“Eğer merhametinizi kaybederseniz,
Neyi kazandığınızın hiçbir önemi yoktur.”

Cemal, üzerindeki ağır beton blokların verdiği onca acıya rağmen el yordamıyla kardeşi Ahmet’e ulaşmaya çalışıyordu. Çünkü saatlerdir kardeşinden herhangi bir canlılık emaresi hissetmiyordu. Gerçi kendisi de vücudunun hiçbir yerini hissetmiyordu ama cılız bir sesle seslenmekten de geri durmuyordu. Hava soğuk, gece ise karanlıktı. Artık gücünün tükendiğini fark etti. Titreyen dudaklarıyla kardeşi için dua ederken, yatmadan önce yaşadıklarını hatırladı. Aynı odayı paylaştığı kardeşi Ahmet ne kadar da heyecanlıydı. Çünkü yarın kardeşi ikinci dönemin ilk pazartesine uyanacaktı. Cemal çeşitli sebeplerden dolayı okulu bırakmış, inşaat işçisi olan babasına yardım ediyordu. Bir yandan kendisi yapamadığından kardeşinin okumasını isterken, öbür taraftan da Suriyeli çocuklara okulda yapılan muameleyi bildiği için içinde sürekli bir endişeyle yaşıyordu. Okula giden en küçük kardeşi bir gün ona şöyle demişti:
-Ağabey! Öğretmenim beni hiç sevmiyor!
-Niye? Bunu nereden anladın?
-Çünkü beni en arka sırada yalnız oturtuyor. Yaramazlık yapan arkadaşlarıma kızınca da ‘Seni şu Suriyelinin yanına gönderirim’ diyor.
Cemal gözyaşlarını saklamak için evden hemen çıkmış ve okula giderek kardeşinin sınıfını değiştirmişti. Yine bir gün kendi sınıfının en parlak öğrencisi olan kardeşi Ahmet ona ‘Tüm denemelerde birinciyim ama Bursluluk Sınavı ve Tübitak Olimpiyatlarına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığım için beni almadılar’ demişti.
Cemal, ‘Artık bunların hiçbirinin önemi kalmadı’ diye düşündü. Ahmet’in vefat ettiğini artık biliyordu. Kendisinin de birazdan kardeşine kavuşacağından oldukça emindi. Daha beş yaşında bir çocuk iken ailesiyle birlikte Esed rejiminden kaçtıkları Halep’i hayal meyal hatırladı. ‘Keşke kendi vatanımızda ölüp, kendi vatanımızda gömülseydik’ diye düşündü. Ama kader onları buralara kadar getirmişti. Kendisi gibi olan Suriyeli çocukların hayatları da ölümleri de; savaş, yıkım, bombardıman, açlık, zulüm, işkence, ırkçılık ve gayri insani her türlü muameleden ibaretti. ‘Ama en azından ben ve kardeşim şanslıyız’ diye düşündü. ‘Ölümümüz deprem sebebiyle olacak…’
6 Şubat gecesi gerçekleşen büyük depremde Antakya’da kaldıkları bina olduğu gibi çökmüş, zemin kattaki dairede yaşayan Suriyeli Hassun ailesinden baba Ömer Hassun, anne ve dört çocuk kendilerini son anda dışarıya atarak kurtulmuşlardı. Fakat çocuklardan 14 yaşındaki Ahmet ve 17 yaşındaki Cemal ise enkaz altında kalmıştı. Baba Ömer Hassun enkaza girmeye çalıştıysa da bu mümkün olmadı. Parmakları parçalanmış şekilde bir yere oturdu. Etrafına baktı. Yıkım çok büyüktü. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber can pazarına dönüşen bu yerde arama kurtarma ekiplerini beklemekten başka çaresi yoktu. Hüznü, eşinin çığlıklarına karışıp kayboluyordu. Tam dört gün boyunca çocuklarını çıkartabilmek için feryat etti. Fakat sesini hiç kimseye duyuramamıştı.
Bina tamamen yıkılmamış, fakat giriş kat olduğu gibi yerin altına girmişti. Kendisi de inşaat ve duvar işçisi olan Ömer Hassun, ağır hasarlı olan ve her an yıkılma tehlikesi bulunan binaya girmenin türlü yollarını aradı. Yaşanan felaketin büyüklüğü nedeniyle Ömer Hassun’un sesi depremin beşinci gününde duyulabildi. Kendisiyle iletişime geçen AFAD gönüllüsünün yönlendirmeleri ve desteğiyle enkaz başına bir ekip depremin beşinci günü ulaştı. Termal kameralarla ilk katı yerin dibine giren binada çalışmalar yapıldı. Binanın ön tarafında üç, arka tarafında ise bir kişiye dair yaşam belirtisi tespit edildi. Bu tespitten birkaç gün sonra evin arka tarafındaki komşuları enkazdan canlı olarak çıkartılacaktı. Ömer Hassun bina yıkıntıları arasında hayatta kaldığı belirlenen iki kişinin kendi yavruları olduğunu düşünüp işe koyuldu. Enkaz başındaki ekip termal kameralarını toplayıp başka enkaz çalışmalarına gitti. Sırada vinç ve diğer ekipmanlarıyla bir arama kurtarma ekibini ağır hasarlı binaya getirmek vardı.
