Davet Mektebi: Selamun aleyküm değerli Musa hocam. Röportaj isteğimizi bu yoğun vaktinize rağmen kırmadığınız için teşekkür ederiz. Sizler de bizim gibi olayları an be an takip ediyorsunuz. Her geçen gün daha da vahşileşen bir düşmanın yaptıklarını seyrediyor tüm dünya. Bu amaçla hem bizim hem de okuyucularımızın zihninde bazı konuların netlik kazanması adına sizlere bazı sorularımız olacak. Evvela şunu sormak istiyoruz, bu sürekli kanayan ve kimilerimizin ancak katliamdan katliama hatırladığı yaramızı sizler genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Musa Biçkioğlu: Öncelikle sadece katliamlarda veya sadece sorun zamanlarında hatırlıyor olmamız bizim için birkaç yönden ciddi manada hem eksiklik hem de sorundur.
Stratejik, siyasal, toplumsal manada zayıflığa işaret eden bu durum kardeşlik hukuku bağlamında ve dini manada da zayıflık, hatta problemdir. Bizi Filistin coğrafyasına bağlayan birden fazla sebep var: Coğrafik manada yakınlığımız, işin siyasal ve stratejik yönü ve asıl önemli olan işin dini boyutu. Hem Kur’an-ı Kerim hem sünnette Kudüs ve Filistin topraklarıyla ilgili çok fazla direk ve dolaylı konu ve bilgilerin bulunması bu bilgilerin bir kısmının Kur’an-ı Kerim’de “Mübarek” ve “Mukaddes” şeklinde tavsif edilmesi, Hadisi şeriflerde de Kudüs-Beytümakdis ve Mescid-i Aksa’nın ehemmiyetinden söz edilmiş olması dini boyutu itibariyle taşıdığı öneme işaret etmektedir.
Dolayısıyla dini manada ehemmiyete dair bizlere buraları hatırlatan birçok husus var. İsminin Mescidi Aksa olması da ayrıca önemlidir ve bu ismi de Rabbimiz koymuştur. Mescidi Aksa isminden hareketle Aksa uzak anlamına geldiğinden Mescid-i Aksa uzak mescit anlamına gelmektedir. Uzak mescit şu anda İstanbul’da oturuyor olan bizler için birkaç bin kilometrelik mesafede olması hasebiyle fiziki uzaklık anlamına gelebilse de asıl maksadın uzak olmadığının işareti de şu olabilir: Filistin topraklarının veya Kudüs’te veya Mescidi Aksa’nın müştemilatı içerisindeki bir kişi için de yine Mescidi Aksa olması ve bu şekilde ifade edilmesi gerçek manada bir uzaklık yani fiziki bir uzaklığı ifade etmiyor olduğu anlamına işaret ediyor olmalıdır. Dolayısıyla buradan hareketle acaba, Kur’an-ı kerimdeki teşvik edici çok fazla sayıdaki tahkimat dikkate alındığında; örnek olarak peygamber kıssaları, bölge ile ilgili ayetler, dini referanslar, tesmiye-i rabbani olması ve benzeri bütün tahkimatlar dikkate alındığında “aksa” kelimesi belki de bizlere sakın aksa etmeyiz, sakın uzak etmeyin gibi bir bağlamda değerlendirilmesi gerektiği noktasını akla getirmiyor değil. Oysa biz maalesef öyle bir uzak etmişiz ki, oraya bir musibet isabet etmediği müddetçe neredeyse hatırlayamadığımız dolayısıyla gündemimize getirmediğimiz bir duruma sokmuşuz. Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın daha önce Kıble olması konusu var ki Kıble (geçmişte) bağlamlı statüsünden hareketle mekâna bakışımızın farklı bir seviyede değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Davet Mektebi: Birçok kişinin zihnini karıştıran “biz niye bu kadar dert ediyoruz” dediği, “Araplardan bir milletin hatta kendi topraklarını satmış bir kesimin zora düştüğünde çektiği zorlukları biz niye yükleniyoruz” diyen kesim için şunu sormak istiyoruz: Bizim Niçin Filistin veya Kudüs ya da Mescidi Aksa davası gibi bir davamız olsun? Dini bir yükümlülükten mi ileri geliyor yoksa bir Osmanlı mirası mı veyahut “necip bir millet olmanın gereği mi”? Yani demek istediğim Filistinlinin mustarip olduğu bu sıkıntı bizim için tam olarak ne demektir?
