Tam adı Nureddin Abdurrahman el-Câmî olan Molla Câmî, kaynakların verdiği bilgiye göre h. 23 Şaban 817 (7 Kasım 1414 m.) yılında Câm şehrine bağlı Harcırd Kasabası’nda dünyaya gelmiş ve ailesi ona Abdurrahman ismini vermiştir.15 Muharrem 898 (1492 m.) yılında Cuma günü Herat’ta 78 yaşında iken vefat eden Câmî, Taht mezarlığında mürşidi Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî’nin mezarının karşısında defnedilmiştir.

Arapça gramerin temelini oluşturan Nahiv ve Sarf ilmini, babası Nizameddin Ahmed’den tahsil etmiştir. Medrese yıllarında tefsir, hadis, fıkıh ve akaid gibi temel dinî bilgileri alan Câmî, ayrıca kelam ilminde iki ünlü isim olan Taftazânî ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin (ö.1413) öğrencilerinden (Muhammed Câcermî ve Hâce Ali Semerkandî) de ilim tahsil etmiştir. Câcermî’den Nasiruddin Tûsî’nin (ö.1274) Tecridu’l-İ’tikâd adlı esere Ali Kuşçu tarafından yazılan şerhi ümitsizliğe kapılıncaya kadar okumuştur. Aklî bilimler olan matemetik, müzik, astronomi, Meşşâî felsefesi, İşrâk felsefesi, mantık gibi ilimleri ise hiç kimsenin hocalığına ihtiyaç duymadan kendisi öğrenmiştir.

İyi bir eğitim ve doğuştan sahip olduğu yetenekle sadece Arapça, sadece Farsça ve Arapça-Farsça dillerinden elliye yakın eser bırakmıştır. Ne var ki Mollâ Camî daha ziyade eserleri arasında bir gramer kitabı olan İbn Hacib’in nahiv ilmiyle alakalı meşhur Kâfiye adlı eserine oğlu Yusuf için şerh olarak yazdığı, Osmanlı medreselerinde uzun süre ders kitabı olarak okutulan ve hâlen Doğu ve Güneydoğudaki medreselerde ders kitabı olarak kullanılan eserle tanınmıştır.

Düşünce ekollerinden kelam, felsefe ve tasavvufun özgür düşünce ortamını bulduğu yerlerde daha rahat bir biçimde tartışıldığı bir gerçektir. Bu üç ana akımın kendi içindeki sorunlarını belli bir yere kadar getirip nispeten çözüme kavuşturmuşlardır. Kendilerinin buldukları çözüm yöntemlerini diğer düşünce disiplinlerine telkin ettiklerinde aralarında çıkan çatışma da kaçınılmaz olmuştur. Yaşanan tartışmalardan yeni çözüm arayışlarının ortaya çıkmasının yanı sıra beraberinde bazı sorunları ve bir türlü uzlaşılamayan meseleleri de getirmesi normal telakki edilmiştir.

  1. yy. Osmanlı imparatorluğunun yükselme dönemi olarak bilinir. Bu dönemde maddî olarak belli bir olgunluğa ulaşan İslam dünyasının düşünce anlamında da zirve olmasa da iyi bir konuma geldiği söylenebilir. Nitekim yöneticiler ve idareciler tarafından edebiyatın yanı sıra felsefe, kelam ve tasavvuf arasındaki problemler ve bu problemler çerçevesinde yaşanan tartışmalar yakından takip edilmiştir. Bu bağlamda üç akımın literatürüne hâkim olan Mollâ Câmî, dönemin sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından birkaç kez İstanbul’a davet edilmiştir. Bu mümkün olmayınca da elçiler vasıtasıyla kendisinden üç düşünce akımı arasında bir mukayese yapması istenmiştir.

