Herkesin, iddiasından vurulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Büyük laflar söylüyoruz ama yutmaya çalıştığımız lokmaların en küçüğü bile bir balık kılçığı gibi boğazımızda düğümleniyor. Herkesi bir sel gibi önüne katıp sürükleyen bu hissiyatsızlık, bu çürümüşlük, bu yozlaşma, bu merhamet yorgunluğu, adına ne derseniz deyin uçuruma doğru sürüklüyor bizi, bizleri. Beni mi? Beni de… Dünya yuvarlak işte, insan bir köşeye çekilemiyor.

Neyi kaybettiğini hatırla! Mabet ile market arasındaki o kalın çizgiyi çizemediğimiz için helal ve haram dengesini kaybettik. Rızkımızdan korkar olduk. Hâlbuki, bir kimse Allah’tan başka kimseye muhtaç olmadığına inanırsa, Allah da onu kimseye muhtaç etmez. Bunu unuttuk. Behlül Dânâ hazretleri bir gün Halife Harun Reşid’ten vazife ister. Kendisine çarşı ağalığı verilir. Behlül hemen bir fırına gider. Birkaç ekmek tartar. Hepsi, olması gerekenden daha az gelir. Fırıncıya dönüp sorar: “Hayatından memnun musun? Geçinebiliyor musun? Çoluk çocuğun iyi mi?” Fırıncı her soruya olumsuz cevap verir. Behlül hiçbir şey demeden ayrılır. Başka bir fırına gider. Orada da ekmekleri tartar ve tamamının olması gereken ağırlıkta olduğunu, hatta daha fazla geldiğini görür. Aynı soruları bu fırıncıya da sorar. Aldığı cevaplar hep olumludur. Behlül doğruca Harun Reşid’in huzuruna çıkar. Başka bir vazife ister. Harun Reşid şaşırır. Nedenini sorduğunda Behlül şöyle cevap verir: “Çarşının ağası zaten var. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları da tartmış ve buna göre herkesin hesabını kesmiş, ceza ve mükâfatlarını vermiş. Anlayacağın bana ihtiyaç kalmamış.”

Neyi kaybettiğini hatırla! Tüm mesaimizi birbirimizin açığını yakalamaya harcadığımızdan, “ruhumuza ayıracağımız zaman” mefhumunu kaybettik. Bir maça bir buçuk saat, bir diziye iki buçuk saat, bir alışverişe üç buçuk saat harcayan bizler; bir vakit namazına beş dakika, bir yetimin başını okşamaya beş saniye dahi ayırmaya tenezzül etmiyoruz. Allah bizi affetsin! Nerede boş bir muhabbet, nerede dert bile sayılmayacak bir mevzu varsa biz oradayız. Hz. Ali Efendimiz “Seninle birlikte gelmeyen ve giderken de seninle birlikte olmayacak olan bir dert, senin bu kadar zamanını almamalı.” diye buyurur. Dünyanın kendisi fâni, dertleri nasıl bâki kalsın? Daha vakit varken, bilgimizi ve gücümüzü her daim Rabbimize hizmet etmeye harcamalıyız. Bir âlimin dediği gibi “Gençlik çağlarında insanın vakti ve gücü vardır ama tecrübesi yoktur. Orta yaşlarda bilgi ve tecrübesi vardır ama vakti yoktur. İleri yaşlarda ise bilgisi ve vakti vardır ama gücü yoktur.” Yine başka bir âlim “Üzgün olmak istiyorsanız geçmişte yaşayın. Endişeli olmak istiyorsanız gelecekte yaşayın. Huzurlu olmak istiyorsanız şimdiyi yaşayın!” der. Geçmişi, geleceği ve şimdiyi yaratan Rabbimize kullukta kusur etmeyelim.

Neyi kaybettiğini hatırla! Ümmetin dertleriyle dertlenmeyi, Müslümanların çektikleri acılara üzülmeyi, onlarla birlikte ağlamayı, diğerkâmlığı kaybettik. Fıtratın köküne kibrit suyu döken tipleri ise baş tacı ettik. Dışarda görsek bir saniyeliğine bile evimize almayacağımız şaklabanları televizyon sayesinde evimizin başköşesine oturttuk. Onların senaryo gereği öldüklerine üzüldüğümüz kadar, gerçek anlamda ölen veya öldürülen kardeşlerimize üzülmedik. Giydikleri maskelerle kimin için üzüleceğimizi, kime veya neye sevineceğimizi, ne giyeceğimizi, ne yiyeceğimizi, nasıl yaşayacağımızı belirleyenlerin kurtlar sofrasında paramparça olduk. Bir yazar bu durumu ne de güzel açıklamış: “Her şey zıddıyla ortaya çıkar. Demirci siyah tenli olursa, duman yüzünde bir is bırakmaz. Fakat beyaz tenli birisi demircilik yaparsa, dumanın tesiriyle yüzü kararır. Gel gör ki biz demirciyi hep siyah sanmışız. Yüzündeki bu karalığı, bu fesatlığı görememişiz. Hepimiz yanılmışız.”


