Pazar gününü pazartesiye bağlayan gece idi. Saat bire kadar tez yazımı ile uğraştığım o gece, uyumaya geçerken “Sabah kar tatili nasıl olsa, geç kalkarım” demiştim. Ama saat 04.17’de kimsenin planlamadığı, tahmin etmediği bir şekilde uyandık. Hem de öyle bir uyanma ki sıçrayışla, bu zamana kadar görülmemiş bir felaketle, dehşete düşüren bir korkuyla… Zilzal Sûresi’nde “Yer sarsıldıkça sarsıldığında, insan, “Ne oluyor ona?” dediğinde…” ifadesine yakinen şahit olunan bir depremle uyandığımda kıyametin küçük bir sahnesini yaşadığımızı anladım. Çocuklarımın yanına koşup onlara “çök-kapan-tutun” yaptırdığımda gözlerindeki dehşeti görüp üzerlerine siper olarak korkularını azaltmaya çalıştım. Bitsin istedik. Ama bitmek bilmedi. Avizelerin, pencere camlarının çıkardığı sesin yanı sıra duvardan gelen çatırtılar bunun geri dönüşünün olmadığı hissi veriyordu.
O süre yaklaşık bir dakika olarak ifade edildi haberlerde. Çoğu kişinin her şeyin bittiğini düşündüğü, bulunduğu binanın çöküşünü beklediği o an eceli gelenler için beklenen son gerçekleşmişti. Ama daha yaşayacak hayatı olanlar, on ikinci gün bile enkazdan sağ çıkarıldılar. Hatta tıpçıların ifadesiyle tıbbi açıklaması olmayan bir şekilde mucize diye ifade edilen kurtarışlar gerçekleşti.
Dışarı çıktığımızda herkesin sokağa döküldüğünü gördük. Korkudan dizinin bağı çözülüp yürüyemeyenleri, ağlayanları gördük. Kimse kimseyi soracak durumda değildi. Herkes sadece korku dolu gözlerle birbirine bakıyor, korkusunu dile getirecek söz bulamıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışan çocuklar ise anne babalarının ve çevrelerindeki insanların korku, çaresizlik ifade eden bakışlarını gördükçe daha da endişeye kapılıyorlardı. Hayatlarının sonuna kadar unutamayacakları, belki ömürleri vefa ederse torunlarına anlatacakları bir anı olacaktı onlar için.
Hava hâlâ yerde küme küme bulunan ve önceki gün yağan yoğun kardan dolayı soğuktu. Arabası olanlar arabasına sığınıyor, arabası olmayanlar en yakın camiye doğru koşturuyordu. Daha kimse yaşanan felaketin ne boyutta olduğunu, hangi zayiatlara sebebiyet verdiğini bilmiyordu. Arabada parkın kenarında boş yer bulup arabayı park ettiğimizde başlayan sağanak yağmur etrafta koşuşturan insanların sayısını artırıyordu.
Hemen aileden anne, baba, ablaları arayıp durumlarının iyi olduğunu öğrenip şükrettik. Eşim yakında yıkılan bir bina olduğu haberini almış ve yardım için yağmurda yürüyerek yola düşmüştü. Yağışın hızlanması ve insanlardaki panik trafiğin yoğunlaşmasına ve çevremizdeki araçların yolun ortasına park etmesine neden olmuştu. Sabredemeyen, daha da uzaklaşmak isteyen kişiler arabaların kornalarına ısrarla basıyor ve çevredeki insanları daha da endişeye sevk ediyorlardı.
Arabada camdan etrafa bakarken ve o çok beğendiğim lüks araçların camını yağmur suları yıkarken içimde bir soğukluk hissettim. Hepiniz bir aldatmadan ibaretsiniz diye içimden geçirdim. Çocuklarıma karşı güçlü görünmek istediğimden gözlerimin nemini silip onlara da dua etmelerini söyledim. Deprem anında da dilime dolanan ‘La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim’ zikrini onlara da öğrettim. Çünkü çok acizdik. O an kimsenin hiç bir şekilde bir şeyi engelleme ya da durdurma gücü yoktu. Sadece yerin ve göğün yaratıcısı olan Allah’a sığınmak ve bu hareketliliğin bir an önce durmasını dilemek geliyordu elden.
O an bunun kötü bir rüya olmasını ve birazdan uyandığımda geçmesini diledim ama geçmedi. Telefon şebekeleri de çekmiyordu. Ara ara arkadaşlarımın attığı mesajlar düşüyordu mesaj kutusuna. “Nasılsın? Çocuklar nasıl? Eviniz yıkıldı mı?” gibi mesajlar alıyordum. Uzun süre şebeke çekmedi, attığım mesajlar iki üç saat sonra ulaşmıştı. Bu sürede cevap alamayan arkadaşlar daha da telaşlı mesajlar yazmışlardı. Yedi saat gibi bir süre arafta bekler gibi arabada bekledik.