Musa Biçkioğlu: Öncelikle, toprak sattı ve/veya arkadan vurdu ifadelerini veya ithamını kullanan kişilerden birkaç soruyla detay talep etmemiz lazım bizim. Mesela “arkadan vurdu diyene” -İstanbul’dayız diye söylüyorum; Filistin toprakları birkaç bin kilometre ötede oysa Çanakkale buradan yaklaşık 300 km ötede- neden orada yanımızda yatanları yani canını veren Filistinli şehitleri görmüyoruz da arkadan vurmuştur diye hain olanları referans almaya çalışıyoruz? Evet, arkadan vuran haindir buna bir sözümüz yok ancak demek istediğim, bir konuyu tamir etmek, bir yanlışı düzeltmek, zalim ve mazlum denkleminde yer almak gibi bir maksatla yola çıkıyorsak işin tahribat yönü mü yoksa işin ıslah yönü mü referans alınıp gündeme getirilmeli? Başka bir ifadeyle Çanakkale’de çarpışıp şehit düşen Filistinlileri mi referans alacağız, hainlik eden bir kısım azınlığı mı? Ayrıca bizim saflarımızda çarpışan ve/veya bedel ödeyen çoğunluğa kıyasen bizim karşımızda duran veya bize ihanet eden çok daha küçük, Şerif Hüseyin’in tebaası olan azınlığın referans alınmasının fayda-zarar bağlamında kime ve neye hizmet ettiğinin düşünülmesi gerekmez mi? Bu durumu ve bu durumdan doğacak sonucu ve sonuçları iyice ve doğru düşünmek lazım.
Toprak sattı meselesinde de evet, toprak satışı olmuştur; her toplumda da olabilir bir durumdur. Kaldı ki bütün bir toplumun yüzde yüz bilinçli olmasını beklemek doğru değildir. Bu bağlamda farz edelim yüz sene önce toprağını satmış olanların toprak satışlarının (yanlışının) bedelinin torunlarına ödetilmesi doğru mudur?
Bir de söz konusu bölgenin dini manada bereketliliği ve mukaddesliği yönüyle bütün İslam ümmetini bağlayan bir boyutta olduğu neden dikkatlerden kaçsın ki? Bütün İslam ümmetini bağlaması boyutu itibariyle toprakların satılmış olması bizlerin ilgisizliğine mazeret olabilir mi?
Son olarak, toprak satış miktarının (Hıristiyanların ve Filistin kökenli olmayanların da sattıkları toprakların tüm) toplamının bin sekiz yüzlü yılların sonlarından günümüze kadar henüz yüzde bire erişmediğini, bu iddia sahipleri biliyorlar mı? Madem toprak satışı oran olarak yüzde bire erişmemiş; bu halkla ilgili konuşmalarımızın %99’unda sitayiş %1’inde ise eleştiri olması gerekmez mi? Hatta toprak satışını ifade eden yüzde bir oranını sürekli dillendirmenin maslahata hizmet edip etmediğini, fayda mı zarar mı sağladığını hesap ettikten sonra bu konunun gündeme getirilmesi ve/veya getirilmemesi gerektiğinin düşünülmesi gerekmez mi? İşgal ve zulüm devam ediyorken toprak sattılar sözü işgalin temize çıkarılması ve/veya işgalin cürümlerinin gündeme getirilmemesine vesile edilmesi yönüyle dolaylı da değil direk manada suçlunun işine gelmiş olmuyor mu?
