir. Her ikisi de Müslüman kesim içerisinde müstakil bir edebi akımı temsil ediyordu. Seyyid Kutub zaman zaman Tevfik el-Hâkim ile Abbas Mahmut el-Akkât’ın eğilimleri arasında gidip gelmekle birlikte bir süre sonra kendisi her iki edebi yaklaşımda ve tarzında birtakım eksikliklerin olduğunun farkına varmış olacak ki “en-Nakdu’l Edebî Usûluhû ve Menâhicuhu” adıyla edebiyat eleştirmenliği alanında bir eser kaleme almıştır. Benzerini görmediğim ve okumadığım düzeyde seviyeli bir kitaptır. Kitabın isminin manası; edebiyat eleştirisi veya edebi eleştiri asılları, esasları ve yöntemleridir. Türkçede bu alanda ciddi manada yazılmış fazla eser bilinmemektedir. İsmet Özel’in Şiir Okuma Rehberi, Necip Fazıl’ın Poetikası vesaire gibi eserleri saymayacak olursak -daha önce yazılmış olan eserler bir tarafa- muhtelif yazılar yazılmıştır. Fakat edebi tenkit nasıl yapılır? Neye göre yapılır? Edebi tenkidin riayet etmesi gereken esaslar nelerdir? Doğrusunu isterseniz Seyyid Kutub erken dönemde bu kitabı yazmış olmakla birlikte, daha o zamandan bir nesir zirvesi olduğunu ortaya koymuştur. Nesirde zirve olmak demek kısaca şudur: Kelimelerin ve cümlelerin hakkını sonuna kadar vererek yazmak demektir. O cümleyi anlamak için okuyucunun özel bir bilgi ve kültürel seviyesinin olması ve bu kültürel seviye ile birlikte o yoğunluğu kavramak için çaba harcamak, zihinsel bir efor harcamak zorunda olması demektir. Seyyid Kutub böyle yazan bir insandır. Erken dönemlerden beri bu düzeyi tutturmuş ve yakalamış bir insandır. Bu manada diyebilirim ki Seyyid Kutub’un bir yazar olarak uzun bir çıraklık döneminin olduğunu kimse söyleyemez. Çıraklık dönemini ve kalfalık dönemini çok süratli bir şekilde aşmış ve kalem ustalığını yakalayabilmiştir. Bu ustalığı, yaşadığı ortama ve Seyyid Kutub’un gençliğinden beri son derece çok ve seçici okuyan biri olmasına, Arapçayı ve bildiği İngilizceyi bu manada da çok güzel bir şekilde kullanıp değerlendirmesine bağlıyorum.
Telif Hareketi ve Fî Zilâl
Seyyid Kutub durduk yere tefsir yazmadı. Tefsiri yazmadan önce tefsirine hazırlık olarak diyebileceğimiz eserlerinin olduğunu görüyoruz. Seyyid Kutub kendi değerlendirmesi ile fikir hayatını iki döneme ayırıyor. Çoğunuz duymuşsunuzdur bu dönem ayrımını. Dönemleri şu; onun cahiliye dönemi olarak adlandırdığı dönem ve sonrası. Peki, bu cahiliye döneminde yazdığı eserler hangileridir? O, az önce bahsettiğim edebi tenkid, usul ve yöntemleri ile birlikte edebi birtakım çalışmaları kastetmemektedir. Özellikle Müslüman olarak İslâmî eğilimle yazdığı eserlerin bazılarını kastetmektedir. Bunlar arasında neler vardır? İslam’da Sosyal Adalet, İslam ve Kapitalizm Çatışması, Cihan Sulhu ve İslam, İslam ve Medeniyetin Problemleri. İslam ve Medeniyetin Problemleri. Belki o döneme girmeyebilir fakat ilk zikrettiğimiz 3 eser bunlar arasına giriyor. Peki, niye bunlara cahiliye döneminin eserleri diyor? Çünkü diyor ki: “Henüz o eserleri yazdığım zaman İslam’ın tevhidi esas alan o kapsamlı ve kuşatıcı anlayışını kazanamamıştım.” Bana sorarsanız Seyyid Kutub rahmetullahi aleyh ya mütevazılık yapıyor veya biraz kendisine haksızlık ediyor. Çünkü İslam’da Sosyal Adalet eserini okuduğunuz zaman orada Seyyid Kutub’un İslam’ı ne kadar bütüncül anladığını ve kavradığını çok rahat bir şekilde görebilirsiniz. 80’li yıllarda bu eseri ikinci olarak Türkiye’de ben tercüme ettim. Tercüme ettiğim zaman Seyyid Kutub’un bu esere nasıl “benim cahiliye dönemimin eseri” dediğini bir türlü kavrayamamıştım. Sonradan şöyle bir değerlendirme yaptım: Seyyid Kutub’un “benim cahiliye dönemi eserlerimden” dediği o eser, o zaman için ve hala da Türkiye’de İslâmî düşünce ve İslam’ı anlamak noktasında oldukça önemli ve seviyeli bir eserdir. Kendisinin tevhidi esas alan yaklaşımla yazılmış eserlerinden olmadığını söylediği bu eserle bile aslında bu çizgiyi fevkalade yansıttığını rahatlıkla görebiliriz.
Eserlerinden bir diğeri de Kur’ân’da Edebi Tasvir’dir. Mutlaka okumanız gereklidir. Kendi adıma o kitabı okuduktan sonra Kur’ân okurken daha zevkle okumaya başladım. Kur’ân’dan daha çok zevk alır oldum. Kur’ân’ı daha güzel anlar oldum. Küçüklüğümden beri “Vedduha, velleyli iza seca”yı ezberlemiştim ama “velleyli İza seca” ayetini Kur’ân’da Edebi Tasvir kitabını okuduktan sonra zevkle, Kur’ân-ı Kerim’in edebi yüceliğini o ayette daha iyi anladım. Çünkü geceyi Türkçeye nasıl tercüme ediyoruz? Gece karanlığını örttüğü zaman veya karanlığıyla etrafı örtüğü kapattığı zaman. Mana bu değil. “Seca” nedir biliyor musunuz? Yatağınıza yattığınızda ayaklarınızın ucundan yorganı alıp başınıza doğru çekiyorsunuz ya. Adım adım geliyor. İşte “Seca” böyle bir örtmenin adıdır. Gece de dünyayı aynı böyle kapatıyor. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesindeki mucizevi anlatımı burada ve birçok ayet-i kerimede Kur’ân’da Edebi Tasviri okuduktan sonra fark ettim. “Velleyli iza ‘as’ase” gibi birçok hususları anlattığı zaman bu kelimelerin Arapçada sözlükte öz olarak ne manaya geldiğinden hareketle o ayet-i kerimenin çizdiği tasviri anlatıyorsunuz zaten. O ayetin nasıl bir tablo çizdiğine dair 3 kelime okuyorsunuz gözlerinizin önünde bir tablo çiziliyor. Ayet-i kerimenin bu şekilde bir anlam ihtiva ettiğini gördüğümüz zaman ve bir de ufak tefek biraz coğrafya bilginiz varsa ayetteki mucizevi tabloyu anlamış oluyorsunuz.
Sabah nefes alıp veriyor: “Vessubhi iza teneffes”, inip kalkan bir göğüs gibi nefes almak. Sabahı ona benzetiyor. Bu benzetmedeki harikulade anlatımı, mucizevi anlatımı kavramış oluyoruz. Kur’ân’da Kıyamet Sahneleri adlı eseri okuduğunuz zaman -bu da Türkçeye tercüme edilmiştir- Kur’ân-ı Kerim’in kıyameti tablolaştıran surelerini işlediğini görmekteyiz. Burada bazıları Seyyid Kutub İslam’ı bilmiyor, cahildir, gazetecidir demektedirler. Asıl onlar cehaletlerinden dolayı bilmiyorlar. Seyyid Kutub burada bir deneme yapıyor. Sureleri tespit edebildiği kadarıyla nüzul sırasına göre düzenleyerek sıralayarak oradaki kıyamet sahnelerini işliyor. Böylelikle bu kıyamet akidesinin Kur’ân-ı Kerim’de o canlı edebi tabloları ile birlikte zaman içerisinde nasıl anlatılmış olduğunu da ortaya koymaya çalışıyor.
Amerika Eğitimi ve Hasan el-Bennâ’nın Şehadeti
Seyyid Kutub işte bu dönemde yazdıklarından sonra Amerika’ya gönderildi. Çünkü yazdığı eserler iktidarın, İngilizlerin ve Kral’ın hoşuna gitmedi. Onları rahatsız etti. Onu doktora bahanesiyle Amerika’ya gönderdiler. Bir şekilde Millî Eğitim Bakanlığının verdiği burslar arasından birisini de ona verip onu Amerika’ya göndermiş oldular. Seyyid Kutub o zaman Hasan el-Bennâ ve Müslüman Kardeşler ile yeni tanıştı. Ama henüz derinliğine bir tanıması yoktu. Amerika’dayken rahatsızlandı. Hastanede yattığı bir gece baktı ki hastanede bir kutlama yapılıyor.- O gün Hristiyanların dini kutlama yapmaları gereken bir gün de değildi. “Neden bu kutlama?” diye sebebini sordu.
— Sen bilmiyor musun? dedi doktor.
— Neyi bilmiyor muyum?
— Mısır’da Hasan el-Bennâ öldürüldü.
Mısır’a Dönüş ve İhvân’a Katılması
Amerika’yı sevindiren bir ölüm… Seyyid Kutub Amerika’da bu olayı birebir yaşayınca “İyileşir iyileşmez, Amerika’yı bu kadar rahatsız eden insanın başlattığı hareketin bir ferdi olacağım” deyip derhal Mısır’a geri döndü. İhvân ile daha yakın temasından sonra Seyyid Kutub’tun cahiliye dönemi dediği önceki bakışında sağlıklı değişmeler oldu. Seyyid Kutub, Merhum Hasan el-Bennâ’nın esaslarını koyduğu ve çerçevesini çizdiği geniş, doğru, sağlıklı ve her şeyin hak ettiği yerini aldığı geniş İslâmî anlayışa, İhvân’la tanıştıktan sonra kavuştu. İhvân da Seyyid Kutub’un kıymetini bildi, değerini anladı ve Seyyid Kutub’a, cemaatin diğer birimlerini ve insanlarını eğitecek ilk eğitici çekirdek kadroyu hazırlaması görevini verdi. Bu görev kendisine bizzat İhvân’ın ikinci mürşidi olan merhum Hasan el-Hudeybi tarafından verildi.
İhvân’a Katıldıktan Sonraki Sıkıntılar
Seyyid Kutub da İhvân ile birlikte olmasının neticesinde Nasır’dan sonra İhvân’ın çektiği sıkıntıları o de çekti. Nasır, önceleri iyi bir insandı. Sonradan satıldı ve Amerika’nın sözcülüğünü yapmaya başladı. Münafıklığını gizlediği. Çünkü önceleri Nasır, Enver Sedat ve hatta Hüsnü Mübarek’in bile İhvân ile subaylık dönemlerinde Mısır’ın ve Müslümanların geleceği adına yaptıkları sıkı görüşmeler vardı. Sürekli teminat veriyorlardı. O zamanlarda da İhvân için özellikle İngiliz işgali ve sömürgecilikten kurtulmak adına iş birliği yapmaktan başka seçenek yoktu. Seyyid Kutub da bu tür görüşmelerde bulunanlardan birisiydi. Fakat ilk patlak Nasır’ın İhvân’dan hükümete temsilci istemesi ve İhvân’ın teklif ettiği temsilcileri kabul etmemesi üzerine başladı. Bu delegasyonun başında da Seyyid Kutub vardı. Bir şekilde bir noktadan itibaren ipler koparıldıktan sonra Seyyid Kutub da haliyle ilk yakalanıp zindana atılanlar arasında olmuştur.
Onlar Bizimle Allah Arasında
Kardeşi Muhammed Kutub’a “Hatıralarınızı yazmayacak mısın?” diye sordum. “Onlar bizimle Allah arasında” dedi. Yani Seyyid Kutub ve Muhammed Kutub yazılarında Müslümanlara yapılan işkencelere göndermeler yapsalar da hiçbir zaman şahıslarına uygulanan zulümlerden tek bir kelime dahi söz etmiyorlar. Çünkü “Onlar bizim ile Allah arasında” demekteler. Bu, ihlasın çok önemli bir göstergesidir. Bizler bir hapishaneye girip çıksak bir bakıyorsunuz hapishane hatıraları gırla gidiyor.
Hapis Dönemi ve Fî Zilâli’l-Kur’ân
Seyyid Kutub hapis dönemi içerisinde Fî Zilâli’l-Kur’ân’ı yazmaya başlamıştır. O zaman İsa Babi Halebi isimli bir yayınevinden birçok Arapça kitap basılmıştır. Fî Zilâli’l-Kur’ân da önceleri fasikül fasikül neşredildi. Seyyid Kutub’un eserinin bu şekilde basılmasına razı olmasının en önemli sebebi, ilim ve fikir alanında kendisine gelebilecek eleştirileri sonraki baskılarında nazar-ı itibara alarak düzeltmesidir. Çünkü bu bir fikrî eserden ibaret değil. Bu aynı zamanda kendisinin tabiriyle Fî Zilâli’l-Kur’ân’dır. Kur’ân’ın gölgelerinde yaşanan bir hayatın ve deneyimin yansımalarıdır. Kendisi de önsözde bunu ifade etmeye çalışmaktadır. Seyyid Kutub demek ki bir tecrübeyi anlatmaktadır. O hayatı ile bir tefsir yazmış ve yazmış olduğu tefsiri Kur’ân’ın gölgelerinde anlamına gelen Fî Zilâli’l-Kur’ân olarak isimlendirmiştir. Kur’ân’ın bir tek gölgesi yok, birçok gölgesi var. İsimlendirmede böyle de bir anlam inceliği mevcuttur. Dolayısıyla Seyyid Kutub’un eseri masa başında telif edilmiş bir eser değildir. Eserin, her bir ayetinin yaşanarak yazıldığı ortaya çıkmaktadır.
Seyyid Kutub’un, tefsirini yazarken izlediği yöntemden kısaca bahsedelim. Evvela Seyyid Kutub Kur’ân-ı Kerim’i cüz cüz ve Fatiha’dan başlayıp bildiğimiz Mushaf’taki tertibi ile tefsir etmiştir. Cüz cüz tefsir edildiği için Fî Zilâli’l-Kur’ân aslı itibarıyla 30 cüzdür. İlk yayınında da cüzler müstakil olarak ciltlenmiştir. Daha sonra 30 cüzün kimi ciltlerde üçü kimi ciltlerde dördü bir araya getirildi. Beyrut’ta Daru’l-Kütübi’l-Arabiyye tarafından 8 ciltlik baskısı yapıldı. Daha sonra Daru’ş-Şurûk tarafından büyük boy olarak, ansiklopedik boy olarak basıldı. Fakat Seyyid Kutub her bir cüzü ayrı küçük bir cilt olarak tasarladığı için bu şekilde yayını, kitabın her bakımdan daha iyi anlaşılması açısından önemlidir. Zira Seyyid Kutub her bir cüzü aldıktan sonra evvela o cüze bir mukaddime yazmıştır. O cüzü oldukça toparlayıcı bir şekilde kendisinin benimsediği veya anlatmak istediği mesajları çok güzel bir şekilde özetleyen fevkalade bir hülasa olarak vermektedir. Ama bu hülasanın Kur’ân-ı Kerim ayetlerine tekabül eden ayrıntıları ve ayrıca bunların ana hülasanın da olabilecek diğer alakalı açıklamaları kabilinden olan ayrıntıları yoktur. Onun için eğer cüzün mukaddimesinden sonra bir sureye başlanacak ise o sure ile alakalı bir mukaddime verilmektedir. Daha sonra bölüm bölüm tefsir etmeye çalışır. Eğer sure Bakara, Nisa, Âl-i İmrân, En’âm, Ârâf ve Mâide suresi gibi uzun surelerdense, bu uzun sureleri anlam bütünlüğü içeren bölümlere ayırarak tefsir eder. O anlam bütünlüğüne de bir giriş yazmıştır. Sonra o anlam bütünlüğünü ihtiva eden bölümleri tek tek, ayet ayet veya birkaç ayet suretiyle açıklamayı sürdürmüştür. Bu sistemi Kur’ân-ı Kerim’in nihayetine kadar götürmüştür.
Eserin İslam Âlemindeki Etkisi
Kabul etmek lazım ki Seyyid Kutub’un tefsiri Arap âleminde neşredildiği andan itibaren Türkiye’de dâhil bütün İslam dünyasında çok büyük bir yankı uyandırmış bir tefsirdir. Tefsir ile uğraşan birisi olarak 1900’lerden bu yana onun kadar baskısı yapılmış ikinci bir eser hatırlamıyorum. Yine tefsir olarak ikinci eser hangisidir derseniz, Kurtubî tefsiridir. Kurtubî tefsiri 1930 yılında Arap dünyasında yayınlanmaya başlıyor ve hala baskıları yapılmaya devam etmektedir. Kurtubî tefsiri en az 5-6 tane ayrı yayınevi tarafından basılmaktadır. Çünkü telif hakkı yoktur. Fakat Fî Zilâli’l-Kur’ân’ın bu manada müstesna bir rağbet gördüğünü vurgulamak istiyorum. Türkiye’de ilk cildi 1971’li yıllarda çıktı. Fî Zilâl’in şu anda Türkiye piyasasında farklı iddiasıyla 5 tane tercümesi var. Bu bile eserin ne kadar çok okunduğunu göstermektedir.
Seyyid Kutub aynı zamanda iyi bir Kur’ân hafızıdır. Hafızlığın özelliği hatırlamaktır. Peygamber (s.a.s.) öyle diyor, mahşerde Cenab-ı Allah Kur’ân okuyucularına, “Dünyada Kur’ân’ı tertil ile okuduğun gibi haydi şimdi de oku” der. “Oku, her bir ayet dolayısıyla bir derece yükseleceksin.” Her iki derece arasındaki mesafe yer ile gök arası kadardır. Her bir okuyucunun varacağı son derece okuduğu son ayet ile belirlenecektir. Seyyid Kutub hafız olduğu için bir ayet-i kerimeyi veya bir grup ayet-i kerimeyi yani bir bölümü tefsir ettiği zaman o bölüm ile alakalı mana itibariyle veya yapısı itibari ile alakalı ne kadar ayet varsa çok rahat bir şekilde herhangi bir kaynağa müracaat etmeden hatırlayabilmektedir. Çünkü tefsirinin büyük bir bölümünü zindanda yazmıştır. Kâğıt kalem bile ona aradaki görevlilerle anlaşılarak ve uzlaşılarak kaçak olarak geliyordu. Yazdığı nüshaları kaçırarak teslim ediyordu. Öyle bir ortam içerisinde yazılmış bir eserdir. Seyyid Kutub’a atıp tutanların onun hayatını ve yazma şartlarını nazar-ı itibara almaları gerekmektedir.
Tefsirin Çizdiği Tasavvur
Dolayısıyla her bir sureyi hatta her bir surenin bir bölümünü her yazdığında nüzul ortamını çok iyi bir şekilde tasavvur ve tasvir ettiğini görmekteyiz. Hem kendisi bunu kavramış anlamıştır hem de başkalarına etraflı bir şekilde anlatabilmiştir. Örneklerden bir iki tane verelim. Âl-i İmrân suresinde Bedir’i anlatırken, Uhud’u anlatırken, Enfâl’de Bedri anlatırken, Ahzab’da Hendek gazvesini anlatırken kendinizi zikrettiği hadiselerle, o ayet-i kerimeleri okuduğunuz zaman kendinizi de o gazaların içinde hissediyorsunuz. Seyyid Kutub, Bakara suresinin neden daha çok Yahudilerle ilgilendiğini ve onlardan söz ederek başladığını anlatmadan önce size öyle bir Medine ortamı çiziyor ki o zaman Bakara suresinin Medine ortamıyla ne kadar örtüştüğünü daha iyi bir şekilde anlıyorsunuz. Seyyid Kutub bu açıdan her bir ayetin ve her bir surenin her bir bölümünün hayatla ne kadar örtüştüğünü anlatıyor. Bunu geçmişte mi bırakıyor? Hayır. Seyyid Kutub’un aynı zamanda Kur’ân’ın gölgelerinde yaşayan ve bu dünyada bu asırda yaşayan bir Müslüman olarak Kur’ân’ı Kerim’in tebliğlerinin ve mesajlarının günümüze ne şekilde taşınabileceğini çok iyi bir şekilde değerlendirdiğini görmekteyiz. Esasen tefsirinin günümüz Müslümanları açısından değerini daha çok artıran hususlardan birisi de budur.
Seyyid Kutub’un tefsiri tarihte kalmış bir tefsir değildir. Seyyid Kutub bugün yazıp tarihi bugüne kadar getirmeyen birisi değildir. Hatta Seyyid Kutub yazdığı zamanları, yazdığı asrı aşan tespitler de yapabilmiş ve yazabilmiştir. Seyyid Kutub eseri 1960’lı yıllarda yazıyor. Altmışlı yıllar da Stalin sonrası Sovyetler Birliği’nin en kuvvetli olduğu dönemdir. Seyyid Kutub bu dönemde Sovyetler Birliği’ndeki komünist düzen için şunları söylüyor: “Her ne kadar göstergeler aksini işaret etmekte ise de çağımızda ben şuna inanıyorum ki insanlığın fıtratına aykırı olarak tanrısızlığı savunan bu sistem, içinde bulunduğumuz 20. asır bitmeden çökecektir.”
Aynen böyle söylemektedir. Zamanınızı idrak edebilirseniz bu, sünnetullahı bilmenin bir neticesidir. Sünnetullahı bilen kimseler olarak çok rahat bir şekilde gelecek adına bir şeyler söyleyebilirsiniz ve genelde doğru da çıkarlar. İşte bu neyi gösteriyor? Bu, Seyyid Kutub’un Kur’ân’ı ve çağını çok iyi anlayan bir Müslüman olduğunun göstergelerinden birisidir.
Seyid Kutub’un Eserlerindeki Akıcılık
Okumakta en sabırlı insanımız kimdir? Diyelim ki Ahmet’tir veya Hatice’dir veya Fatma kardeşimdir. Ben bir oturuşta 50 sayfa okuyabilirim diyebilir. 30 sayfa diyebilir. Bir sınırımız var. Eğer sizin Türkçe ve Arapça olsun okumaktaki sınırınız diğer müellifler için 30 sayfaysa Seyyid Kutub’u okuduğunuz zaman ise bunu en az 2 ile çarpın. Çünkü Seyyid Kutub’u okuyup anladığınız zaman sıkılmıyorsunuz. Çok tatlı ve sizi yormadan akıp götüren bir nehir gibi sizi alıp götürür. Ben kendi adıma nesri bu kadar rahat okunan, nesri şiire bu kadar yakın olan ikinci bir müellif bilmiyorum. Abbas Mahmut el-Akkât’ı ve Tevfik el-Hakim’i zikrettik. İkisi de büyük edebiyatçılardır. Abbas Mahmut’un nesri gerçekten fevkaladedir. Ondan bir süre önce onun hazırlayıcısı olan Mustafa Sadık er-Rafii, zamanının Câhız’ı diye biliniyordu. Onun da fevkalâde bir nesri var. Fakat hepsini de okuduğunuzda yoruluyorsunuz. Seyyid Kutub daha rahat okunabilmektedir. Seyyid Kutub’un nesrindeki akıcılık, cümlelerindeki tatlılık, fikirlerindeki insicam ve tekrarsızlık insanı cezbetmektedir. Her bir cümle sizi yeni bir düşünceye yöneltiyor. Ben iyi kötü bir mütercim olarak Seyyid Kutub’u tercüme edebileceğimi de, edebilecek kimsenin de hakkıyla edeceğini zannetmem. Olmaz da zaten. “Her tercüme zaten ayrı bir cinayettir” derler ki çok haksız da değiller.
