Amerika’nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematikçi Prof. Dr. Jeffrey Lang İslam’a giriş hikâyesini yazmış olduğu “Melekler Bile Sorar” (Even Angels Ask: A Journey to Islam in America) isimli eserinde nasıl Müslüman olduğunu ve ilk namazını nasıl kıldığını şöyle anlatıyor:
Öncelikle size nasıl Müslüman olduğumu ve daha sonra hangi zorluklarla karşılaştığımı anlatacağım. Ben eskiden bir ateistim ve tanrıya inanmayan biriydim. Genelde San Francisco Üniversitesi’ndeki ofisimin kapısını hiç kilitlemiyordum. Genelde öğrencilerim masama sınav kâğıtlarını ya da ödevlerini bırakıyorlardı. Bir gün ofisime gittim, kapısı her zamanki gibi açıktı. Masamın ortasında yeşil bir kitabın durduğunu gördüm. Bir öğrencinin bıraktığını sandım, daha sonra kitaba doğru gidip üzerinde ne yazdığına baktım. Üzerinde Kur’an-ı Kerim ve İngilizce Meali yazıyordu. Baktım ve kendi kendime “Bunu da kim koymuş?” dedim. Kitabı San Francisco’daki apartmanıma götürüp bıraktım. Birkaç hafta sonra, taşındığım için tüm kitaplarımı ucuz bir kargoya vermiştim fakat kitaplarımın hiç biri vaktinde yeni evime ulaşmamıştı. Bu yüzden yanımda yalnızca az miktarda kitap vardı ve bunları bitirmem doğal olarak pek vaktimi almadı. Kısa bir süre sonra elimde o gece okuyacak hiçbir kitap kalmamıştı. 2-3 kere zaten okumuş olduğum dergiler vardı, televizyonda da izleyecek pek bir şey olmayınca televizyonu kapattım.
Apartmanda oturuyordum ve yapacak bir şey olmayınca boş boş etrafa bakıyordum. Daha sonra eve getirmiş olduğum yan masamdaki İngilizce Kur’an gözüme çarptı. Onu elime alıp “neden olmasın ki” dedim. İki üç sayfa okuyunca muhtemelen uykumu getirir diye düşünüyordum. Pek bir beklentim yoktu aslında. Daha önce okumuş olduğum kutsal kitaplarda, ilgi duymamış olsam da gayet güzel hikâyeler filan vardı. Ama belki bu hikâyeler ilgimi çeker diye düşündüm. Her neyse, kitabı elime aldım ve ilk sureye baktım. Akademik titizlikle okumaya başladım. Başları sanki İncil gibiydi, İncil okuyanlar ne demek istediğimi bilirler. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur vs. hesap gününün sahibi filan ve ben aynı İncil’deki gibi olduğunu düşünüyordum. Daha sonra ilk surenin sonunda, doğru yol için duaya geçiş olması dikkatimi çekti. “Bize doğru yolu göster, kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”
Ben kendi kendime “ne zeki bir yazar”, adeta benim inanmam için oyuna getiriyor diye düşündüm. Çok zeki biri. Tabi o zamanlar Kur’an insanlar tarafından yazılmış diye bakıyordum. Bir sonraki ayete geçtim, Elif, Lam, Mim diye üç Arapça harfle başlıyor. O kitap; onda asla şüphe yoktur. O, sakınanlar ve arınmak isteyenler için bir yol göstericidir. Okudum ve adeta kendi kendime “bana mı diyorsun?” dedim. Bana, bunun aradığım yol gösterici olduğunu mu demeye çalışıyorsun? Açılış ayetine tekrar baktım, “işte o kitap” diyordu. Yazarının çok farklı bir anlatım stili olduğunu anladım. Bu noktadan itibaren tanrı insanı hedef alıyor, tanrı okuyan kişiye konuşuyor. Ben her zaman kutsal kitapların normal hikâyelerden eski çağlar hakkında anlatımlardan ve peygamberlerin hayatı hakkında anlatımlardan ibaret olduğunu sanıyordum. Fakat bu kitapta her şey doğrudan anlatılıyor. Tanrı doğrudan insanlarla konuşuyor. Bu kitabın yazarının gerçekten de özel olduğunu düşündüm. Doğrudan tanrıdan insanoğluna yazmış. Bir kutsal kitaptan da beklenen tam da budur.