Ömer Hassun, bir arama kurtarma ekibi bulup çocuklarını çıkartabilmek için depremin beşinci gecesinde, içinde iki çocuğu da bulunan Seval Apartmanı’nın önünden ayrıldı. Enkaz enkaz dolaşarak vinç ve kurtarma ekibi aramaya başladı. Türkçesi yetersizdi. El yordamıyla kendisini anlatmaya çalıştı. Başarılı olamadı. Antakya’da dehşetli bir yıkım vardı. Sahadaki tüm ekipler enkazdan birilerini kurtarmaya çalışıyordu. Arama kurtarma ekibi bulamayan Ömer Hassun Seval Apartmanı’na geri döndü. Yanındaki akrabasıyla birlikte son bir kez daha enkaza girmeye çalıştılar. Bir yandan da çocuklarına Arapça bağırıyorlardı: “Ahmet! Cemal! Sesimi duyuyor musunuz?” İşte ne olduysa o esnada oldu. Güya Suriyeli yağmacı avına çıkmış bir grup, acılı babayı ve yanındaki akrabasını darp ettiler. Ömer kendini ifade etmeye zaman bulamamıştı. “Bırak, bir saniye, ben insanım, ben insanım” gibi Türkçe kelimeler söylese de bu insan müsveddelerinin şiddetinden kurtulamamıştı. Başına silah dayadılar. Burnunu kırdılar ve kafasının arka tarafında kırıklar oluştu. Öldüklerini düşününce de oradan ayrıldılar.
Ömer Hassun çevredekiler tarafından hastaneye kaldırıldı. Bu esnada enkazın başından da ayrılmak zorunda kaldı. Enkazın başına geri döndüğünde çevreden insanlar, “Bu enkazdan iki çocuk çıkartıldı ve hastaneye götürüldü” deyince ailenin umudu arttı. Sosyal medyada Cemal ve Ahmed için kayıp ilanları verildi. Sahadaki yüzlerce gönüllü, derneklerin fedakâr gençleri ellerinde Cemal ve Ahmed’in fotoğraflarıyla hastane hastane gezdiler. Bu esnada AFAD gönüllüleri aileye destek verdi. Sahadaki organizasyonlar aileye yardım ulaştırdı. Depremin 9. gününde arama kurtarma ekibi Seval Apartmanı’na geldi. Yıkılma tehlikesi olduğu için yerin altına giren binanın üst kısmını indirerek enkaz altındakilere ulaştılar. Ahmed ve Cemal’in cansız bedenleri de enkazdan o zaman çıkartılabildi.
Mahalledeki cami hoparlöründen depremden sonraki ikinci cuma namazı için sala veriliyordu. Cami imamı bahçede kurulan ve namaz için hazırlanan büyük çadıra gitmek üzereyken Ömer Hassun ile karşılaştı. Çocukları için başsağlığı diledi:
-Ahmet ve Cemal pırıl pırıl gençlerdi. Vakit namazlarına gelirlerdi. Bazen benden Kuran-ı Kerim dersleri alırlardı. Allah ikisine de rahmetiyle muamele buyursun.
İmam, Ömer’in yüzündeki yaraları gördü. Nedenini sordu. Ömer, başına gelenleri olduğu gibi anlattı. Sonrasında da şunları söyledi:
– Şehit yavrularımın bedenlerini Suriye’ye gönderdim hocam. Orada akrabalarım karşıladılar ve defnettiler. Suriye, savaş ve ardından gelen depremle birlikte sadece ölülerimizi gönderebileceğimiz bir yer şu an.
İmam hiçbir dua okumadan minbere çıktı. Öfkeli olduğu her halinden belli oluyordu:
-Ey Müslümanlar! Bugün sizlere deprem olmadan da evlerinizin nasıl yıkıldığını anlatacağım…
Cemaat hiçbir şey anlamamıştı. Meraklı gözlerle birbirlerine baktılar. İmam devam etti:
-Evet, memleketinize muhacir olarak gelen Müslüman kardeşlerinize yardım etmediyseniz ve hatta onları hor gördüyseniz, evinizin yıkılması için herhangi bir depreme gerek kalmamıştır. Enkaz altında kalan ve dilimizi bilmeyen kardeşlerimiz, Arapça olarak bize seslendiklerinde yardım etmeyeceğimizi düşünüyorlarsa eğer, evlerimizin ayakta durduğuna bakmayın, aslında yerle bir olmuşlardır. Yavrularını enkaz altından çıkarmak için ellerini parçalayan bir babayı sırf Suriyeli olduğu için yağmacı olarak görüp öldüresiye dövüyorsak eğer, bu dünyada ayakta kalan haysiyetli tek bir davranışımız kalmamıştır demektir. Sizin gibi depremzede olan bu kardeşleriniz yardım kuyruklarının en sonunda utanarak ve korkarak beklerken eğer vicdanınız sızlamıyorsa, merhamet köprülerini tarumar etmişsiniz demektir. Merhametinizi kaybederseniz, ileride neyi kazandığınızın hiçbir önemi kalmayacaktır. Şu sözümü evi yıkılmayan ve depremden etkilenmemiş tüm Müslümanlara iletin:
Bu soruyu kendinize sorun: “Deprem yoktu, neden evim yıkıldı?”

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?