Her zamanki gibi güneşin doğuşuyla gün başlamış, herkes meşgul olduğu işin başına geçmiş, gününü geçirmiştir ve nihayet yorgunluğunu atlatmanın hayalini kuruyordu. Neyse ki vakit hızla geçmişti. Herkes evine dönmüş, yemeklerini yemiş, bir müddet televizyon ve çay molasından sonra kendi köşesine çekilip günün yorgunluğunu güzel bir uyku ile atmak istemişti.
Yatağın sıcaklığı, kişiye günün muhasebesini unuttururken dünyalık işler ibadetlerine engel olmuştu bile.
Çünkü insan hiç ölmeyecek gibi yaşamayı aklına koymuş, nefsine köle olmuştu çoktan.
Şimdi aklında sadece ertesi gün elde edeceği kazanç ve onu mutlu edecek dünyalıklar vardı.
Nereden bilebilirdi insan gaybı…
Uyku tüm güzelliği ile elde etmişti insanı.
Artık sadece sessizlik konuşuyordu.
Meydan uykuya kalmıştı.
Kimisi kâbus kimisi düş görmekteydi.
Saatler geçiyor vakit artık daralıyordu.
Ölüm kollarını açmış birazdan eceli olacak olan kulu beklerken, kul her şeyden habersiz, uyumaya devam ediyordu.
Ölümdü bu, habersiz gelen en kalıcı misafir olur, kabir ile tanıştırır ve misafir olmayı terk eder, bir isim haline gelirdi. Bırakmazdı konakladığı insanı. İsim olurdu ona, yol olurdu ona, kabir ile dünya arasında.
Ölüm pusuda beklerken saatler hızla akıp gidiyordu ve artık vakit gelmişti.
Haftalarca, aylarca, hatta belki de yıllarca uğraşıp almak için namazlarını, ibadetlerini, Rabbiyle olan bağlantılarını terk eden insanlara o ev bir mezar, ya da bir hiç olacaktı artık.
Çünkü vakit gelmiş, dünyalıkların dünyada kalacağı ayeti, bir kez daha kanıtlanacaktı.
Ve vakit gelmişti.
Saat 04.17, depremin başlama saatiydi.
Bir yandan çığlıklar, diğer yandan ağlamalar…
Yıkılan binalar ve moloz yığını olan evler, eşyalar, lüks daireler… Hepsi moloz olmuştu artık.
Meğer ne de çok şeye üzülmüşüz bu hayatta.
Ne de çok şey için uykusuz kalmış, hayaller kurmuş, nice kalpler kırmışız.
Oysaki uğraşıp durduğumuz nice işler dünyalıktı.
Gönül Rabden uzak olunca, kalp unuturmuş sevgiyi, merhameti. Unuturmuş kulluğu, ibadeti.
Gözler sadece dünya için ağlar, ruh sadece nefse kulluk eder ve unutur insan benliğini.
Ölüm dayanınca kapıya, keşkelere sığınıyor insan.
Oysaki bilmiyor mu keşkeler de şeytandan?
Hayat hızla akıp giderken, her geçen saniye ömrümüzden vakit alıyordu ve her amelimiz virgülüne kadar yazılıyordu. Ölüm anı yaklaşınca bahaneler söz konusu bile olmuyordu. Çünkü ölüm bahanelere müsaade etmiyordu.
Bırakıyor insan geçmişi, anıları, kazancını, hatta çocuklarını bile. Yok oluyor hayalleri, yapacakları…
Yalnızlaşıyor ve yalnız gidiyor, tıpkı yalnız geldiği gibi.
Etrafı ne kadar yoğun olsa da kabirde onu bekleyen hiçbir dostu, ailesi olmuyor insanın.
Kalabalığın içinde yalnız kalıyor adeta. Ölüm izin vermiyor hazırlık yapmasına, vedalaşıp helallik istemesine… Çünkü vakit çoktan belirlenmiş, ölüm o vaktin hazırlığını yapmıştı çoktan. Kul hazırlığını dünyadayken yapmalı, kulluğunu her daim hatırlamalıydı… Ölümü aklından çıkarmamalı ve vakti gelince ayrılık zor olmamalıydı.
İşte ölüm her şeyin son bulduğu, ümitlerin ve umutların yok olduğu, yerini pişmanlığın aldığı, hazan dolu an, son an, yolculuk anı…
İşte şimdi elvedaların zamanı…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?