Bismillah… Hamdü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…

Giriş
Müslüman, yüce Allah’ın gönderdiği iman esaslarını benimseyip onlara uygun bir hayat yaşayan kişi demektir. Böyle birisinin temel kaygısının, hayatının istikametinden emin olmak olması, temel vazifelerinin ne olduğu ve bunları ne ölçüde yerine getirdiği hususunda bilinçli olması şaşılacak bir durum değildir. Çünkü Müslüman birey, sınırlı ve geri dönüşü olmayan dünya hayatında imtihana tabi tutulacak, kendisine bazı sorumluluklar yüklenecek ve tercihi neticesinde ya ebedi mutluluk olan Allah rızasını ve cennetini elde edecek ya da ebedi bedbahtlık demek olan Allah’ın gazabını ve cehennemi hak edecektir. İki sonuç birbirinden ne kadar da uzaktırlar! Akıbeti bu denli kritik olan şu kısacık dünya hayatında başarılı olmak için ilk yapılması gereken, sorumlulukların iyice bilinmesidir.

Müslümanın temel sorumluluklarını Kur’an ve Sünnet çerçevesinde incelediğimizde bunların üç başlıkta toplanabileceğini söyleyebiliriz: İlim, ahlak ve hareket. Evet, her Müslümanın temel sorumluluklarını, derli-toplu olarak ifade etmek istediğimizde bunları; dini doğru ve yeterli miktarda öğrenmek, onu yaşamak ve tebliğ etmek şeklinde somutlaştırabiliriz. Bu makalemizde bunları özet bir şekilde açıklamaya çalışacağız. Başarı Allah’tandır.

A- İlim
Müslümanın ilk sorumluluğu ilim talep etmesi ve dinini öğrenmesidir. İslami kültürde klişeleşen şöyle güzel bir söz vardır: “İlim talep etmek, her Müslüman erkeğe ve kadına farzdır.” Ne kadar doğru bir sözdür! Müslümanlar, her zaman ve şartta ilmi ve ilim ehlini önemsemelidirler ve tüm çalışmalarında bunu göz önünde bulundurmalıdırlar. İslam dini, ilim ehli olmayı teşvik eder ve bilmeyenlerin bilenlere sorması gerektiğini emreder: “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”1 Yüce Allah, elçisine; malının, makamının, soyunun değil ilminin artırılmasını istemeyi öğretmiştir: “De ki: Ey Rabbim, ilmimi arttır.”2 İslam, ilim ehlini ve yolunu yüceltmiş, meleklerin, kuşların ve balıkların ilim ehline dua ettiğini ve ona hizmet ettiğini bize bildirmiştir.

Müslüman toplumun varlığına kasteden ciddi bir tehdidin varlığında ilan edilen seferberlik halinde bile İslam, ilmi ihmal etmeyi doğru görmemiştir. Kur’an-ı Kerîm’de müminlerin tümünün cihada çıkması yerine, bir kısmının zamanını din hakkında derin ve kapsayıcı bilgi elde etmeye ayırması istenmiştir: “Müminlerin toptan savaşa çıkmaları uygun olmaz. Her kabileden bir grubun dini iyi öğrenmek ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmak üzere geride kalmaları gerekmez mi? Olur ki böylece sakınırlar.”3 İlmin ehemmiyeti, konumu ve âlimin kıymeti hususunda nice ayet ve hadis mevcuttur. Bu alanda İslam âlimlerince bağımsız kitaplar yazılmıştır. Yaşanmak ve başkasına ulaştırılmak üzere gönderilen bir din, bilinmeden nasıl yaşanacak ve nasıl insanlara tebliğ edilecek?

