Ashabın ahlakını en güzel şekilde tarif eden cümle nedir diye sorulacak olursa; “Onlar nefsini ıslah edip başkalarını davet eden mücahitlerdi” derim…
Temsiliyet, teslimiyet kadardır… Teslimiyet de inandığımız değerleri hayat satırlarına dökebildiğimiz kadar olur. Teslim olmamış gönüllerin, ortaya koyduğu temsiliyet, hiçbir gönlü teslim alamaz… Reklam ve propaganda, hatiplik ve hitabet, âlimlik ve ilim bir yere kadar… Örnekliktir bizi zirveye, zafere, fetihlere ve firdevslere ulaştıracak olan…
İslami çalışmalarda durağanlaşma ve gerilemeye, daralma ve çözülmeye, birikimleri bitirmeye sebep olan en önemli durum; nefsin ıslah edilmemiş olmasıdır. Ancak ıslah edilmiş nefisler, sarayların fitnesine, zindanların zorluğuna, zalimlerin zorbalığına, yolun uzunluğuna sabredip dayanabilir. Allah (c.c.), “Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve: “Şüphesiz ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) ayetinde; Allah’a çağırmayla (davet) sâlih amel işlemeyi (örneklik) bir arada zikredip güzel sözlü olmanın sebebi kılmışsa, bu ikisini birbirinden ayırmak sözün etkisini de güzelliğini de bozar demektir.
Okuduğu ayet ve hadisin etkisiyle hayatı değişmemiş olanların, başka hayatları değiştirmesi ne kadar mümkün olabilir!? Allah korkusundan kalbi ürpermeyenlerin, hesap gününden dolayı gözleri yaşarmayanların kalplere girmesi ne oranda olur!? Sözümüzü güçlü kılacak olan, o sözün hayatımızda ete kemiğe bürünmüş olmasıdır. Aslında, inandığımızı yaşıyorsak çok söze de gerek yoktur. “Hal (yaşantı)” ile anlatabiliyorsak inandığımız değerleri, “kal (söz)” ile söylemesek de açığımızı kapatabiliriz. Ama “hal”deki açıklarımızı kapatmak için sözler kifayetsiz kalır.
Davet İçin Avantaj mıyız, Dezavantaj mıyız?
Yusuf İslam’ın (Cat Stevens): “Eğer İslam’ı Kur’ân’dan değil de Müslümanlardan öğrenseydim, eğer Kur’ân’dan önce Müslümanları tanısaydım asla Müslüman olmazdım” diyerek ifade ettiği durum çok düşündürücüdür. Müslümanlığımız, İslam için avantaj olmuyorsa hiç değilse dezavantaj oluşturmamalı…
Yaşantımıza, karakter ve davranışlarımıza bakıp İslam’a yönelenlerin olabildiği gibi; İslam’dan soğuyabileceklerin de olabileceğini düşünmemiz gerekir. Birilerinin İslam’dan soğutmak için yaptığı enformasyon çalışmaları, İslam’ın, üzerimizde zuhur eden güzel ahlakıyla etkisiz hale gelmeli… Anlatıldığına göre bir gün Peygamber (s.a.s.) yaşlı bir kadının taşıdığı eşyaları, kendisi taşıyarak ta evine kadar götürür. Peygamber (s.a.s.)’in bu naif davranışı karşısında mahcup olan yaşlı kadın, evinde ona ikram edecek bir şey de bulamayınca Peygamber (s.a.s.)’e dönerek: “Sana ikram edecek bir şeyim yok ama sana bir nasihatte bulunacağım. Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden yalancı biri var (haşa), kendisiyle karşılaşırsan sakın ona inanma!” der. Sonra da kendisine yardımda bulunan o tanımadığı kişiye kim olduğunu sorar. O da “Senin yalancı olarak nitelediğin peygamber benim” cevabını verir. Bunun üzerine yaşlı kadın: “Sen yalancı biri olmazsın” diyerek mahcubiyetini ifade eder.