Felsefe, kelam ve tasavvuf arasından tercihini tasavvuftan yana koyan Câmî’nin davet metodu, kelamcılar gibi cedel veya felsefeciler gibi salt akıl ile değil pratik yöntem olan seyr ve sülûktür. Çünkü ona göre ancak bu yöntemle hakikate ulaşılabilir. Diğer yöntemler karşıdaki kişiyi ikna etmek şöyle dursun onu daha da inada sürükleyebilir. Nitekim kelamcıların yöntemi olan cedel yöntemi sadece muhatabı susturma işine yaramaktadır.
Câmi’ye göre en iyi, en sağlam ve en güvenilir davet metodu İçsel Deneyim Metodudur. Bu deneyim daha çok mutasavvıfların benimsediği bilgi kaynaklarından keşfe dayanmaktadır. Meşşâî filozofların ve kelamcıların kabul etmediği bu içsel deneyim, seyir ve sülûka dayanmaktadır. Keşif ve akla dayanan ilmin karşılaştırmasını yapan Câmi’ye göre Keşif ilmi, haktan halka bir bilgi verirken akıl, halktan hakka doğru bir yönelim sonucu bilgiye ulaşmaktadır. Keşif, mutlak bilgiyi verirken akıl sınırlı bilgiyi vermektedir. Örneğin A şahsından gelen bir mektuba bakarak sadece onun kâtipliği bilinirken öncelikli olarak A şahsını tanıyıp ondan sonra onun özelliklerine inildiğinde A şahsının kâtiplik dışında başka hasletleri bulunması hâlinde sadece yazarlığını tanımakla sınırlı kalınmaz onun yanında diğer kemâlâtlarını/özelliklerini de bilmek mümkün olur.

Mollâ Câmî mutasavvıfların neden nazar ve burhan yerine keşif ve ayanı tercih ettiğini şu sözlerle gerekçelendirmektedir: Mutasavvıflar, bütün kevnî bağlantılardan ve ilmî kurallardan samimi bir şekilde temiz bir kalp ile Allah’a yönelince, Allah da onlara varlıkları olduğu gibi gösteren kâşif bir nur lütfetmiştir. Bu nur, aklın ötesine geçildiği vakit batında açığa çıkmaktadır. Aklın bu nura nispeti vehmin akla nispeti gibidir. Nasıl ki akıl, bu âlemin dışında ve bu âlemin içinde olmayan başka üçüncü bir yerde “var olanın” varlığına hükmedebiliyorsa, aynı şekilde bu kâşif nur da aklın idrak edemediği bazı şeylerin doğruluğuna hükmedebilmektedir. Örneğin hiçbir kaydın, sınırın ve taayyünün tutamadığı her şeyi kuşatan, sınırsız ve mutlak bir varlığın varlığına hükmedebilir. Aynı şekilde yine bu kâşif nur bu kâbilden olmayan bir hakikatin varlığına da hükmedebilir.

Câmî, içsel deneyimin üstünlüğünü ispatlamak için her zaman yaptığı gibi yine kurgusal veya temsilî bir hikâyeye başvurmaktadır: Deliller vadisini ve tartışma çöllerini geçen, ömrü konuşma ve münakaşalarla geçtiğinden amelî açıdan eksik olan bir kelamcı, tarikat ışığından ve hakikat coşkusundan mahrum bir fazıl (kelamcı kast edilmektedir), kirlerden arınmış huzurlu bir yüz, seyir ve sülûktan kıl gibi olan ve meczup bir sûfî ile karşılaşır. Gecenin gündüzle karşılaşması gibi soğuk ile sıcağın buluşması gibi bir anda aslan kesilip tartışma kılıcını çeker ve onu yaralamaya başlar ve der ki: “Ey bilginlerin sohbetinden yüz çeviren adam! Kendini ilahi bir bilgiyle süslemişsen söyle bakayım Allah’ı ne ile tanıdın?” Sûfî bu soruya, “Kusurdan arınmış gönlüme ve canıma Allah’ın koyduğu o feyizle tanıdım. Dilim O’nu anlatamıyor ama kalbim O’nunla coşuyor” şeklinde cevap verince kelamcı ona: “Bu gizli keşfe rağmen nasıl dünya körlerinin önderi olabilirsin?” diye itiraz eder. Bunun üzerine Sufî, kesin bir şekilde kelamcıyı susturacak cevabı verir: “Ben tanımakta boğulmuşum, tanıtamam ama peşimden gelenler benim bulduğumu görecektir. Çünkü benim mesleğim insanlara cedel yoluyla Allah’ı buldurmak değildir.”