Eşim geldiğinde zararın bizim bildiğimizden çok daha büyük olduğunu ifade etti. Gittiği süre zarfında sadece iki kişinin enkazdan çıkarıldığını, ilçelerde durumun daha vahim olduğunun haberlerinin geldiğini söylediğinde kalbime bir hüzün çöktü. Evimizde görünen büyük bir hasarın olmaması, arabada uzun süre oturmanın verdiği yorgunlukla ve artık artçı sarsıntıların bittiği düşüncesiyle eve girmiştik. Ancak o an ikinci büyük depremi yaşadık. Bu ilkinden daha kısa süreli ama aynı şiddette bir sarsıntıydı. Yine de aynı dehşeti yaşamanın korkusu çocukları daha fazla etkilemişti. İlkinde yıkılmayan hasarlı binalar ikinci depremde yıkılmıştı. Bizim gibi sarsıntıların bittiğini düşünen kişilerin eve girmesi ile ikinci depremde yıkılan binalar zayiatın artmasına neden olmuştu.
İl merkezinde evlerin en gösterişli ve en lüks olduğu semtte yıkımların olması, o evleriyle övünen ve büyüklenenler ve binalarda gözü kalan, imrenen kişiler açısından oldukça düşündürücüydü. On ilde yaşanan deprem felaketine bire bir şahit olanlar ilk iki üç gün olayın şokunu üzerinden atamadılar. Bilinçleri bulanık, algıları donuk, ifadeleri eksikti. Sürekli sarsıntı olduğunu zannediyor ve sürekli daha güvenli yerlere sığınmaya ihtiyaç duyuyorlardı. Diğer illerde yaşayan ve olayları haberlerden takip edenler ise felaketin büyüklüğünün daha çok farkındalardı ama ellerinden çok bir şey gelmemesinin acizliğini hissediyorlardı.

Gün geçtikçe bizler de haberlerde yıkımın etkisini görünce içimizdeki ıstırap artıyor, her an aynı şeyleri yaşayacağımızın korkusunu hissediyorduk. Arayıp soran arkadaşlara, dostlara iyiyim derken utanıyor, içimizde enkazda ölen insanlara saygısızlık ediyor hissi uyanıyordu. Ülke olarak acımız büyüktü. Ailelerinden birçok kişiyi kaybederek tek kalan insanların haberini izleyince çok üzülüyordum. Anne babası vefat eden çocukların yalnız kalması içimi daha çok acıtıyordu. Ama elden üzülmekten ve Allah’a sığınmaktan başka bir şey gelmiyordu. İnsanların bazılarında devam eden vurdumduymazlık insanı ümitsizliğe düşürürken diğer yandan ülkenin dört bir yanından deprem bölgesine maddi yardım gönderenler ve manen destek olmaya, çalışmalara katılmaya gelen gönüllü insanlar ise geleceğe dair ümit ışığı yakıyor, yüreklere su serpiyordu.
İnançlı kişilere yakışan tavır, musibetlere ibret nazarıyla bakmaktır. Kuran okuyan Müminlerin depremde gözünün önüne mahşerin küçük bir sahnesi olduğu hissi gelmiştir zannediyorum. Genel olarak mülkün sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin yüceliğini ders vererek öğreten deprem, diğer açıdan herkesin kendi şahsında alması gereken farklı farklı ibretler barındırmaktadır. Burada herkesin kendi iç sesini dinlemesi yeterli olacaktır. Kimi ömrü boyunca mal biriktirme sevdasının imtihanını; kimi, şükretmesi gerekirken sahip olduğu şeylerden şikâyet etmenin imtihanını vermektedir. İmrenilen yüksek yüksek binaların, sahip olunmak istenen lüks araçların bu dünyada sadece bir araç olarak görülmesi ve hiçbir zaman ömrü heba edecek kadar amaca dönüştürülmemesi gerektiğinin farkına varmalıyız.

Bazen ısrarcı olduğumuz halde elde edemediğimiz varlıklara karşı hırs hissetmenin anlamsız olduğunu ve bunun hakkımızda hayır olabilecek farklı güzelliklere işaret olabileceğini düşünmek bizim bu dünyada sadece geçip giden bir yolcu olduğumuzu kabullenmemize katkı sağlayacaktır. Dünyada yaşadığımız her zaman diliminde insanlara düşen sebepler dairesinde tedbirleri almak ve gerisi için Allah’a tevekkül ederek O’na sığınmaktır. Rabbimiz bizleri bir gün bir deprem karşısında “Rabbiniz, sizi hoşnut olacağı duruma döndürmek istiyor. Siz de onun rızasını isteyiniz.”1 buyuran peygamberin mesajını doğru şekilde anlayarak amellerini gözden geçirip ders alan kullarından eylesin.

Kaynakça
1) El-Musannef, II, 472.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?