İnsanların hidayet ve istikametine vesile olmak; “Güneşin üzerine doğduğu her şeyden (başka bir rivayette vadi dolusu kırmızı develerden) daha hayırlıysa” bu kazancı elde etmek, hidayetlerine vesile olmak için önyargıyla ve cehaletle İslam’a ve Müslümanlara saldıranların inciten laflarına, sinir bozucu davranışlarına, tehditkâr hallerine de tahammül gerekir. Elinde kılıcıyla gelen Sad bin Muaz’a; Musab bin Umeyr “Sen kim oluyorsun da beni tehdit ediyorsun!” diye karşılık verseydi, ortaya bir hidayet öyküsü çıkar mıydı?
Davetçiyi, Davete İkna Etme Mücadelesi
Okulunun, kampüsünün, caddesinin, iş hanının, camisinin Mus’ab’ı olamayan biz Müslümanların, hidayet öykülerine vesile olması mümkün değildir! İlim, bilgi ve hikmet yüklü davetçiler neyi beklemektedir! Fazla kilolarından kurtulmak için efor sarf eden Müslümanlar, “Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi” (Yâsîn, 20) ayetinin verdiği mesaja ne zaman kulak kabartacak!? Adı verilmeyen adamı “koşarak gelen adam” diye belirten Rabbimizin yüklediği sorumluluğa ne zaman koşarak gitmeye karar vereceğiz… Okuduklarımızı, öğrendiklerimizi; akıl vermek, analiz yapmak, saatler süren tartışmaları kazanmak için mi öğrendik!? Davet yolunda harcamadığımız okumalarımız, bizlerde bilgi zehirlenmesine mi yol açtı!?
Maalesef makam, mevki, bilgi ve birikimimiz arttıkça halktan ve halkı davetten uzaklaştık gibi görünüyor… Bir peygamberin, ölen kuşu için çocuğa taziye ziyaretinde bulunduğunu anlatırız da; imanı can çekişen, ahlakı ölen hanelere, uçurumun kenarında olan gençlere Allah’ın dinini anlatmak bize ağır geliyor…
Sahaya inip dert çekmesi, ter dökmesi gereken Müslümanların türbinlerden maç izleyen seyirci konumuna düşmüş olması en büyük sorunumuz… Maçın içinde olması gereken davetçilerin sahada ayak basmadık yer bırakmaması gerekirken; hakemle uğraşan, futbolu oynayan kişileri eleştiren futbol yorumcusu konumunda olmaması gerekir.
Çalıştay, seminer yapmak, iletişim dilinde uzmanlaşmak, davetin önündeki engelleri konuşmak, önümüzdeki engelleri kaldırmaya yetmedi ve yetmeyecek… Teorik olarak konuşmadığımız hiçbir şey, öğrenmediğimiz hiçbir konu kalmadı… Davetteki en büyük engel, kendimizi davete ikna edemeyişimizdir… Yıllardır camiye komşu olan esnafların davetimiz olmadan camiye gelmesini beklemek, davetin prangasıdır… Okuldaki öğrencilerin kendi kendine İslam’a yönelmesini arzulamak, davetin önündeki en büyük sorunumuzdur…
İslam’ı anlattığımız nice insandan şunu duyuyoruz: “Kimse gelip bize böyle anlatmıyor!” Diyeceksiniz ki, internette her konuda vaaz var… Cuma hutbelerinde hocalar bas bas bağırıyor… Bunlar yetmiyor mu? Evet, yetmiyor bunlar… Kampüste bir çay ısmarlayıp sıcak bir sohbetin yerini bunlar tutmuyor… Börek, çörek hazırlayıp komşuya çay içme bahanesiyle gidip İslam’ı yudum yudum anlatmanın yerini doldurmuyor… Okulun bahçesinde öğrencinin başını okşayıp kalbine girmek için adım adım yapacağımız davetin yerini tutmuyor…
Herkesin rüyasında aksakallı birini görüp İslam’a yönelmesini mi bekliyoruz! Şunu unutmayalım, “çare” benim, “çare” biziz, “çare” sizsiniz!