Kısacası Câmî’ye göre bu içsel deneyimi dışarıda ispatlamak mümkün değildir. Ama bu yolda giden ve yoldaki kurallara riayet eden herkes, sâlikin gördüğünü görebilecektir. Tabi bir de bu yolda gittiğini iddia edenler ve iddiaları ile tasavvufu istismar edenler bulunmaktadır. Câmî, eleştirel yaklaşımını, kendisinin son derece bağlı olduğu tasavvufa intisap edenlere de yöneltmektedir. Hatta en sert ve en uzun eleştirilerini kişisel itibarlarını artırmak ve mal-mülk elde etmek amacıyla tasavvuf yoluna giren ancak yolun sadece zahiri tuzakları ile uğraşıp gerçek tasavvuftan habersiz olan zamanın sözde sûfî kılıklı/görünümlü (sûfî nümayan) olanlara yöneltmektedir. Maalesef her dönemde rastlanabilecek bu şarlatanlara yönelttiği bu suçlamalar, Câmî’nin bizzat onları uzun süreli olarak müşahede ettiğini göstermektedir.

Eleştirilerini hem Kadiri tarikatında olduğu gibi zikirlerini cehrî bir şekilde yapıp ama bu bağrışmaları arkasında mal, mülk, şöhret ve saygınlık gibi maddi menfaatler güdenlere tevcih ettiği gibi kendisinin mensup olduğu, zikirlerini içsel olarak gerçekleştirmeyi prensip edinen Nakşi tarikatındaki bazı sahtekâr sûfîlere de bu itirazlarını yapmaktadır. Câmî’nin, eleştirdiği guruba temsili bir hikâye ile eleştirilerini daha somut ve kalıcı hâle getirdiği söylenmiştir. Câmî, bu geleneğini sûfîler için de sürdürmektedir. Onlar için de şöyle bir temsil ve tasvirde bulunmaktadır:

Şeyhimiz, sabah akşam zikir halkalarını kurar, kendisini hak ehli sanır ama başı kibirle kalbi ucb ile doludur. Onun halka yüzü dönük hakka da sırtı dönüktür. Saf tutarlar ve şehri zikir sesi ile inletirler. Neymiş? Şeyh efendi zikir yapıyormuş da halkı gafletten uyandırıyormuş. Ama biri gelir de şeyhin kulağına falan hoca veya emir sizin müridiniz ve müntesibiniz olmak istiyor dediğinde şeyh ve yanındakiler kendilerinden geçerler. Zikir seslerini daha da yükseltirler, bazıları da sahte bir şekilde cezbeye girer ve kendilerini dövmeye başlarlar. Ancak tüm bunlar tartışmasız birer yalandırlar. Zikir bittikten sonra halka yönelip güya keşif ve ilhamlarından bahsederler. Tecrit ve tevhidin sırlarını anlatmaya çalışırlar ancak söyledikleri tahkik değil hep taklittir. Tıpkı içi sağlam olan badem ve içi çürümüş badem gibi şekil olarak birbirilerine benzerler ama aralarında çok fark vardır. Bununla da yetinmezler. Sahte zikirlerinin sonunda sema adı altında raks ederler ve def çalıp oynarlar.

Anlaşıldığı kadarıyla davet metodunda Câmî, teori ve pratiği, başka bir ifadeyle ilim ve amel birlikteliğini önemsemekte hatta pratiği daha çok öncelemektedir. Ona göre tebliğden ziyade temsil daha önemlidir. İyi bir temsille ancak karşıdaki kişi ikna edilebilir. Aksi takdirde diğer şekli yani sadece teorik olan tebliğ biçimi iyi bir retorikten öteye geçmeyecektir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?