Peki, biz bu topraklarla niye ilgileniyoruz sorusuna yönelik? Bize ne Kudüs’ten! Örnek olarak söylüyorum. Evet “Bize ne, Kudüs’ten” diyelim ve oturalım yerimize, kendimize çevremize bakalım. Bu arada söylediğiniz hususların hepsinin de doğruluk payı var; Necip milletten, Anadolu halkından, medeniyet temsilinden, mirastan, dini boyutundan, siyasi yönden, coğrafik yakınlıktan gibi hususların tümünün önemli ve etkili unsurlar olduğunu dolayısıyla bölgeye ilgi/miz konusunda birer hisseye sahip olduğunu düşünüyorum. Bir de konuya mefhumu muhaliften yaklaşarak: “Biz niye ilgilenelim ki Kudüs’le, başkası ilgilensin!” derken, 1071’de Anadolu’da millet olarak henüz yokken veya Anadolu’ya girmeye çalıştığımız sıralarda Kudüs Selçuklu valimizin, Atsız bin Uvak olduğunu unuttuk mu? Atsız bin Uvak’tan önce 935-969 yılları arasında Filistin topraklarına Akşit Türkleri (İhşîdîler), Muhammed bin Toğaç’ın oraya hükmettiğinden haberimiz var mı? 935’e kadar indik mi ya! O kadar olabilir mi diye şaşırmanın zamanı değil çünkü 878 yılında Tolunoğulları’nın (Buharalı Tolonoğlu Ahmet) oraya hükmettiğini hatırlamış olmamız gerekirdi. Yani henüz bizler Anadolu’ya girmediğimiz sıralarda meğer biz Kudüs ve Filistin topraklarındaymışız.
Coğrafik ve siyasal olarak bölgeye tarihsel olarak baktığımız zaman 638 tarihinde Hz. Ömer devrinde gerçekleşen İslami fetihten sonra, ilki 15 Temmuz 1099 tarihinde Haçlıların eliyle ikincisi de 9 Aralık 1917’de İngilizler eliyle olmak üzere toplamda iki defa işgal edilmiştir. Haçlıların 15 Temmuz 1099 Cuma günü Kudüs’e girişlerinden sonra -ilginçtir- aynı haçlı ordularının devamı olan dördüncü haçlı ordusu nereye girmişti? İstanbul’a… İstanbul’u işgal etmiş ve İstanbul’u talan edip yağmalamışlardı. Ayasofya’da işledikleri ahlaksızlıkları anlatmak bir yana okumak bile insanın haya anlayışını zorlar. Kaldı ki 1095 haçlı seferlerinin başlangıcının ilanı, 1095 Clermont Konsili’nde, “Doğudaki Hıristiyan kardeşlerimizi Müslümanların ve Türklerin zulmünden kurtarmak üzere Tanrı İsa adına hac maksatlı bir sefer” diye lanse edilmişti. Oysa doğudaki Hıristiyan kardeşlerine yönelik destek amacının karşılığı henüz Türkler ve Müslümanlar tarafından fetih amaçlı da olsa tehdit edilmeyen İstanbul’un işgali ve de atlarıyla girdikleri Ayasofya’nın saygınlığının çiğnenmesi olmamalıydı; kaldı ki Haçlılar doğudaki Hristiyan kardeşlerine, Müslümanlara ve Türklere karşı yardım maksatlı yola çıkmışlardı. Burada asıl dikkat çekmek istediğim nokta ise; 1099 tarihinde gerçekleşen Kudüs’ün düşüşünden hemen sonra ilginç bir şekilde İstanbul da hem de aynı ordular eliyle düşmüş ve işgal edilmiş oldu.
9 Aralık 1917 tarihinde yaşanan Kudüs’ün kaybı konusunda Falih Rıfkı “Kudüs’ü İsrailoğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık. Nebi Samoil üstünden Müslüman veya Hıristiyan mabetlere doğru inenler, Türklerin son gününü hatırlayacaklardır.
