“O (diriliş) günü onlar (kabirlerinden fırlayıp) çıkarlar. Onlardan (sadır olan) hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. (Allah buyurur:) “Bugün mülk (mutlak mülkiyet ve hâkimiyet) kimindir?” “Bir ve Kahhâr olan (her şeyi kudretine boyun eğdiren) Allah’ındır.” (Mü’min, 16)
6 Şubat günü sabaha doğru (saat 04,17 de) birçok ilimizde gözlerimizi dehşetli bir sarsıntıyla açtık. Herkes deprem oluyor derken saniyeler içerisinde sonunun ne olacağını, nasıl kurtulacağını düşünürken dilinden Kelime-i Tevhid sözlerinin döküldüğüne şahid olduk. Daha önce benzeri görülmemiş bir sarsıntıydı. Sanki duvarlar yan yatıp dalgalanarak tekrar kalkıyordu. O sabit duran, yerinden hiç kımıldamayan, kımıldatılamayan duvarlar öyle dehşetle sallanıyordu ki hiçbir kimsenin, hiçbir teknolojinin durduramayacağını herkes zorunlu olarak biliyordu. Herkes o sarsıntıyı durduracak tek gücün Yüce Allah olduğunu biliyordu ve bunun içinde herkesin dilinden yüce Allah’ın isimleri dökülüyordu. Kelime-i Şehadet, Kelime-i Tevhid ve tekbirler. Hiç kimse normal yaşamında mırıldandığı şarkıları söylemiyordu, hiç kimsenin ağzından farklı kişilerin isimleri çıkmıyordu. Herkes sığınılacak, onları koruyacak yegâne gücün Yüce Allah olduğunu biliyordu.
Herkes “Ne oluyor?” derken kimse kimsenin güzelliğine, gözlerinin rengine, giymiş olduğu kıyafetine, markasına bakmak şöyle dursun, gözlerinin önünde ihtiyacı olan şeyleri dahi görmüyordu. “Ve insan: “Ona ne oluyor?” dediği zaman.” (Zilzal, 3)
Daha önce değer verip de uğruna ahireti feda ettikleri ne varsa (ev, araba, para, diziler, şöhret sahipleri) hiçbiri akıllarına dahi gelmiyor, bir çıkış yolu arıyorlardı. “O gün insan; “Kaçacak yer nerede?” der.” (Kıyame, 10)
Herkes sokaklara dökülmüş kimi yaya, kimi arabalarına binmiş nereye gittiğini bilmeden ama aşırı kalabalıktan dolayı da ilerleyemeden, tek umutları kaçmak olan ve artçı sarsıntılarla hala sallanmaya devam eden insanlar. “O gün insanlar, her biri bir tarafa uçuşan küçük kelebekler gibi olacaktır.” (Karia, 4)
Bir türlü durmak bilmeyen, hiç durmayacağını sandığımız (ama 2 dakika dahi sürmeyen) deprem bizlere bir kez daha daraltan ve genişletenin Allah olduğunu hatırlattı. Zamanın nasılda genişlediğini görmemiz, ölüm anında, kıyamette bekleme anındaki dehşeti tefekkür etmemize bir kez daha sebep oldu.
İnsanoğlunun yapmış olduğu en büyük yıkımlardan birine sebep olan atom bombasından kat be kat daha şiddetli olan 7,7’lik depremi yaşayınca, büyük yıkımlara sebep olacağının haberi verilen kıyametin dehşetini düşünmek dahi insan aklını aciz bırakmaya yetiyordu. “Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının. Çünkü kıyametin zelzelesi, çok korkunç ve dehşet bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, bebek emziren her kadın emzirdiğini unutur ve her hamile kadın karnındaki çocuğunu düşürür. (O gün), insanları sarhoşlar (gibi yalpalarken) görürsün, hâlbuki onlar sarhoş da değildir. Ama işin gerçeği, Allah’ın azabı (pek) şiddetlidir.” (Hac, 1-2)
“Gök, yarıldığı zaman. Yıldızlar, (dökülüp) saçıldığı zaman. Denizler, (birbirine) açıldığı (ve yeryüzü düzlenerek hepsi bir deniz olduğu) zaman. Kabirler, alt üst edildiği (ölüler diriltilip çıkarıldığı) zaman.” (İnfitar, 1-4) “O gün gök, erimiş maden gibi olur. Dağlar da (atılmış) rengârenk yün gibi olur.” (Meâric, 8-9)
En önemlisi ise ha yıkıldı ha yıkılacak korkusundan daha ziyade biraz sonra ahirette olma duygusuydu. Her şey bitecekti, hiçbir dünyevi kriter geçerli olmayacaktı, makam veya mevki sahibiyiz diye farklı muamele görmeyecektik. Ya da maddiyatımıza, fiziki güzelliğimize, soyumuza, aşiretimize, ırkımıza bakılmayacaktı. “… Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır.” (Hucurat, 13)
O gün sanki kıyameti yaşadık, tabi ki kıyametin dehşetinin yanında 7,7’lik sarsıntı hiçbir şeydi ama bütün insanların korkusu kendi kıyametleri olan ölümü tatmaktı, enkaz altında kalıp ölümü beklemekti. Hiç gelmeyecek zannettiğimiz ölüm bize o kadar yakındı ki bir nefes sonrası ahiretti, hesaptı, azap veya mükâfattı. Yaşadıklarımız belki büyük kıyamet değildi ama herkes kendi kıyametinin kopacağını, buna kimsenin engel olamayacağını, hiçbir malın veya makamın fayda vermeyeceğini görüyordu.