Neyi kaybettiğini hatırla! Güzel rüyalarımızı kaybettik. Uykudan hamd ederek uyandığımız günlerin hasretini çekiyoruz. Kâbuslarla uyanıyoruz. Resûlullah’ı (s.a.v.) rüyasında görenler neredeyse kalmadı. Durumumuz tam da şu öğrencinin durumu gibidir. Bir öğrenci hocasına: “Resûlullah’ı (s.a.v.) rüyamda görmek istiyorum. Bunun için yapabileceğim bir şey, bir reçete var mı ki uygulayayım?” diye sorar. Şeyh, öğrencisini akşam yemeğine davet eder. Ona daha önceden hazırladığı çok tuzlu bir yemeği ikram eder. Ve ona tuzlu içecekler verir. Öğrenci edebinden hocasına bir şey diyemez. Böylece öğrenci hocasına belli etmeksizin, tuzu çok fazla ya da suya ihtiyacım var demeksizin yemeği yer, içecekleri içer. Hocası ona “Gidip uyu, hiç su içme ve yarın gelip bana rüyanda ne gördüğünü anlat” der. Çok susamış bir hâlde eve gider. Hocasının dediğini yapar ve gece hiç su içmez. Ertesi gün yeniden gelir. Hocası ona “Rüyanda ne gördün?” diye sorar. Öğrenci “Okyanuslar, nehirler, yağan yağmurlar gördüm.” der. Hocası “Çünkü sen hakikaten susamıştın. Suya karşı gerçek bir tutku, gerçek bir ihtiyaç hissettiğinde suyu gördün. Eğer Resûlullah’a (s.a.v.) gerçek bir aşk ile bağlılığın olursa, onu rüyanda görürsün!” der. Allah-u Teâlâ bizlere Resûlullah’ı (s.a.v.) gerçekten sevmeyi, ona bağlanmayı ve onu hem bu dünyada hem de diğer dünyada görmeyi nasip etsin. Âmin.

Neyi kaybettiğini hatırla! Dilin tüm inceliklerini, tüm güzelliklerini kaybettik. Dikenli bir dilimiz var artık. Konuştuğumuz birçok söz yarım yamalak, yalan yanlış, incitici ve kaba saba… Küfürlü sözlere girmiyorum bile. Duyduğumuz şeyleri ne olacağını düşünmeden ondan bir şeyler eksilterek veya üzerine bir şeyler katarak hemencecik başkalarına iletiyoruz. Sosyal medya denilen lağım çukurunda ne varsa toplayıp paylaşıyoruz. Hâlbuki bizler “Her duyduğunu söylemesi, kişiye günah olarak yeter” diye buyurulan bir medeniyetin mensubuyuz. Kıssacı Ebu Ka’b denilen biri, bir gün bir hikâye anlatır: “Yusuf’u (as) yiyen kurdun adı şu ve şuydu…” der. Oradakiler “Ama Yusuf’u (as) kurt yemedi ki!” derler. Kıssacı bu sefer de “O hâlde Yusuf’u (as) yemeyen kurdun adı şu ve şuydu…” der. Durumumuz tam da kıssacının durumu gibidir. Ağzımızdan çıkan en ufak bir söz için bile hesaba çekileceğimizi unutmayalım. Şu “Nasılsın?” sorusuna “İyiyim” demekten bile çarpılacağız bir gün…

Neyi kaybettiğini hatırla! Dünyevi kaygıları bahane ederek at yarışı gibi yarıştırdığımız evlatlarımızı kaybettik. Çocuğunun iyi bir okul okuması için, çok para veya kariyer getiren bir meslek sahibi olması için tüm değerlerini ayaklar altına almayı öğreten ağabey ve ablalar, sırf onlardan uzaklaşmak için kartondan bile olsa üniversite okumaya razı gelen evlatlar buldular karşılarında. “Modern üniversiteler, işsizlik probleminin kamufle edildiği park alanlarıdır” diyen, ne kadar da doğru bir söz söylemiştir. Hâlbuki bu ümmetin evlatları olan anne ve babaların, yine bu ümmetin evladı olan çocuklarına, bir yazarın dediği gibi “Bir gün sığındığın mağaranın kapısını bir kaya kapatırsa, kayanın üçte birini açacak kadar salih amelin, kayanın üçte ikisini açacak kadar da salih arkadaşların olsun” demeleri gerekmez miydi? Evlendirirken, tek ölçütün para olması nedeniyle son darbeyi de indiriyoruz çocuklarımıza ve kaybediyoruz onları. Kötü damat, kaybedilmiş bir kız çocuğudur. İyi damat, kazanılmış bir erkek evlattır. Kötü gelin, kaybedilmiş bir erkek evlattır. İyi gelin, kazanılmış bir kız çocuğudur. Keşke bunu iyice anlayabilseydik!

Neyi kaybettiğini hatırla! Uhrevi kaygılarımızı kaybettik. Dünyevi kaygılar sardı dört bir yanımızı. Bir yazar şöyle der: “Firavunlar, piramitlerini kırbaç altında inleyen kölelerin emekleriyle yükselttiler. Günümüzde ise olay farklı işliyor. Köleler, belki ben de Firavun olurum düşüncesiyle piramidin inşasına gönüllü olarak ve tebessüm ederek katılıyorlar.” Keşke “Bir şey istersen insandan isteme! Verse minnettir, vermese zillettir. Sen Allah’tan iste! Verse nimettir, vermese hikmettir.” şuuruna erişebilseydik. Vaktiyle padişahlardan biri bir köyü geziyormuş. Bir ihtiyarın ağaç diktiğini görmüş. “İhtiyar! Ceviz mi dikiyorsun?” diye sormuş. “Evet, hünkârım” diye cevap vermiş ihtiyar. “Ne kadar yaşayacaksın ki? Meyvesini yiyebilecek misin?” diye sormuş padişah. İhtiyar şöyle cevap vermiş: “Hünkârım! Diktiler yedik, dikelim yesinler.” Rabbim hepimize o ihtiyarın ferasetinden nasip etsin. Âmin. Dünya sevgisi iliklerimize kadar işledi. Evin duvarlarını aştı. Ev halkımıza sıçradı. