Boğaziçi Üniversitesinde rektör ataması ile başlayan hareketler, Türkiye’nin geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin en önemli gündem maddesi haline geldi. Rektör Prof. Dr. Melih Bulu’nun ataması, Üniversitede bir grup öğrenci kitlesinin tepkisi ile karşılaştı. Konu, giderek bu öğrenci grubunun rektörün odasını ablukaya alarak, işgal etmesine kadar vardı. Arkasından, muhalefet partileri olayın haklı ve demokratik bir öğrenci tepkisi olduğunu söyleyerek, hükümeti hatalı hareket etmek ve öğrenciler üzerinde baskı kurmak ile suçladı. Acaba, Boğaziçi rektör ataması; haksız bir tasarruf muydu veya öğrencilerin tavrı, güdümlü bir hareket miydi, bu konuyu birkaç yönüyle ele almak durumundayız.
Rektör Atama Şekli, Doğru mu?
Türkiye’de rektör ataması, birkaç yıl öncesine kadar; Üniversitenin öğretim üye kadrosunun tercihleri, YÖK Kurulu’nun beş adayı mülakata alması ve içinden üç adayı istediği şekilde seçip, Cumhurbaşkanına sunması ve Cumhurbaşkanının da onlardan birini rektör atamasıyla gerçekleşiyordu. Bu usul, çeşitli gruplaşma ve bir ölçüde de ideolojik kamplaşmalara sebep olduğu düşüncesiyle terkedildi ve Cumhurbaşkanı’nın, adaylar arasında seçtiği birisini ataması şekline dönüştü.
Bu şekil, adalet ve ehliyet esaslarını uygun muydu? Buna tam olarak evet demek mümkün değildir. Çünkü ne bir önceki şekil, ne de son durum; adaleti tam olarak yerine getirebilecek ölçülere sahip değildi. Özellikle, şehir üniversiteleri için o şehrin milletvekilinin karar merkezinde rol oynaması da, işin ilmi ve ehliyet konusunda yürütülemediğinin bir başka göstergesi oluyordu. Bana göre doğru olan; belli kültürel ve mesleki kriterlere uygun adayların, öğretim üyelerince seçilmesi ve bu kriterler doğrultusunda görev yapmasıydı. Ortada kriterler olmadığında, kişilerin veya ideolojik tutumların ön plana geçtiğini gördük.
Türkiye’de YÖK Kurumun ilk kurulduğu dönemden beri, YÖK’ün tartışmaların odağında olduğunu ve siyasi iktidarların doğrultusunda çalıştığını herkes bilmektedir. Dolayısıyla, YÖK’ün özerk ve söylenildiği gibi demokratik bir çalışma sistemine sahip olmadığı da geçmişteki uygulamalarından bilinmektedir. Bu yüzden de, çeşitli kesimler tarafından eleştirilmiş ve içten bir kabul görmemiştir.
Rektörlerin, siyaset dışı ve ilmi kapasiteleri yüksek, ideolojik tavırlara sahip olmayan kimselerden seçilmesi, çok az görülen örneklerdendir. Aslında, Türkiye’nin çok farklı kültürlerden etkilenen bir ülke olması, yerli ve İslami toplumsal değerlerin eğitim kurumlarında dikkate alınmaması da, farklı kültür ve siyasi ideolojilerin üniversitelerde ön plana çıkmasına ve tavırları yönlendirmesine yol açan en önemli sebeplerinden biridir. Çünkü eğitimin temeli toplumsal değerlere dayanmak durumundadır. Din ve ahlak, bu konuda eğitimin metot ve istikametini belirleyen en önemli öğeler olarak, dikkate alınmak durumundadır.
Boğaziçi Üniversitesi’nin Misyonu ve Sosyal Ortamı
Boğaziçi Üniversitesi, Amerikalıların kurduğu Robert Kolej’in üniversiteye dönüştürülmüş halidir. Her yabancı okul gibi, Boğaziçi’nin yönetim ve işleyiş felsefesi de, Türkiye’nin değerlerine ve şartlarına göre değil, yabancı ülkenin standart ve önceliklerine göre düzenlenmiştir. Boğaziçi, yabancı dil ile eğitim yaptığı için ve Batı’nın kurumlaşmış standartlarına göre yürütüldüğü için, diğer üniversitelere göre daha kaliteli ve bir ölçüde Türk üniversitelerinden farklılıklar taşımaktadır.
Boğaziçi’nin eğitim tarzı ve yetkinliği yanında; çok farklı anlayış, inanış ve kültürlerin rahatça kendilerini ifade ettiği, bir “serbestlikler ortamı”na sahip olduğunu ve bu ortamda, en uç görüşlerden, en ahlak dışı grup ve kültürlere kadar değişik bir çeşitlilik olduğunu belirtmek durumundayız.
Dolayısıyla, bu üniversitenin; Türkiye’nin gelenek, ahlak ve inanç değerlerine yönelik, herhangi bir kaygısı ve tavrı olmadığını ve bundan dolayı da, toplumun kültür ve inanç değerlerine aykırı gelişmelere imkân hazırlayabildiğini açıkça belirtmek gerekir.
Her ne kadar, milliyetçi ve Müslüman gruplar da Boğaziçi’nde kendilerini ifade edebilme imkânlarını buluyorlarsa da, Türkiye’nin tarihi, sosyolojik ve dini değerlerinin bu üniversitede çoğunluk teşkil etmediğini, azınlık bir hak ve hürriyet serbestisi içinde bulunduğunu özellikle, son olaylar çok açık bir şekilde göstermiştir.
Boğaziçi Olayları, Talebe Hareketleri midir?
Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni rektör ataması, aslında diğer Üniversitelere rektör atamasından farklı bir uygulama olmamıştır. Bazı kişiler, Boğaziçi’nin kendine göre bir gelenek ve anlayışa sahip olduğunu ve rektör atamasının bu kritelere uymadığını söyleseler bile, bu faktörün; olayları başlatıcı bir etkisi yoktur.
Olay; Boğaziçi gibi, Türkiye’nin değer ve gelenekleri dışında bir yapı ve anlayışa sahip olan üniversitesinde başlatılması, ortamın ve şartların kaosa destek sağlayabilecek bir temele sahip olmasından kaynaklanmasındandır. Çünkü Boğaziçi’nin geleneğinde, öğrenci merkezli ve öğrencilerin kararlara katılması gibi bir dinamik faktörün varlığı bilinmektedir. Aslında bu görüş; Batı’nın liberal anlayışını bir sonucu olup devlet ve devletin otoritesinin hâkim olamayacağı bir kültürün, Boğaziçi’nde gelişmiş olmasıyla ilgilidir. Bu konu, aslında İslami gelenekte de, istişare bakımından kısmen kabul edilebilecek bir anlayıştır. Ama ahlaki ve kültürel değerlere uymak ve ideolojilerin güdümüne girmemek şartıyla. Yoksa; anarşi ve vandallık eşliğinde değil.
Boğaziçi olaylarının, başta HDP, PKK ve DHKPC gibi terör gruplarına ait militanların organizesi ile hükümetin otoritesini sarsmak üzere başlatılmış bir hareket olduğu, olayların arkasından elde edilen bulgular ile anlaşılmıştır. Olaylar; başta CHP olmak üzere, İP ve SP tarafından da hükümet karşıya alınarak desteklenmiştir. Yani, olaylardan siyasi bir kazanç elde edilmeye çalışılmıştır. Olaylarda sopalar kullanılmış, hükümet ve sisteme karşı sloganlar söylenmiş; kapı, masa ve çerçeve gibi çeşitli tesislere zarar verilmiştir. Polise taş ve çeşitli unsurlar ile karşı çıkılmış, polis arabaları tekmelenmiş ve çevredeki bazı insanlar linç edilmek istenmiştir.
İşin en enteresan tarafı, olay; üniversiteyi karıştırmak ve öğrencileri tahrik etmekle kalmamış; toplumu etkilemek için, Kadıköy, Beşiktaş gibi belli bölgelerde sokak gösterileri yapılarak esnaf ve halk korkutulmuş ve huzursuz edilmiştir. Emniyet verilerine göre, olaylara karışan 76 terör örgütü ve bağlantılı kişi tespit edilmiştir. Ayrıca, çeşitli terör ve fiili gösterilerden dolayı mahkemesi sürmekte olan kişiler de olaylarda aktif rol almışlardır.
Boğaziçi olayları, planlı ve programlı bir şekilde; Türkiye’nin itibarını sarsıcı ve toplumu huzursuz edici bir nitelik taşımaktadır. Geçmişteki ideolojik ve terör bağlantılı hareketlerin karakteristik özelliklerine sahiptir. Yapıcı ve çözüm getirici değil; yıkıcı, düşmanlık tohumlarını eken ve kargaşa çıkartıcı nitelikte bir harekettir.
Boğaziçi olayları hakkında, anında Amerika, Fransa gibi batılı ve Türkiye’nin iyiliğini istemeyen ve ülkemize yönelik sömürgecilik hareketleriyle ün salmış ülkelerden, hükümeti ikaz edici bir şekilde, taraflı açıklamalar yapılması da, olayın dış bağlantılı yönlerini deşifre etmektedir.