Bu şekil ile Seyyid Kutub’un dili, belâgâtı ve fesâhâtı gerçekten fevkaladedir. Çünkü Seyyid Kutub okuyucuları ikilemeye düşürecek kelimeler kullanmamaktadır. Kelime dağarcığı anlatmak istediği manaya yeterli olmayanlar okuyucuyu sıkıntıya düşürür. Seyyid Kutub’un coşkun derya gibi akıp giden düşünceleri, tefekkürü ve tasavvuru ile birlikte uyum halinde olan bir kelime dağarcığı da vardır. O kelimelerin Türkçe’deki tabiriyle her bir taşın kendi gediğine koyulmasıdır. Onun için ben her zaman söylüyorum, eğer Seyyid Kutub hasbelkader Müslüman olmasaydı, değil Mısır dünya onun heykellerini dikerdi. Bütün edebiyat derslerinde örnek gösterilirdi. Biz çağdaş yazarları da edebiyatçıları da biliyoruz. Klasik edebiyatçıları da okuduk, Arap edebiyatından da haberimiz var. Klasik edebiyatçıların en büyüklerinin başında Câhız gösterilir. Câhız’ın fevkalade güzel tatlı bir nesri vardır. Maksadını çok iyi anlatmaktadır. Hemen hemen her konuda kalem oynatmıştır. Câhız’ın seviyesi kendi döneminde zirveydi. Fakat Seyyid Kutub da en azından bu dönemin Câhız’ıdır. Bu manada edebi bakımdan onunla boy ölçüşebilecek ikinci bir şahıs bilmiyorum.
İlmi Tenkitler
Seyyid Kutub, tefsirini yazdığı zaman ilmi tenkitler gelir diye fasikül fasikül veya cüz cüz neşretmişti. Birinci baskısı tamamlandıktan sonra gerçekten esere ilmi tenkitler de geldi. Seyyid Kutub bu manada ilme saygı gösteren bir kişilik olduğunu ortaya koymuştur ve gelen tenkitler ışığında Fî Zilâl’i yeniden okuyup düzeltmelerde bulunmuştur. Bu işi Yusuf suresinin başına kadar yapmıştır. Yusuf suresinden sonra gelmiş olan eleştirileri değerlendirecek iken malumunuz şehit olmuştur. Dolayısıyla özellikle Seyyid Kutub’un tefsirinin sonraki bölümlerini anlamakta eğer güçlük çekersek veya problemle karşılaşırsak veya bu biraz Kur’ân’a aykırıdır gibi değerlendirmeler yapılırsa, o 11 ciltte yazdıklarıyla Fî Zilâli’l-Kur’ân’dan itibaren yazdıkları ışığında değerlendirmemiz lazım. Seyyid Kutub’un İhlas suresini okuyan bazı kimseler Seyyid Kutub’un vahdet-i vücutçu olduğunu iddia ederler. Kendisine İhlas suresi ile alakalı hayattayken tenkit gelip gelmediğini bilemiyoruz. Fakat eminiz ki kendisine böyle bir eleştiri gelmiş olsaydı ve Seyyid Kutub da oraya kadar okumuş olsaydı tashih ederdi. Çünkü mesela Ayetelkürsi vb. Allah’ın sıfatlarını ve ulûhiyetini açıklayan bir yığın ayet-i kerime vardır. O Allah ki yerde de Allah’tır, gökte da Allah olandır. Eğer Seyyid Kutub vahdet-i vücut anlayışını benimseyen birisi olsaydı bu ayet-i kerimeyi öyle anlatırdı.

 

Diğer Eserleri
Seyyid Kutub’un Fî Zilâl’i yazdığı dönemde ve Fî Zilâl’den sonra yazdığı önemli bazı eserleri vardır. En önemli eseri hiç şüphesiz Türkçeye Yoldaki İşaretler diye tercüme edilen eseridir. Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabını yazmasının sebebi veya muhtevası şudur: Bir Müslümanın ve çağımız insanının sağlıklı İslâmî bir akide ve İslâmî bir anlayışa sahip olması, bunu koruması ve bu doğrultuda kendisini yetiştirmesidir.