Karargâhın içinde: “Kudüs düştü!” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allahaısmarladık!” diyordu…
Çünkü Kudüs’ü elde tutamayan Osmanlı; Beyrut’u, Şam’ı ve Halep’i de elde tutamayacak dolayısıyla sadece Anadolu düşünülüyordu. Evet, kurmay bir asker olarak Falih Rıfkı bir öngörüde bulunarak henüz Beyrut, Şam ve Halep eldeyken adeta oraların da kaybedileceğini dolayısıyla Anadolu’nun düşünülmesi gerektiğini söylüyordu. İlginç olan öngörüsü doğru çıktı ama kısa kaldı; neticede ifade ettiği tüm bölgeler kaybedilmiş olmakla birlikte Anadolu ve de İstanbul’un işgaline mâni olunamadı. Sonuç olarak, dikkat çeken husus İslami fetihten sonra iki defa işgal edilen Kudüs’ün akabinde İstanbul’un da hem de aynı ordular tarafından işgal edilmiş olduğu gerçeğidir ki; bu da bize tarihsel ve coğrafik bağlamda İstanbul-Kudüs ilişkisini göstermektedir.
Bunun dışında Kudüs bizi imani, akidevi ve dini olarak bağlıyor ki bu husus konuya dair en önemli boyutu teşkil eder. Evet, siyaseten bir bağımız var. Tarihsel bağımız var. Medeniyet tarihi ve mirası bağlamında bir bağımız var. Bütün bunlar kıymetli olmakla birlikte işin dini tarafı tabii ki bütün bunların üzerindedir. Rabbimiz buraları mübarek ve mukaddes diye tavsif etmiştir ki mübarek ve mukaddes kavramlarının ikisi de ilahidir ve beşerin müdahil olabileceği alanın üzerindedir. Bereketlilik, ilahi hayrın içinde olduğu şey için kullanılır. Bu sebeple de bir beşer, bir insan bir şeyin bereketliliğine bereket katamaz ya da bereketini aşağı çekemez. İlahi hayır orada sabittir ve daimidir; yani geçici ve/veya gidici değildir. Mukaddeslik kavramı itibariyle de özünde temiz kılınmış demektir. Özünde temiz kılınan anlamındaki ifadeden kasıt da fiili ve fiziki manada tathire-temizliğe ihtiyaç duymayan yer demektir. Yani deterjan veya sabunla gidip orayı temizleme ihtiyacı olmaz. Mukaddes kavramının dini manevi yönü daha önemlidir ki bu anlam Kudüs ve Mescid-i Aksa bağlamında daha bir anlamlıdır. Mukaddes demek, manevi manada temiz kılınan yer demektir. Manevi manada temiz kılınan yerde zulmün ve şirkin payidar olmayacağı anlamı vardır. Dolayısıyla Mukaddes kavramı, zulmün ve şirkin Kudüs özelinde bölgede geçici ve gidici olduğuna işaret etmektedir. Mukades ve mübarek kavramlarına bu mana/lar yönüyle bakıldığında daha isabetli ve daha hikmetli bir okuma yapılmış olacaktır.
Bunun dışında biz Müslümanlar için Kudüs, Mescidi Aksa bölge olarak vahiy coğrafyası aynı zamanda peygamber yurdudur. Orası İslam ümmetinin ilk kıblesi iken Hadisi şerif itibariyle de yeryüzünün ikinci mescididir ve de ziyaret edilmesi Efendimiz tarafından tavsiye edilen üç mescitten birisidir. Toplanma ve dirilme toprakları olarak ifade edildiği diğer bir hadisin alt bölümünde ise oraya zeytinyağı göndererek oranın karanlığa mahkûm edilmemesinin tavsiye edildiğini görüyoruz; bu açıdan da desteklenmesi ve ilgisizliğe terkedilmemesi gereken bir yer olarak görülmelidir. Taşıdığı dini değer itibariyle bir Müslümanın; üzerinde konuşacağı, pazarlık edeceği veya kendi eviyle, dükkanıyla, tarlasıyla mukayese edebileceği bir yer değildir, mübarek ve mukaddes yönüyle Allah’ın İslam ümmetine emanetidir.