Dini öğrenme sorumluluğu hususunda cevaplanması gereken iki soru vardır: Nasıl ve ne kadar? Dinimizi nasıl öğrenmeliyiz? Öğrenme yaklaşımımızın, tuttuğumuz yöntem ve yordamın doğruluğundan nasıl emin olabiliriz? Bir cami çatısı altında bile bir araya getirilemeyen, birbirinin canına kasteden, güya dinini öğrenmiş Müslümanların varlığı”nın, metodolojimiz hususunda bizi düşündürmesi gerekmiyor mu? Bu konu geniş bir makale konusudur. Özet olarak şunu söyleyebiliriz: İslam’ı anlama çabamızda teoride Kur’an ve sünneti bir bütün olarak ele alabiliyorsak, selef-i sâlihîn çizgisinde yürüyorsak ve daha özel bir ifade ile Ehl-i sünnet ve’l-cemâat anlayışından sapmıyorsak doğru yolda olduğumuzu söyleyebiliriz. Pratikte de Allah Resulü’nün (sav) sünnetini ve siretini, başta dört halife olmak üzere sahabe ve tabiin uygulamalarını, tarih boyunca Müslümanların medarı iftiharı olan âlimlerin yaşantılarını örnek alırsak istikametimiz hususunda güven duyabiliriz.

“Dinimizin ne kadarını öğrenmekle yükümlüyüz?” sorusuna gelince, bunun cevabını “ilmihal” sözcüğü ile açıklayabiliriz. Kişinin bilmekle yükümlü olduğu bilgiler eskiler tarafından “ilmihal” yani kişinin hal ve durumu için gerekli olan ilim/bilgi şeklinde adlandırılmıştır. Böyle bir bilginin bireyden bireye değişkenlik gösterdiğini unutmamak gerekir. Hayvancılık yapan birisinin bilgi ihtiyacı ile madencilik yapanın ihtiyacı bir değildir. Bu yaklaşımdan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Her Müslüman, işini görecek kadar ve doğru bir şekilde dinini öğrenmeli ve bunun için ilim elde etmelidir. Örneğin, namaz küçük istisnalar hariç herkese ve her halükârda farz bir ibadet olduğuna göre her Müslüman namazı ve abdest gibi namaz için zorunlu konuları öğrenmek zorundadır. Fakat zekât verecek kadar varlıklı olmayanlar zekâtı, hac ibadetini yapma imkânı olmayanlar da haccı öğrenmek zorunda değildirler.

İlmi talep etmenin faz-ı ayn mı yoksa farz-ı kifaye mi olduğu hususunda şunu kısaca ifade etmek istiyoruz: İlmihal kapsamındaki ilim farz-ı ayn iken uzmanlık düzeyinde ve tüm ilim dallarını kapsayacak şekilde ilim elde etmek farzı kifayedir. Kur’an-ı Kerim’de “bil” emir kipiyle başlayan ayetleri incelediğimizde bunların ilmihal kapsamında olduğu ve günceli ilgilendirdiği aşikârdır. Örnek olarak şu ayeti açıklayalım: “Allah’a ve furkan günü yani iki topluluğun karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz her şeyin beşte biri Allah’a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah her şeye kadirdir.”4 Bu ayette ganimet paylaşımı bilgisi verilmektedir. Müslümanlar savaştan önce bu bilgiyi bilmek zorunda değiller, yani bu bilgi her Müslümanın bilmekle yükümlü olduğu farz-ı ayn yani ilmihal düzeyinde bir bilgi değildir. Fakat savaşa katılıp ganimet elde eden bir Müslüman için bu bilgi ilmihal düzeyinde, farz-ı ayn bir bilgi olur. İman eden başta tevhid olmak üzere iman esaslarını, evlenen bir kişi ise evlilik ve aile bireylerinin mesuliyetlerini, bu dünyada yaşayan dünya hayatının mahiyetini bilmekle yükümlüdür. Bu konuyla ilgili ayetleri bu şekilde anlayabiliriz. Yine de en iyisini Allah bilir, deriz.