İkinci bir eser ki bana göre Seyyid Kutub’un çatı eseridir. Tefsir dâhil bütün eserleri adeta bu şemsiyenin altındadır. Türkçeye İslam Düşüncesi adıyla tercüme edilmiştir. Ama Arapça adı düşünce değildir. “İslâmî kuramın özellikleri ve esasları” daha doğru olacaktır. Kuram başkadır düşünce başkadır. Kuramın birtakım ilkeleri, esasları ve dayanakları vardır. İlke, esas ve dayanak olmadan bir kuram oluşturulamaz. Ama düşüncenin o kadar esaslarının, temel kurallarının vesairesinin olması şart değildir.
Seyyid Kutub’un bir diğer eseri: Din Budur veya İşte Din diye tercüme edilen eseridir. Küçücük bir kitaptır, ama insanların dikkatle okuyup düşünenlerin kafasında, kalbinde ve zihninde devrim yapacak çapta büyük güçlü bir kitaptır. Ben o kitabı okuduğumda kendi dünyamda sarsıldım ve bu devrimi fiilen yaşadım. O kitabı okuduğum zaman 17 veya 18 yaşlarındaydım. Bu kitap bize öğretilen İslam’dan çok farklı bir İslam’dan bahsediyordu. Ben ümmeti o kitabı okuduktan sonra öğrendim. Bu manada kitap, okuyan kişide bir devrim etkisi yapacaktır.
Bu ve benzeri eserler, Seyyid Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân çerçevesi içerisinde gerek hazırlık dönemi gerekse eseri yazdıktan sonra Seyyid Kutub’un nasıl bir müellif olduğunu ve netice itibariyle Allahu Teala’nın onu nasıl şehadetle lütuflandırdığını daha iyi anlamaktayız.
Yoldaki İşaretler’i de İslam Düşüncesi diye tercüme edilen eseri de uzun dönemler açıklayarak Arapçalarından bir grup öğrenci ile okudum. Şunu gördüm ki arkadaşlar o derslerden sonra dediler ki: “Türkçesinden biz hiç böyle anlamıyoruz.” Yani Seyyid Kutub’a isnat edilen fikirler ile Seyyid Kutub arasında sağlıklı bir ilişki yoktur. İslam Düşüncesi diye tercüme edilen kitap maalesef tamamlanmamış bir kitaptır. Kitap iki cilt olarak çıkacaktı. Birinci cilt hasâis, ikinci cilt ise mukavvimât. Yani birisi özellikler diğeri ise esaslar. Esasların özeti şehadetinden uzun yıllar sonra bulundu. Özellikle son iki bölümün sadece özeti diğer bölümlerin ise asılları bulundu. 1992 veya 1993 yılında eser, Allah rahmet eylesin kardeşi Muhammed Kutub tarafından basıldı. Seyyid Kutub’u yanlış anlayabilme ihtimali olunan yerlerde Muhammed Kutub’a müracaat edilmesinin isabetli olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Muhammed Kutub kardeşinin eğitiminden ve terbiyesinden geçmiş birisi olarak onu en doğru ve en sağlıklı bir şekilde anlayacak insandır.
Seyyid Kutub’a Yapılan Bazı Eleştiriler
Bütün bu zikrettiklerimizden sonra şimdi de Seyyid Kutub’a yapılan bazı eleştirilerden kısaca bahsedelim. Bir eleştiri şudur ki; tefsirinin sosyal bir tefsir olduğundan söz ediliyor. Nereden geliyor bu? Goldziher diye Yahudi bir oryantalist vardır. Bu oryantalist, İslam’da Tefsir Akımları diye bir kitap yazmıştır. Bu eseri yazarken tefsir akımları içerisinde son bölümde de çağdaş tefsirlerden bahsederken bir de sosyal tefsirler diye bir bölüm yazmıştır. Bu sosyal tefsirlere de o zaman yayınlanmış bulunan Muhammet Reşit Rıza’nın Tefsiru’l-Menar adlı eserini örnek vermektedir. Bunun dışında Muhammed ez-Zehebi de et-Tefsir ve’l Mufessirun isimli kitabını da Goldziher’in metodunda yazıyor. Goldziher’in hatalarını vesairelerini isim vermeden düzelterek eserini yazıyor ve zenginleştiriyor. Bu arada sosyal tefsirler başlığını da almış oldu. Bu minvalde Reşit Rıza’yı da yazdı, Reşit Rıza paralelinde yazılan Belâğî’yi de yazdı, Ferit Vecdi’yi de yazdı. Daha sonra bir de Seyyid Kutub’u yazdı. Türkiye’de de latin harfleri ile ilk tefsir usulü kitabını İsmail Cerrahoğlu yazmıştır. Bu kitapta da aynı şeyler ifade edilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de uzun süre Seyyid Kutub sosyolog olarak bilindi. Seyyid Kutub niye sosyal olsun? Bir insan sosyoloji okumakla sosyolog olmaz. Hepimiz yerine göre sosyoloji okuyoruz. Hatta bir sosyolojik cereyanı haklı da bulabiliriz. O cereyanın etkisinde olmak ayrı bir şeydir. Sosyolog dediğiniz zaman birisine Kur’ân’ı da bir sosyal kitabı olarak veya sosyolojinin normlarına göre değerlendiren bir insan gibi anlaşılıyor ki Seyyid Kutub öyle değildir. Seyyid Kutub Kur’ân’ı başka şeylerin gölgesine sokmuş bir insan değildir. Kitabın adına dikkat edelim; Kur’ân’ın Gölgelerinde. Her şeyi Kur’ân’ın gölgesinde görme, Kur’ân perspektifi ile görme eğiliminde olarak yazmıştır.