Mescidi Aksa ismi İsra suresinin birinci ayetinde geçerken bu beldenin ve Mescidi Aksa’nın İsra beldesi ve İsra mekânı olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda İsra hadisesinin hem de gece vakti, karanlıkta bu bölgeye gerçekleşmesinin hikmetlerinin tümünü anlamayabiliriz ancak Kudüs-Mescidi Aksa’ya yönelik gerçekleşen bu hadiseden İslam ümmetinin kıyamete kadar dikkatlerinin bu bölgeye çekildiği anlamı çıkarılabilmelidir. İsra hadisesinin gece vaktinde gerçekleşmesinden de gece vakti, insanlar uykudayken bile burayla ilgisizliğimizin olmaması gerektiği ve de gecenin karanlığında bile burayla ilgilenilmesi gerektiğinin anlayışının inşası gerekir. Yani asıl olan oraya birileri saldırınca veya orada bir musibet olunca değil; iyi vaktimizde, yani gündüzün aydınlığında da dikkat kesilmemiz gerektiği gibi kötü anında, sıkıntılı durumunda da yani gecenin karanlığında da orayı ihmal etmemek durumunda olduğumuzun bilinci gereklidir.
Davet Mektebi: Hamas’ın yaptığı son operasyon Aksa Tufanı’nı bütün bir Filistin Mücadelesi içinde nereye konumlandırıyorsunuz?
Musa Biçkioğlu: Öncelikle ortalıkta bir işgal var ve bu işgale dair çok fazla bir anlatıma ihtiyaç duyulmadığına inanıyorum. Çünkü ortada takriben herkesin gördüğü hatta ezberlemiş olduğu bir harita gerçekliği var. Aslında bu harita coğrafik olarak Filistin topraklarını gösteriyor olsa da bir yönüyle de konuya bakmak ve ilgilenmek bağlamında Müslüman toplumların karnesi olarak görülmelidir. Bu harita üzerinden her bir kişi kendi vicdanını hakem ederek kendisine hak ettiği not konusunda soru yöneltmelidir. Her bir kişinin vicdanının cevabı bu karne-harita üzerinden kendimize ne kadar bir not verebildiğimiz noktasında tarihi, coğrafik, medeniyet mirası, insani ve dini ilginin hakkını ne kadar verdiğimizin cevabını görmüş olacağız.
Bir de bir yerde fiilî işgal varken -hukuki manada işgale uğramış olan toplumların işgal edilmiş topraklarını kurtarmaya haklarının olduğu bilincinden hareketle- fiilî manada var olan, devam eden ve fiilî manada genişletilmeye çalışılan bir işgal dikkate alındığında, bu işgale cevap ve bu işgale karşı tutum ne olmalıdır sorusunun cevabı lazım. İşgal sürdürüldüğü müddetçe bu sorunun cevabının direnip mücadele etmek gerektiğinin dışında bir seçenek olma ihtimali var mı?
Çok açık ve net bilinir ki hiçbir Müslümanın başka bir kişiye, dininden, dilinden veya ırkından dolayı karşı durması gibi bir durum söz konusu değildir. Müslümanlar, birisinin ırkı, dini, dili şudur veya budur diye veya Mecusi, Hıristiyan veya Yahudi’dir diye karşı durmazlar. Bizim karşı durmamız ve karşı durduğumuz ve sıkıntılı gördüğümüz durum veya pozisyon zihniyettir. Karşımızda işgalci bir zihniyet varsa, Siyonist bir algı ve düşünce varsa ki çizmiş olduğu harita -kendi bayraklarında beyaz zemin üzeri iki mavi çizgi itibariyle Fırat’la Nil’in arasında Siyonizm’in egemenliğini ifade ediyor- bizim vatanımızı, coğrafyamızı ilgilendiriyorsa ayrıca bütün insanlığa bir zarar dokunuyorsa buna karşı müteyakkız olmak (sadece dindar olanların değil tüm insani değerlere saygısı olan tüm toplulukların karşı durmaları gereken) insani bir vecibedir.