Bilginin yük olduğu, kişiyi sorumlu kıldığı ve dolayısıyla bilmemenin kişiyi yükümlülükten kurtardığı şeklindeki halk arasında yaygın olan kanaatin yanlışlığını burada hatırlatmak istiyorum. İslam kaynaklarında ve bildiğimiz çağdaş hukuk referanslarında bu anlayışın yeri yoktur. Trafikte araç kullanıp kuralları ihlal eden kişinin “Trafik kurallarını bilmiyordum.” demesinin onu cezadan kurtarmayacağı gibi hesap gününde “Niçin namaz kılmadın?” soru ve sorgusuna “Abdest almayı ve namaz kılmayı bilmiyordum.” demek kimseyi sorumluluktan kurtarmaz. Kişi gayrimüslim ise araştırıp hak yol olan İslam’ı bulmak ve iman etmekle yükümlüdür. Yahudi, Hristiyan, ateist vb. İslam dışı yollardan herhangi biri üzerinde yaşayıp ölen birisi nasıl ki “Niçin araştırmadın?”, “Niçin hak yol olan İslam’a girmedin?” diye hesaba çekilecek, cahilliği ve araştırmaması onu kurtarmayacaksa Müslüman birinin dinini öğrenmemesi ve bunun sonucu olarak onu uygulamaması ve tebliğ etmemesi de mazeret olarak kabul edilmeyecek ve onu sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Yaptığımız tüm işlerde ilmihal düzeyinde bilgi sahibi olmanın gerekliliği, Müslüman kişilerde ilahi emir ve yasakları önemsemeyi kültür haline getirecektir. Bu yaklaşım Müslüman bireye bilinç verir ve onu hayatta uyanık kılar. Böylece o, yapacağı veya girişeceği her işi dünyevi ölçülerle (mesleki yeterlilik, saha çalışmaları, işin hakkını vermek gibi) değerlendireceği gibi onun (sorumluluklar, farz ve haramlar gibi) İslami boyutunu da ihmal etmeyecektir. Sözgelimi, herhangi bir iş kolunda yatırım yapmak isteyen bilinçli bir Müslüman başlangıçta o işin helalini, haramını ve genel bir ifadeyle İslamî sorumlulukları öğrenmeye çalışacak ve iş esnasında bunlara titizlikle riayet edecektir. Müslüman olduğu halde eğitim sektöründe solcu gibi, tekstil fabrikasında ise kapitalist gibi davranmayacak, aksine her zaman olması gerektiği gibi Müslümanca davranacaktır.

B- Ahlak
Dinimizi öğrenme yükümlülüğümüz olduğu gibi onu yaşama sorumluluğumuz da vardır. Bunun genel ölçüsünü şu şekilde özetleyebiliriz: Yüce Allah’ın belirlediği sınırlar içerisinde yaşamak, emirleri yerine getirmek ve haramlardan uzak durmak. İlmi kuşanmak ve ilmi birikimi artırmak, ilahi bir buyruk olmakla beraber kurtuluş için tek başına yeterli değildir. Müslüman, ilim elde etmekle yetinmemeli, ilmi ile amel etmeli, sahip olduğu ilmi hayatına taşımalıdır. Aklın inandığını gönül kabullenmeli ve onu yaşantısıyla somutlaştırmalıdır. Biz bunu ahlak olarak nitelendiriyor, kurtuluşu da iman ve salih amel birlikteliğinde görüyoruz.
Ahlaka dair çok sayıda felsefi ve ilmi tanımlar mevcuttur. Biz burada ahlakla kişinin söylem ve yaşantısının değer yargılarını, prensiplerini ve genel bir ifade ile iman esaslarını doğrulamasını kastediyoruz. Bize göre ahlaklı kişi, pratiği, yaşantısı ve ameli teorisini destekleyen, doğrulayan kişidir. Teoride Allah’a ve ahiret gününe iman eden, yalan ve kandırmanın haram olduğuna inanan, adalet ve ehliyete inanan kişi bunlara uygun davranıyorsa o ahlaklıdır. Tersi de geçerlidir. Bu ahlak anlayışımızı yüce Allah’ın kelamından alıyoruz. “Münafıklar sana geldiklerinde, “Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah tanıklık eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler.”5 Münafıklar, en doğru sözlerden birisini söylemelerine rağmen yüce Allah tarafından yalancılıkla nitelendirilmişlerdir. Çünkü dilleri, inandıklarının tersini ifade etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de ve birçok sahih hadiste iman ve salih amelin birlikteliğinin önemine sıkça vurgu yapılmaktadır. İslamî davet ve tebliğ, sadece dille yapılmaz, asıl ve etkileyici olan davet, örnek bir yaşantıyla olur. Hz. Aişe annemiz Allah Resulü’nü (sav) tasvir ederken ne güzel söylemiştir: “O’nun ahlakı, Kur’an idi.” Hasan el-Hudeybi, “İslam devletini nefsinizde/kişiliğinizde/gönlünüzde kurunuz ki, yaşadığınız topraklarda kurulsun.” diyerek Müslüman bir şahsiyetin davet konusunda atması gereken ilk adımın çerçevesini çizer.
Davetin etkili olmasında davetçilerin yaşantısı ve örneklik durumları son derece kritik bir öneme sahiptir. Üstat Mustafa Meşhur (ra) Davet Fıkhı serisini oluştururken “Davet Yolunda Örneklik” adlı bir ana bölüm oluşturmuştur. Böylece örnekliğin davetçi için ne kadar önemli bir meziyet ve kuşanması gereken zorunlu bir donanım olduğunu bize hatırlatmıştır. Davet Fıkhı serisinin bu bölümü davetçilerin sürekli okuyup kendilerini muhasebe etmeleri gereken bir alan olmalıdır. Davetçi, ebeveyn veya evlat; yönetici veya yönetilen; patron veya çalışan; öğretmen veya öğrenci; zengin veya fakir; her ne statüde bulunursa bulunsun çevresine örnek olmak zorundadır. Tebliğde sadece dilimiz konuşmamalı, halimiz de dile gelmelidir. Unutmayalım ki eğitim sadece sözel bir süreçten ibaret değildir. Başkasını taklit etmek, onun gibi olmaya çalışmak, ona özenmek vb. durumlar da eğitim ve öğretim sürecinin önemli araçlarıdır. İnsanlar sadece düşünerek değil, aynı zamanda görerek, işiterek ve çevresinden etkilenerek öğrenirler ve bunun sonucunda kişilikleri gelişir. “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”6 Ayetten anlaşılıyor ki bilgi kaynağımız sadece düşünmek değildir. İşitmenin ve görmenin katkısını unutmamalıyız. Çocukların öğrenme, beceri kazanma ve eğitim süreci böyle değil midir?