Öğrenci Hareketlerinin Klasiği
Olaylara katılan gençlerin bir çoğu, konuyu; sadece rektör ataması ve hükümetin “dediğim dedik” bir tavrı olarak görüp, 15 Temmuz’daki gibi iç ve dış mihrakların ateşlediği sistemli bir hareket olarak görmemiş ve hatta biraz da can sıkıntısını gidermek için yapmış olabilirler. Fakat Türkiye’nin bu tür, kargaşa ve çatışmacı egzersizlerle kaybedecek ve insanını harcatacak mecali yoktur. Geçmişte bu tür suni çatışma ve düşmanlıklar ile birçok gencimiz hayatını kaybetmiş ve ülke, maddi ve manevi ciddi kayıplara uğramıştır.
İlmin, kültürün ve sosyal hayatın şartları gereği, gençlik ve toplum; elbette ki dayatma, tepeden inme hareket ve tavırlara karşı kendi haklarını koruma ve bunun mücadelesini yürütme hakkına sahiptir. Ama bütün bunlar; iyi niyet, akıl ve ahlak ölçüleri içerisinde gerçekleşmeli ve bazı siyasi veya dış güçlerin ülkemiz üzerinde vesayet oluşturmasına zemin hazırlamamalıdır.
Bu yüzden gençlerimizin; önce ilim ve ahlak özelliklerini, daha sonra da bir mücadeleyi; kültür ve toplumsal sistemin gerçekleri çerçevesinde yapıp, sadece yıkmayı veya etkisiz kılmayı değil; aynı zamanda yapmayı ve ayakta tutmayı da düşünerek, harekete bu açıdan destek olmayı bilmeleri gerekir. Çünkü yıkmak bir günlük ve bilinçsiz çabalar ile; yapma ise, ayları alacak akıl ve ahlak ile gerçekleşebilecek bir zaman ve nitelik özelliği taşımaktadır.
Üniversitelerin Toplumdaki Yeri
Üniversiteler, Türkiye’de mesleki ve kültürel eğitim, araştırma ve tecrübe birikimi geliştirmek için görev yapan kurumlar olarak fonksiyon görmesi gerekirken, bu özellikleri tam ve verimli olarak gerçekleştirememektedir. Öncelikle problem, sosyal ilimlerin toplumun değer, tarih ve kültürüne uygun bilgiler ile üretilememiş olmasıdır. Bu durum, eğitimin hedefi ve misyonunu, toplumun inanç ve ahlak değerleri ile değil; yabancı kültür, anlayış ve hedefler ile gerçekleştirmektedir.
İkinci bir konu, üniversitenin yönetimi; beklenildiği gibi, akademisyen ve öğrencilerin ihtiyaç, başarı ve gelişmelerine uygun bir çerçeve içinde gerçekleşmemiş olmasıdır. Siyaset, bölgesel güçler ve ideolojik grupların, üniversiteleri kendi dinamikleriyle yönetilmesine bilerek veya bilmeyerek engel olduklarını görebilmekteyiz.
Bir diğer konu ise, üniversitelerin ilim adamlarının çalışmalarını değerlendiremeyen statik bir yönetim anlayışı içinde olmasıdır. Ayrıca, belli bir yaştan sonra, kendilerinden faydalanılacak akademisyenleri, adeta fonksiyonsuz bir hale getirmeye çalıştığını görüyoruz. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde hocalar, ileri yaşlarda bile üniversitede eğitim ve araştırmalarda yer alırken, Türkiye’deki bu uygulamayı anlamak mümkün değildir.
Üniversiteler, ne bürokratik ne de siyasi ve ideolojik bir yapıdır. İnsan kalitesi, kültürel birikim, ilmi gelişme ve her şeyden önce, huzur ve sosyal işbirliğinin merkezi olması gereken nadide kurumlar olması gerekiyor. Üniversitelerdeki huzuru, ilmi ve akademik yönelimi geliştirmek istiyorsak, üniversite meselesini bütüncü bir şekilde ele almak gerekiyor. 
Üniversitelerin; ülke, toplum ve insan ile toplumsal sistemin anlaşılması ve geliştirilmesi noktasında bilgi, proje ve araştırma odaklı bir “beyin ve kültür merkezi” haline gelmesi gerekiyor. Özellikle hükümetlerin, üniversitelerin bilgi ve tecrübeleriyle iç içe bir çalışma yapması, üniversitelerin ideoloji ve yabancılaşma merkezi olmaktan çıkarılıp, ülkenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veren itibarlı kurumlar haline getirilmesi gerekmektedir. 

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?