Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 13)
Kâinata, olaylara, insana ve duygulara olan duyarlılığımız bizi sorumlu kılmaktadır. Emanetçisi olduklarımıza karşı yapmamız gereken sorumluluğu sadece vazife ve görev olarak ele aldığımızda duygusuz bir iş yapmış oluruz. Oysa Rabbimizin bizden muradı bu değildir. Bizi âlî dereceye ulaştıran takvanın sırrı, sorumluluklarımıza duygularımızı katarak bu vazifeyi yerine getirmekten ibarettir.
“Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, ancak onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapan ebeveynlerdir” diye buyuruyor Peygamberimiz (sav). Yani gözünü İslâm ile açan evlatlarımızın yüreğini iman ile doldurma gibi bir sorumluluğumuzun olduğunu anlıyoruz bu hadis-i şeriften. Yüreğini imanla doldurmak birkaç teknik yöntemden ibaret olsaydı, bundan hiçbirimiz geri durmazdık. Oysa bu oldukça emek, yürek ve sabır isteyen bir vazifedir.
Emanetçisi olduğumuz evlatlarımıza karşı derin bir sorumluluğumuz vardır. Bunun farkındayız, ama bu farkındalığımızın mükemmel olduğu da söylenemez. Farkında olanların önce bireyselinde ve çekirdek ailesinde, sonra ait olduğu toplumda bir fark oluşturmaları gerekmektedir. En güzel örneğimiz olan Peygamberimiz (sav) bu kritik farkındalığı bir nakış işler gibi işleyerek gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber (sav) bu farkındalığı gecelerini yatarak değil, secdeye kapanmak, gündüzlerini ise insan merkezli davranışlarıyla, insana değer vermekle oluşturdu. Kuşu ölen çocuğun taziyesine giderek, konuştuğu muhatabın göz seviyesine inerek, çocukların başını okşayarak dokunsal temasta bulunup onlarda müşfik hisler oluşturarak, hatalı davranışta bulunan çocukları gördüğünde onlara yapmamaları gerekeni söyleyip, yapılması gerekenin ne olduğunu vurgulayarak bu farkındalığı topluma benimsetti.
Günümüz dünyasının ebeveynleri olan bizler, emanetçisi olduğumuz evlatlarımıza karşı sorumluluklarımız konusunda problemliyiz. Sorunun ne olduğunu irdelemeden sorumluluğumuzun nasılını konuşamayız. Beyin sorularla çalışır, aradığı neyse bulduğu da odur. Biz ebeveynler, çocuklarımızı İslâm eğitimi vererek yetiştirmek istiyoruz. Niyetimiz halis ama yöntemimiz niyetimizi yansıtmıyor. Bu yöntem bilememe halimiz, sorumluluğumuzu bir sorun yumağı haline getiriyor. Bu sorun yumağını biraz açıp incelediğimizde karşımıza çıkan ilk düğüm; İletişim kazasıdır. Nedir bu iletişim kazası? Hitap edici ses tonu yerine ikaz edici ses tonunu tercih etmemiz ve yumuşak üslup yerine buyur edici üslubu tercih etmemizdir. Sorumluluğumuzu soruna çevirmeye sebep olan ilk etken bu olsa gerektir. Bunun sebebi de duygu ve davranışlarımızın sınırlarını çizen kitabımızdan söz hakkı almamız gerekirken duygularımızdan ve nefsimizden söz hakkı almış olmamızdır.
İslâmi ilkeleri öğretmek için duygularına dokunmamız gereken evlatlarımızın sinir uçlarına dokunduk. Hitabın, üslubun nasıl olması gerektiğini Yüce Rabbimiz Taha Suresinde, nefsini heva edinen, söz hakkını hevasından alan Firavun’a hitap etmesi için Hz. Musa’ya (r.a) “Fakat ona karşı konuşurken yumuşak bir üslup kulanın! O zaman belki söz dinler, ya da en azından daha ileri gitmekten çekinir” (Tâhâ, 44). Hz. Musa’nın (r.a) bu hassasiyetinin bir başka versiyonunu daha görüyoruz. “… Dilimdeki düğümü çöz ki anlasınlar beni” (Tâhâ, 25-28) ayetinde olduğu gibi anlaşılmak duayı gerektirecek kadar ciddi bir durumdur. Anlaşılır olmak önemli fakat dinleme ondan daha önemlidir. Önce emanetçisi olduğumuz evlatlarımızı dinleyelim, sadece ses ve sözlerini değil duygularını da dinleyelim. Dinlemek ve anlamak emek ister, zaman ister. İyi bir dinleme, iyi iletiyi, iyi ileti de doğru anlamayı beraberinde getirir. İyi söz yüceltir, iyi söz bağları kuvvetlendirir, iyi söz daralan dünyamızı genişletir.
Yüce kitabımızda iletişim için bir başka davranış modelini daha görüyoruz; “Sen onlara sırf Allah’ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever” (Âl-i İmrân, 159). Görünen o ki yetimi olduğumuz bu davranış modelinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Çocuklarımızda İslâmi bilincin oluşması için bu ayeti rol model olarak uygularsak Rabbimizin rızasına uygun davranmış oluruz ve sorumluluğumuzu da yerine getirmiş oluruz.
Biz ebeveynlerin fıtrata uygun olan, yaratılışımızla uyumlu olan dinimizi öğretme sorumluluğundan sevdirme sorumluluğuna geçiş yaptığımız zaman, Rabbimizin bizden muradı hasıl olacaktır.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?