Kur’an-ı Kerim’de iyi ve güzel örnekliğe önem vermeye ve sahip çıkmaya davet eden, kötü örneklik ve arkadaşlıktan sakındırmaya yönelik nice uyarılar vardır: “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”7 “İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. Öyleyse onların hidayetine tâbî ol!”8 , “O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.”9

Davetçiler iyi bir bilgi birikimine sahip olabilirler, bunu insanlara sunmak için doğuştan verilen yeteneklerle beraber kazanılan becerilere de sahip olabilirler. İlim, yazı, hitabet, ses tonu ve çağımız insanının peşinden koştuğu görseller… Fakat bunlar rabbani bir davanın başarısı için yeterli değildir. Hatibin hitabetinde ve yazarın yazısında bereket olmadıktan sonra ne hitabet salon gürültüsünün ötesine geçer ne de yazı sıradan bir edebiyat çalışmasının ötesine geçer. Sözlerimize, hitabetimize ve yazımıza bereketi sağlayan örnekliğimizdir, yaşantımızdır. Evet, söz ve yazımızla amel ediyorsak Yüce Allah bereket ve tesir gücünü bahşeder. Bu hususta Seyyid Kutub’u dinlemeye ne kadar muhtacız! “Muhakkak ki, kalem sahipleri çok şey yapabilirler. Ancak bir şartla: Düşüncelerinin yaşayabilmesi için kendileri ölecekler, bunu göze alacaklar. Düşüncelerini, etleri ve kanlarıyla besleyecekler! Hak olduğuna inandıkları sözleri söyleyecekler ve onun uğruna kanlarını feda edecekler! Şüphesiz düşüncelerimiz de kelimelerimiz de hareketsiz ve ruhsuz cesetler olmaktan kurtulamayacaklardır. Ne zaman ki, biz onların uğrunda ölürüz, onları kanımızla besleriz; işte o vakit dirilirler ve diriler arasında yaşama şansını elde ederler.”10
Amelimizin, yaşantımızın sözlerimizle uyumlu olması hususunda çok sayıda hadis-i şerif vardır. Biz sadece birisi ile yetinelim: “İyiliği emredip kötülükten sakındıran birini cehennemde görenler, “Ey filân, bu ne hal! Sen dünyada iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?” derler. Adam şu cevabı verir: “Ben size iyiliği emreder, fakat kendim yapmazdım; kötülüğü yasaklar, ancak kendim kötülük yapardım.”11