Bu kitabın gerçekten de ilginç bir stili var. Önce sizin sorular sormanızı sağlıyor ve sonra cevaplar veriyor ve daha sonra daha fazla sorular sormanızı sağlıyor. Her nasılsa bu Kur’an öyle bir stille yazılmış ki insanı adeta diyaloğa sürüklüyor. Kur’an’ı okudukça aynı şeyi sürekli yaşadım. Bir diyaloğun içine sürüklendiğimin farkındaydım. Sorular soruyordum ve iki üç ayet ilerisinde cevaplarla karşılaşıyordum. Sonra okumaya devam ediyordum tabii. Yazarının çok özel ve zekice stilinden etkilenmeye başlamıştım. Bir sonraki ayette Kur’an’ın temel teması özetleniyordu. Kimlerin doğru yola erişip erişemeyeceğinden vs. bahsediyordu. Bunun çok zekice olduğunu düşünmüştüm. Bir nevi matematik metninin yazılışı gibiydi ve daha sonra beklenen bir kısma gelmiştim. Kuran ilk insandan ve kökeninden bahsediyordu. İlk insanların hayatlarının nasıl olduğu filan.
Bu 2. surenin 30. ayetinden başlıyordu. Kuranın 30. ayetine gelmiştim ve buraya kadar yazarından etkilenmiştim fakat tabi daha 36 ayet okumuştum. Yine de kendimi kaptırmamıştım. 30. ayete gelmiştim ve o ayet şöyle başlıyordu, “Rabbim Meleklere demişti ki” burada ilahi bir duyuru, büyük an, büyük seçim söz konusuydu. Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Başka bir ifadeyle bir vekil, ya da bir suret. Tanrı insanı yaratıyor ve ona çok değerli bir görev yüklüyor. Hemen kendi kendime, Kur’an’ı yazan kişinin hikâyeyi yanlış anladığını düşündüm. Ben Hristiyanlıktan insanın değerli bir görevi yerine getirmek için değil de bir ceza için dünyaya gönderilmiş olduğunu öğrenmiştim. Bu yüzden bana Kur’ân’ı yazan kişinin kafası karışmış gibi geliyordu.
Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti ve bunun üzerine melekler şöyle yanıt verdiler: Bizler hamdinle seni tespih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insan mı yaratacaksın?
O ayeti okuyunca adeta takılmıştım. Kendimi kaptırmıştım, hatta kızmıştım, içimi bir ateş basmıştı. Baksanıza ayet ne diyor: Allah halife yaratacağım diyor ve melekler bizim gibi seni tespih eden varlıklar dururken neden insan gibi zarar verebilecek varlıklar yaratacaksın diye soruyorlar. Nasıl olabilir de bizim gibi daha çok hak eden ve daha iyi varlıklar dururken böyle varlıklar yaratırsın? Bu aslında benim sorumdu. Benim hayatımdı, benim çocukluğumdu. Adeta bütün hepsi 15 kelimelik cümleye sığdırılmıştı. Teolojik açıdan tarihin en can alıcı sorusu diyebilirim. Rasyonel bir cevabı mevcut olmayan bir soru. Üstelik daha kitabın başlarında. Sonlarında olsa neyse der insan. Neden başlarına koyuyorsun ki? Çocukluğumu hatırlatacak kadar son derece rahatsız edici olan bu soruyu nasıl cevapladığını öğrenmem gerekiyordu. Yazarın bu soruyu nasıl cevapladığını bilmek istiyordum ve bu yüzden okumaya devam ettim.