Bu bağlamda yapmış oldukları fiilî işgalin karşısında elbette ki fiilî işgali durdurmak maksatlı bir direnme veya bir mücadele olacaktır. Bir mücadeleyi, tenkit etmeden önce bu mücadeleye sebep olan olgulara ve bu mücadeleye zemin hazırlayan gerekçelere bakmak lazım; açıkça söylenmelidir ki suç olan işgal iken vatanını kurtarmaya çalışmak ise suç olması bir yana takdir edilmesi gereken insani ve evrensel bir hak olarak görülmelidir. Direniyor olan veya hakkını talep ediyor olana “Neden hakkını talep ediyorsun?” sorusunu sormadan önce hak gasp edene “Neden bu hakları geri teslim etmiyorsun?” sorusunu yöneltmek gerekmez mi? Haliyle Filistin halkının mevcut şartlarda mücadele etmekten başka bir çıkar yollarının olmadığı ayan beyan ortadadır.
Davet Mektebi: Hocam, son olarak orada hazır bulunmayan ve aktif cihada katılamayan biz Türkiyeli Müslümanlar nasıl bir katkı sunabiliriz?
Musa Biçkioğlu: En başta bu meselenin bizim için dini manada bağlayıcı bir yönü olduğu unutulmamalıdır. Dini bağlayıcılığımızın başka dini anlayışlarla karıştırılmaması konusunun önemli olduğu düşüncesinden hareketle; karşısındakini tamamen yok etmek üzere saldırılarda bulunan; kadınları, çocukları ve yaşlıları öldüren; kilise, cami ve hastaneleri ayırt etmeksizin bombalayan, karşısındakini “beşer hayvanlar” diye tavsif eden zihniyet ve inanca sahip birilerinin dini bağlayıcılık veya dini referans olarak algıladığıyla bizim dini kriterlerimizin birbirlerine karıştırılmaması gerektiğini hatırlatmakta fayda görüyorum.
Bizim dini bağlayıcılığımız, dini algımız ve dini ufkumuz Hz. Ömer Efendimizin de uyguladığı haliyle bütün gayrimüslimlerin dahi insani ve beşerî haklarının tamamının tanındığı, kabul edildiği ve himaye edildiği bir vizyon ve bir gerçekliğe sahiptir. Bizim dini vaziyetimiz tam da budur; ama maalesef bunun aynısını biz karşımızdakilerden göremiyoruz. Bir de siyasal olarak İslam dünyası, Arap coğrafyasının bu sorunun farkına varmamış olması imkansızdır; neticede ortada ciddi bir problem var ve bu problem bir türlü durmuyor, günden güne de gelişip genişliyor; dolayısıyla bunun durdurulması ama mutlaka sonlandırılması insani bir vecibedir.
En son olarak söylemiş olayım ki dini hassasiyet olmasa dahi bu zulme karşı durmak insani bir vazife, insani bir vecibedir. Bütün insanlık adına söylüyorum ki burada veya başka bir coğrafyada, uzak yakın fark etmez, insanlık namına insani değerleri muhafaza etmek bir erdemliliktir ki bu çizgide bir duruş sahibi olabilmek lazım.
Peki ne mi yapmamız lazım? Yapacak şey çok… Her bir kişinin yapabileceği her ne varsa; maddi, manevi, duruş, söylem, mesaj, ilmi çalışma, bilinçsel çalışma/lar, sanatsal etkinlikler, medya, sosyal medya alanında, resim, şiir, film ve benzeri her ne varsa ve her ne yapılabiliyorsa ihmal edilmeden gerçekleştirilmesinin insani bir vazife-vecibe görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?