Bazıları derler ki Seyyid Kutub’un tefsiri ilmi değildir. İlmiliğin ölçüsü nedir? Belli kitaplardan nakil yapmak mıdır? Eğer böyle bir ölçü var ise Seyyid Kutub İbn Kesir tefsirinden de nakiller yapar İbn Hişam’ın Sîret’inden de yapar. Muhtelif eserlerden nakiller yapar. Fakat Seyyid Kutub başka nakilci tefsirler kadar nakil yapmaz. Bu hacimde olup da başkalarından yaptığı nakle göre bakacak olursanız nakiller azdır.
Seyyid Kutub bir gazetecidir. Doğrudur, bir gazetecidir ama gazetecilik âlim olmaya mâni değildir. Zaten gazetecilik yapmıştır ama gazeteci değildir. Gazetelerde ve dergilerde yazı yazmıştır. Gazetecilik ayrı bir meslek dalıdır. Her gazetede yazan gazeteci olsaydı bir zamanlar ben de gazetede yazmıştım, o halde benim de gazeteci olmam gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir şey söylenemez.
Seyyid Kutub’un ehl-i sünnet ve’l-cemaatin dışında olduğu gibi asılsız iddialar vardır. Müslüman olarak ve ilimle uğraşan kişiler olarak hiçbir iddiamızın havada olmaması gerekir. Her bir iddiamızın bir kaynağının olması lazım. Böyle ucuz iddialar kabul edilemez.
Geçenlerde bir yerde bir anekdot okudum. Suudi Arabistan’ın bir müftüsü var. Seyyid Kutub’tan bahsediyor: “Bırak onu. İşte sakalsız kravat bırakmış birisiydi. Sakal bile bırakmamıştı.” Seyyid Kutub dini için canını verdi. Sen neyini verdin?! Dolayısıyla insanın canını vermesi öyle Allahu Teala’nın gelişigüzel bir insana ikram edeceği bir şey değildir. Elbette ki şehadet kader olmakla beraber bana göre liyakat meselesidir. Tabii bu istismara müsait bir cümledir. Birisi kalkıp diyebilir ki Halid b. Velid bu kadar cihad etti, bir türlü şehit olamadı. Kastımız o değildir. İyi niyetli düşünenler bunu anlarlar.
Diğer bir iddia kendisinin vahdet-i vücutçu olduğudur. Aslında bunun aksine zikri geçen İslam Düşüncesi adlı kitabında Seyyid Kutub hâlık ile mahlûkun kesinlikle ayrı olduğunu ve bir olamayacağını özellikle vurgulamış ve uzun uzun izah etmiştir. Faraza eğer vahdet-i vücûtçuluk yapmış olsa bile ameller hâtimelere göredir. Nitekim bu konuda hadis mevcuttur. “Ameller niyetlere göredir” hadisi de vardır. Dolayısıyla Seyyid Kutub bu eserinden dolayı en azından hatimesinde vahdet-i vücûdu terk etmiş oluyor.
Seyyid Kutub’un sosyalist veya komünist olamayacağını da zikretmiştik. Hangi kitabını okursanız okuyun, Seyyid Kutub’un sosyalizm, komünizm ve kapitalizm başta olmak üzere demokrasi, laiklik ve buna benzer beşerî hiçbir sisteme İslam’ın razı olmadığı bir şekilde zerre kadar prim vermediğini herkes rahatlıkla ve kolaylıkla anlar.
Bu vesile ile ümit ederim ki Seyyid Kutub hakkındaki bu bilgiler ile sınırlı kalmayın. Seyyid Kutub’u okuyup hazmedin. Çünkü bunlar 3-5 asır önce yazmış Müslümanlar değillerdir. Günümüzün Müslümanlarıdır. Bizim günümüz Müslümanı olarak bu dünyayı Müslümanca görmeye çok ihtiyacımız vardır. Bu husustaki en iyi yardımcılardan birisinin de Seyyid Kutub olacağına inanıyorum. Ben kendi adıma Seyyid Kutub’a çok dua ediyorum ve ona çok şey borçluyum. Ondan çok istifade ediyorum. İmkân buldukça yine istifade etmeye çalışıyorum. İnşallah sizler de bu vesileyle ondan daha fazla ve daha doğru bir şekilde istifade edebilirsiniz. ■

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?