Kur’ân’ı bitirdiğimde tanrının varlığına karşı olan argümanlarımın tek tek gözümden düştüğünü gördüm. Bir gün kızım bana “Kur’an’ın sana hitap ettiğini ve tanrının varlığına karşı olan argümanlarını kaybetmesini sağladığını anladım da peki tanrının varlığına inanma sebebin nedir?” diye sordu. Çok akıllı bir kızdı çünkü karşı argümanının olmamasının, onun var olduğu anlamına gelmeyeceğini anlamıştı. Ona dedim ki: “Tanrıya inanmam ve benim aramda bir duvar olduğunu düşün, ben Kur’an’ı okudukça o duvarın bir nevi parçalandığına şahit oldum. Argümanlarım gözümde kayboldu ve ateizmim hakkında şüpheye düşmeye başladım. Ateizmimden şüphelendikçe Kur’an’ın benim üzerimdeki etkisi artmaya başladı. Kur’an’ın çok farklı bir stile sahip olduğunu anlamıştım. Başları çok teknik kurallar, hükümler vs. gibi spesifik şeylerden bahsediyor ama ortalarında müthiş hikayeler mevcut. Sonlarına doğru ise Kur’an duyguları yukarı çıkarıyor. Muhteşem ve bir o kadar etkili ayetleri insanda adeta spiritüalizm patlaması yaşatıyor. Kur’ân’ın sonlarına yaklaştığımda, ateizmim de dökülmeye başladığında çok etkili duygusal anlar yaşamaya başladım. Muazzam bir ilahi kucaklama hissettim.
Duha suresini okuduğum zamanı hatırlıyorum. Surenin sonuna geldiğimde bir bebek gibi ağlamaya başlamıştım ve ben Allah’a inanmayan biriydim. Bu yaşadıklarımı inkâr etmeye ve üzerini kapatmaya çalışıyorum. Ama yakamı bırakmıyordu bir türlü. Ateizmden giderek uzaklaşıyordum. Ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyordum. Üniversitenin içinde Müslüman öğrencilerin namaz kıldığı bir camii vardı, camiye gittim ve Müslüman oldum.
Bir Profesörün İlk Namazı
İlk namaz denemesi için kendime güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verdim. Vakit gece yarısıydı, kitabı alıp banyoya girdim, kitabı açarak, mutfaktaki ilk yemek denemesi yapan aşçı gibi kitaptaki talimatları dikkat ve incelikle bir bir uyguladım. Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiğim tarafa yöneldim, derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak alçak bir sesle Allahu Ekber dedim. Kimsenin beni işitmemesini ve görmemesini umuyordum, yavaş yavaş Fatiha suresi ile kısa bir sureyi Arapça olarak okudum. Öyle zannediyorum ki herhangi bir Arap beni dinlemiş olsaydı benim okumamdan bir şey anlamayacaktı.
İkinci bir tekbir alarak rükua gittim, rükuda biraz tedirginlik hissettim, çünkü hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim. Odada yalnız olduğumu hatırlayınca sevindim. Subhane Rabbiyel azim dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim. Tekrar doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti. Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca dona kaldım, secdeye gidemiyordum, efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum, üstelik bacaklarım da katlanamıyordu, utandım, gülünç duruma düştüm zannettim. Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldım, başımı seccadeye koydum, zihnimdeki bütün düşünceleri attım, dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime “Daha önümde üç tur daha var” diye düşündüm ve kararlıydım: Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım. Kalan rekâtlarda işler gittikçe daha da kolaylaşıyordu. Son secdede tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra selam verdim.
Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım, geriye dönüp nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde “Allah’ım geri zekâlılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var” diye dua ettim. Yaşadığım deneyimi, akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım, bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise benim Allah’a ve namaza şiddetle muhtaç olduğum gerçeği oldu. Yerimden kalkmadan önce de şu duayı yaptım: “Allah’ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar, hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum, ancak şunu yakinen biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa sensiz yaşamak senin varlığını inkâr etmem mümkün değildir.”