C- Hareket
Hareketten amacımız Müslümanın dini için çalışması, çaba sarfetmesi ve uğraş içerisinde olmasıdır. Bu durum İslamî kaynaklarda davet, amel, cihad, tebliğ, emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker vb. tabirlerle ifade edilir. Aralarında nüanslar olmakla beraber hepsi kişinin dinini dert edinmesini ve onun için çabalamasını ifade etmektedir. Çok sayıda ayette “davet et, çalış/çalışınız, cihad et/ediniz, tebliğ et şeklinde emirler vardır. Kur’an-ı Kerîm’de sekiz ayette emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker yer alır. Çok sayıda hadis-i şerif bu konuyu işler. Örnek olarak şu ikisi ile yetinelim: “Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz ve zalimin iki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız veya (bunu yapamazsanız) Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrâiloğulları’na olduğu gibi size de lânet eder”12 “Bir kötülük (münker) gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, artık bu da imanın en zayıf derecesidir”13

Biz bu makalemizde bu sorumluluğu ağırlıklı olarak davet sözcüğü ile ifade etmeye çalışacağız. İslam’a davet etmek, şerefli bir vazife, Müslümanın dinine yönelik sorumluluğunun gereği ve peygamberlerden onların takipçilerine kalan kutsal bir emanettir. Müslüman bir fert, dinini öğrenmek ve yaşamakla yükümlü olduğu gibi onu diğer insanlara kal ve hâl diliyle tebliğ etmekle de yükümlüdür.
Müslüman şahsiyet ilim öğrenip onunla amel etmekle yetinmemelidir. Çünkü bir kişinin İslam’ı öğrenip onu sadece kendi hayatında uygulaması kurtuluş için yeterli değildir. Sahip olduğu iyiliği, hayrı ve hidayeti çevresine de yaymalıdır. Böylece Müslüman fert, davet ve tebliğ çalışmalarını içeren hareket boyutu ile donanmış olur. Yüce Allah, Hac 77-78. ayetlerde kurtuluşumuzun ibadet, cihad ve toplum yararına çalışmaya bağlı olduğunu ifade etmektedir.

Davet çalışması, yerine getirildiğinde sevap kazanılan ve ihmal edildiğinde cezalandırılmayı gerektiren bir farizedir. Örneğin, namaz kılmakla yükümlü olduğumuz gibi başta ailemiz olmak üzere insanlara namazı hatırlatmakla, tebliğ etmekle de yükümlüyüz. “Aile fertlerine namazı emret, kendin de bunda kararlı ol. Senden rızık istemiyoruz; asıl biz seni rızıklandırıyoruz. Mutlu gelecek, günahlardan sakınanların olacaktır.”14
İslam, sadece kendisini düşünen bencil Müslüman bireyi kabul etmez. İslam’la müşerref olmuş olan kişi başkasının hidayeti için de çalışmakla yükümlüdür. Davetin farziyeti hususunda âlimlerin ittifakı vardır. Bazıları bunun farz-ı ayn olduğunu ifade etmişler, çoğunluk ise bunun farz-ı kifaye olduğunu söylemişlerdir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler bu bakış açılarına göre yorumlanmışlardır. Örneğin, davetin farz-ı kifaye olduğunu savunanlar Âl-i İmrân suresinin 104. ayetini şu şekilde açıklamışlardır: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Davetin farz-ı aynn olduğunu iddia edenler ise bu ayeti “Hepiniz hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden topluluktan olunuz.” şeklinde tefsir etmişlerdir.