Bizi koruyacağını zannettiğimiz, kale gibi sapasağlam duran evlerimizin duvarları yerinden oynarken, eşyalarımızın hiçbiri yerinde duramazken, gözlerimizin önünde düşüp kırıldığını gördüğümüz halde o an bizim için hiçbir eşyanın değeri yoktu. Bir kez daha anladık ki uğruna kulluğumuzu ihmal ettiğimiz her şey daha bu dünyada değerini kaybederken, ahirette bizim için hiçbir değer ifade etmeyecek. Hâlbuki dünyada onlar için nelerimizi feda etmedik ki? Mal uğruna, makam uğruna, şan, şöhret, diploma uğruna neler yapmadık ki? Ama o sarsıntıyı yaşarken bunların hiçbiri aklımıza gelmedi; bizi rahatlatan tek şey, Allah için yapmış olduğumuz güzel amellerimiz oldu. Hepimizin temennisi ise eğer yaşamaya devam edersek güzel ameller işleyeceğimiz, nefsimize ve şeytana uymayacağımız daha güzel bir kul olmaktı.
Ama şu gerçek herkesi dehşete düşürüyordu: Acaba mühlet verilecek miydi yoksa ölüm vakti geldi mi? Çünkü inanan ve inanmayan herkes biliyordu ki eğer ölüm gelmişse buna kimse engel olamayacaktı. İnananlar biliyordu ki ecel vakti gelmişse bu değişmeyecekti, inanmayanlar da biliyorlardı ki ölümü engellemeye güçleri yetmeyecekti çünkü Allah’ın gücünün karşısında acizlerdi. Tıpkı sarsılan dağları, yarılan yolları, yıkılan binaları durdurmaktan aciz oldukları gibi.
Herkes bir kez daha şunu gördü ve anladı ki her şey Allah’ın gücünün karşısında boyun eğmektedir, hiçbir güç ve kudret Allah’ın gücünün karşısında durmaya güç yetiremeyecektir. Hal böyle iken neden hala dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşamaya devam ediyoruz? Neden hala Allah’ın emir ve yasakları karşısında duyarsız davranıp bir sarsıntıyla dahi uğruna kulluğumuzu feda ettiğimiz şeylerin değersizleştiğini, onlara dönüp bakmadığımızı, aklımıza dahi gelmediğini gördüğümüz halde nefsimizin istediği doğrultuda yaşamaya devam ediyoruz. Neden hala fani şeyler için ebedi saadetimizi sağlayacak şeyleri feda ediyoruz? Neden hala ebedi saadetimiz için bazı zorluklara katlanmayı göze almıyor, vaktimizi, rahatımızı, malımızı bu uğurda feda etmiyoruz? Oysa o gün o sarsıntıda ölmüş olsaydık şimdi bizim için her şey bitmiş ve hesap zamanı başlamış olacaktı. “Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl geçirdiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiği ile amel edip etmediğinden.” (Tirmizî, Sıfatü”l-kıyâme, 1)
Şimdi tefekkür edelim, eğer o gün ölmüş olsaydık bu sorulara cevabımız ne olurdu? Elimize bir kâğıt kalem alalım ve bu soruların cevabını yazalım:
Ömrümüzü nerede geçirdik? Yaşımız kaç olursa olsun, Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda bu yıllarımızı nasıl yaşadık?
Gençliğimizi nerede harcadık? Hayatımızın en güzel, en sağlıklı, en dinamik çağını nerelerde ve nasıl geçirdik?
Malımızı nereden kazanıp nereye harcadık? Hayatımızın devamı için vazgeçilmez unsurumuz olan mallarımızı nereden, nasıl kazandık ve kazanmak kadar önemli olan harcamalarımızı nerelere, neler ve kimler uğruna yaptık?
Bildiğimiz ile ne amel ettik? Öncelikle Rabbimizin farz kılmış olduğu ilmi öğrendik mi? Yoksa her şeyi öğrenmek için zaman ayırırken “eğer bilirsem amel etmek zorunda kalırım” yanlış düşüncesiyle öğrenmekten uzak durup nefsimiz doğrultusunda mı yaşadık? Ve öğrendiklerimizle ne amel ettik?
Eğer bu sorulara cevabımız Rabbimizi memnun edecek doğrultudaysa o sarsıntıdan çok korkmamıza gerek yoktu çünkü eğer ölmüş olsaydık hükmî şehidler derecesine kavuşacak ve ebedi kurtuluşa ermiş olacaktık. Eğer bu sorulara cevabımız Rabbimizi çok memnun edecek derecede değilse o zamanda bize verilen bu mühlete şükredip tevbe edip Rabbimizi memnun edecek amellere yönelerek her an gelecek kıyametimize hazırlanmalıyız.
Kendi kıyametimize hazırlıklı olarak Rabbimize kavuşmak duasıyla…