Şehitlik, bir Müslümanın en klas diriliş şeklidir. Öyle bir diriliş ki, Allah’ın “ölüm” olarak değerlendirmediği bir formdur. Böylece Müslüman, bu fani dünyanın kapılarını bâkî olan dünyaya açar, asıl varış yeri olan ahiret yerini kendine yurt edinir.
“Sözlükte “bir olaya şahit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek, bir yerde hazır bulunmak” gibi anlamlara gel(mektedir) ….dinî bir terim olarak Allah yolunda öldürülen Müslümanı ifade (etmektedir) … âlimler, canını Allah yolunda feda eden kimsenin hemen cennet nimetlerine erişmesine Allah ve melekler tarafından şahitlik edilmesinden dolayı (farklı görüşler olsa da) ona şehid dendiğini belirtirler (Atar, 2010: 428).”
Bir ayeti kerimede “…Süphesiz hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda kendilerine eziyet edilenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin kötülüklerini örtecek ve kendilerini altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu Allah katından bir karşılıktır. Karşılığın en güzel olanı Allah katındadır (Âl-i İmrân, 195)” buyurulmaktadır. Dikkat edilirse ahiret yurdunda olağanüstü bir hayat vadedilen Müslümanın bu dünya hayatı “yurdundan ayrılmak ya da çıkarılmak, eziyet görmek, çarpışmak ve öldürülmek” ile iç içedir. Bu yoksulluk ve yoksunluk ona öteki dünyada ulaşılması mümkün olmayan özel bir makamı getirmektedir. Bu makam da şehâdet makamıdır.
Dünya nimetlerine gark olmayı seven ve özellikle alışveriş ve mülke meyyal insan fıtratı, “O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda çarpışsınlar. Kim Allah yolunda çarpışır sonra öldürülür veya üstün gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz (Nisa, 74)” ayetiyle ödüllendirilmiştir. Burada görüldüğü gibi Müslüman, ahiret hayatını dünya hayatını vererek satın almıştır. Böylece güzel bir alış veriş yapmıştır. Bu alış veriş oldukça kârlı bir alış veriştir.
“Allah, kendi yolunda çarpışıp öldüren ve öldürülen mü’minlerden, karşılığı cennet olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır… (Tevbe, 111)” ayeti bu alışverişi en güzel şekilde gözler önüne sermektedir. Burada aslında Allah’ın bir emanet olarak verdiği can, bir alışverişin değer olarak karşılığı konumundadır. Bu ayeti kerimenin devamında da bu hususun Tevrat ve İncil’de de geçtiği vurgulanmıştır. Öyleye şehâdet İlam davasının ilk zamanlarından beri var olan bir kristaldir.
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, isterdim ki Allah yolunda cihat edip öldürüleyim, sonra yine cihat edip öldürüleyim, sonra yine cihat edip öldürüleyim.” (Buhari, Müslim) hadisi de şehâdetin İslâmî literatürdeki yaşam şekli olarak önemini vurgulamaktadır.
Edebi metinlerde de şehâdet kavramı sık sık geçmektedir. Semerkândî-i Âmidî Âgâh, bir şiirinde şehâdet kavramını şehîd-i aşk ifadesiyle beraber kullanmıştır.1 Buna göre aşk şehidi kendini o kadar davasına adamıştır ki, onun mezar toprağında lâleler yerine bin yıllık “âh” çıkmaktadır. Yani şehidin ölümden sonraki hayatı da sıra dışı bir şekilde capcanlı olarak devam etmektedir. Herhangi bir kriz anında bir yaşayan canlı gibi şehit, sahneye çıkmakta, tepki vermektedir:
Şehîd-i ‘aşk mezârında sanma lâle çıkar
Derûn-ı dildeki âh-ı hezâr-sâle çıkar (URL-2)

Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi bir beytinde şöyle demiştir:
Ben şehîd-i tîğ-i aşk oldukda râh-ı yârda,
Yumadan defneyleyin tenden gubârı gitmesin (URL-3)2
Buna göre şair kendisini aşk şehidi olarak hayal etmekte, şayet şehit olursa okuyucularını kendisini yıkamaması hususunda uyarmaktadır. Yıkandığı takdirde teninden sevgilinin tozu, toprağı gidecektir.
Ahmed Cevdet Paşa, şehitliği peygamberlerin makamına yakın bir makamda zikretmiş, velilerin de o makama özendiklerine vurgu yapmıştır. Şehâdet önemlidir, nitekim İslâm ülkelerinin fetih paradigmasının temelinde şehitliğe biçilen rol yatmaktadır.
Hiçbir edebî metin olmasa, sadece Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine (URL-4) şiiri olsa, şehâdeti anlatmak için yeterdi belki… Ersoy, şehitliğe bir ülkenin kurtuluş reçetesi olarak yaklaşmaktadır.
Gökler ölüm indirmede yer de ölüleri püskürtmektedir. Burada ölüm fırtınalı bir kış günü kompozisyonu ile sunulmuştur. Bu yüzden beşer savrulmaktadır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı, inanlığın savruluşu olarak değerlendirilebilir.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Saldırı o kadar şiddetlidir ki, bir yağmur gibi vücudun paramparça olan azaları çevreye savrulmaktadır.
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

Düşman saldırıları sinelere şehâdet yangınını vermektedir. Ortada bir ateş vardır. Düşman tarafından tutuşturulmuştur. Gönüllerdeki iman ise şehâdeti tutuşturmaktadır. Düşman uçakları bu ateşi körüklemektedir.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.

Düşman saldırılarından kahraman İslâm ordusunun neferleri çekinmemektedir. Buna sadece gülüp geçmektedirler.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!

Müslüman askerin göğsünde iman vardır. Düşman saldırıları bu imanı ele geçirecek güce sahip değildir.
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat îman?

Hiçbir kuvvet, Müslüman bir savaşçıyı kahrı altına alamayacaktır. Çünkü o iman dolu göğsü inşa eden Allah’tır.
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Savaşçının göğsü Allah’ın serhaddi olarak çizilmiştir: O göğsü Allah, özenip bezenerek yaratmıştır. Müslüman, o göğsü asla düşmana çiğnetemez.
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Çiğnetmeyecek olanlar kimlerdir? Âsım’ın nesli!… Onlar asla düşmana boyun eğmeyecek. Namus ve değerlerine sahip çıkacaklardır. Çünkü o nesil gerçek bir nesildir.
Âsım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Sadece insanlar değil bütün dağ ve taşlar adeta şehidin gövdesi olmuştur: Onların başları ancak Allah’ın karşında rükûda eğilir. Bunun haricinde asla eğilmezler. Tek başlarına kalsalar bile bütün karanlıkların arasında…
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Mükemmel bir yorum… Şehitlere ölü demiyor şair. Aynen ayeti kerimede olduğu gibi… Alnından vurulmuş şehit, sadece yerde “yaralanmış, yatmış” ifadeleriyle anlatılmış. Hilâl, İslâm’ı temsil ediyor. Güneş gidiyor ki, hilâl ortaya çıkın. Enfes bir istiare…
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Şehit, bu topraklara düşmüş bir tohum gibi… Yeni nesilleri doğuracak. Bereketiyle gelecek. Ecdad ise şehitler kervanı… Gökyüzündeler… Kritik zamanlarda derhal yeryüzüne inecekler…
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Onlar, Bedir kuyularında savaşan mücahitler gibiler. Azlar, ama güçlü bir imanları, kor gibi yürekleri var. Korkusuzlar. Gerçek bir karşılaştırma. Müthiş bir benzetim… Allah için ordalar… Tevhid için sonuna kadar vuruşacaklar…
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Şehidi anlatmak mı? Mümkün değil… Makberi yok, zaman ve mekânla iltisaki yok. Ama zaman ve mekân hep onun. O, bunun şuurunda… Tarih yaprakları onu överek bitiremez…
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.

Şehit bütün zamanları darmadağınık hale getirmiştir. Zamanlar üstüdür. Hangi zamana ait olduğu belli değildir. Tüm zamanlara atfedilebilir. Ancak o, ebedidir. Onu ancak ebedilik kavramı içine alabilir.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.

Şehidin mezar taşı ancak Kâbe olabilir. Şehit değerlidir. Ruha vahiy gelir. Gelen bu vahiy ancak şehidin mezar taşı olan Kâbe’ye yazılıp geçirilebilir.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Gök kubbe Kâbe’nin örtüsüdür. Şehidin kabri sürekli olarak kanlıdır. Çünkü taptazedir. O kanlı kabre gökyüzündeki yıldızlar yansımaktadır. Bu bir bayrak motifidir. Kan ve yıldızlar…
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Şehit ancak kendi kanına bürünür. Onunla ısınır… Bir parlak avizenin altındadır. Karanlıkta mehtabı seyretmektedir. Canlıdır. Ölü değildir. Kanı ve ruhuyla oradadır. Dipdiridir.
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Şehidin yaralarına akşamın güneş vakti sürülmektedir. Güzel ve etkileyici bir tasvir…
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

O şehitler, Haçlıların saldırısını kırmıştır. Bu yönüyle şarkın en büyük hükümdarı Sultan Selahaddin gibidirler…
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,

Emperyalizm, sömürgecilik İslâm’ı kuşatmıştır, boğmak üzeredir. Bu şehitler adeta bir Kılıçaslan gibi meydana çıkmışlardır. Düşman, emellerine ulaşamayacaktır.
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
Esaret çemberini şehitler paramparça etmiştir. Bu yüzden manevi olarak onların ruhları, fezanın derinliklerindeki yıldızları dolaşmaktadır.
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Şehit, bütün zamanlara gömülse, unutulsa bile bilinmelidir ki, bir gün gelecek oradan yine taşacaktır. Bu ufuklar, şehidi almaya, onu kendi içinde eritmeye yetmez. Bu cihat her ne kadar büyük görülse de şehidi içine alacak kadar büyük bir cihat değildir. Şehit, yaptıklarından çok daha fazlasını yapabilecek kudrettedir.
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Şehâdete İslâm medeniyetinin Batı medeniyetine karşı duruşu olarak yaklaşan Akif’in son beyti ise klas bir vuruştur:
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Şehâdet, bir diriliş çağrısı olarak bütün çağları aydınlatmaya devam ediyor. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan, Hasan el-Benna, Ömer Muhtar, İskilipli Atıf, Seyyid Kutub, Malcom X, Abdulaziz Rantisi, Şeyh Ahmed Yasin, Cevher Dudayev, Ali Haydar Bengi, Hama, Halepçe, Rabia, Kudüs, Bangladeş şehitleri… Ve daha sayamayacağımız birçok öncü şahsiyetin şehâdeti… Onlar İslâm davasının savunucuları olarak şehit oldular. Bizler de sıramızı bekliyoruz…
Yazımızı Sezai Karakoç’un bir sözü (1966: 113) ile bitirelim: “Şehitler, diridirler. Şehit, toprağa düşmüş öyle bir tohumdur ki, verdiği başakta bin mümin kalbi çarpar.”
Bir Müslümanın en fiyakalı ölümü: Şehâdet!..

Kaynakça:
1. Şehîd-i aşk kavramı, “Ene’l-hakk” dediği için öldürülen Hallâc-ı Mansûr için kullanılmaktadır (Uzun, 1991: 19). Bunun haricinde gerçek anlamıyla da kullanıldığı olmuştur. Hallâc, âşıkların pîridir. Aşkın ilk şehididir. Bu yüzden değerli ve saygındır.
2. Ben yâr yolunda aşk okuyla şehîd olunca, yıkamadan beni defnedin ki; o mukaddes yolculuktan kalan tozlar üzerimden gitmesin.
Ahmed Cevdet Paşa. (2017). İlmihâl. İstanbul: Beyan Yayınları.
Atar, Fahrettin. (2010). “Şehid”. İstanbul: İADİB. c. XXXVIII. s. 428-431.
Karakoç, Sezai. (1966). Dirilişin Çevresinde. İstanbul: Diriliş Yayınları.
URL-1: Kur’ân-ı Kerîm. http://www.kuranmeali.com. adresinden 16 Ocak 2018’de alındı.
URL-2: Semerkandî-i Âmidî Âgâh. (2018). Semerkandî-i Âmidî Âgâh Şiirleri. http://www.edebiyatvesanatakademisi.com.47152.aspx adresinden 16 Ocak 2018’de alındı.
URL-3: Yazar Yok. (2018?). “Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi”. İslam Alimleri Ansiklopedisi. http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi. adresinden 16 Ocak 2018’de alındı.
URL-4: Ersoy, Mehmed Akif. (2018). Çanakkale Şehitlerine. http://www.siir.gen.tr. adresinden 16 Ocak 2018’de alındı.
Uzun, Mustafa. (1991). “Aşk ( Edebiyat, Kültür ve Sanat)”. İstanbul: İADİB. c. IV. s. 18-21.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?