Çağımızda İslam’ın kemiyet/nicelik ve keyfiyet/nitelik bakımından yeteri kadar tebliğ edilmediği bir hakikattir. İslam ne gayrimüslimlere ne de Müslümanlara yeteri kadar tebliğ edilebilmektedir. Başta Afrika ve Avrupa olmak üzere gayrimüslim bölgelerde çok sayıda Müslüman davetçi ihtiyacı apaçık bir hakikat iken Müslüman genç nesillerin dinden bihaber büyümeleri ve her konuda İslam dışı bir rota izlemeleri gönlümüzü yaralayan bir sızıdır. Davetin kemiyeti yeterli olmadığı gibi keyfiyeti hususunda da ciddi sorunlarımız mevcuttur. İster davetin farz-ı ayn olduğunu benimseyelim isterse farz-ı kifaye olduğuna kanaat getirelim mesuliyetten kaçamayacağımızı bilelim. “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”15
Yüce Allah bize bu hüsnü/estetiği nasip etsin. Âmin.
Selam ve dua dileği ile…

Kaynakça
1. Nahl, 43.
2. Taha, 114.
3. Tevbe, 122.
4. Enfal, 41.
5. Münâfikun, 1.
6. Nahl, 78.
7. Ahzab, 21.
8. En’am, 90.
9. Furkan: 27, 28 ve 29.
10. Seyyid Kutup, İslam Etüdler kitabı.
11. Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 10; Müslim, “Zühd”, 51.
12. Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17.
13. Müslim, “Îmân”, 78; Tirmizî, “Fiten”, 11.
14. Taha, 132.
15. Fussilet, 33.

  • Yazara Ait Diğer Yazılar
Yazar
Mardin’de 1974’te doğdu. İlk ve Ortaokul çağında medrese eğitimini aldı. Medreseden mezun olduktan sonra ilkokulu 1990’da, Ortaokulu 1991’de dışarıdan sınavla bitirdi. Şanlıurfa İHL’yı 1995’te bitirdi. 1996-2002’de tıp fakültesini, 2007-2011’de çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlığını okudu. Siverek Devlet Hastanesi, Şanlıurfa Çocuk Hastanesi, Bayrampaşa Devlet Hastanesi ve bazı özel hastanelerde çalıştı. Şu anda İstanbul/Bahçelievler Medipol hastanesinde çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı olarak çalışıyor. Davet ve Kardeşlik Vakfı başkanıdır. İyi düzeyde Arapça ve Kürtçe bilmektedir. Arapçadan Türkçeye çevirileri mevcuttur. (Örnek: Müslümanın Yol Azığı/Mustafa Meşhur, Çocuklarını Değerlendir/M. Ebu Farha). Nida Yayıncılık Yayın Kurulu üyesi ve Davet Mektebi dergisi yazarıdır. İstanbul Başakşehir’de oturmaktadır. Evli ve 5 çocuk babasıdır.
Yazara Ait Diğer Yazılar
İletişim
×
blank
Mardin’de 1974’te doğdu. İlk ve Ortaokul çağında medrese eğitimini aldı. Medreseden mezun olduktan sonra ilkokulu 1990’da, Ortaokulu 1991’de dışarıdan sınavla bitirdi. Şanlıurfa İHL’yı 1995’te bitirdi. 1996-2002’de tıp fakültesini, 2007-2011’de çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlığını okudu. Siverek Devlet Hastanesi, Şanlıurfa Çocuk Hastanesi, Bayrampaşa Devlet Hastanesi ve bazı özel hastanelerde çalıştı. Şu anda İstanbul/Bahçelievler Medipol hastanesinde çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı olarak çalışıyor. Davet ve Kardeşlik Vakfı başkanıdır. İyi düzeyde Arapça ve Kürtçe bilmektedir. Arapçadan Türkçeye çevirileri mevcuttur. (Örnek: Müslümanın Yol Azığı/Mustafa Meşhur, Çocuklarını Değerlendir/M. Ebu Farha). Nida Yayıncılık Yayın Kurulu üyesi ve Davet Mektebi dergisi yazarıdır. İstanbul Başakşehir’de oturmaktadır. Evli ve 5 çocuk babasıdır.
Son yazılar
  • blank
  • blank
  • blank
  • blank

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?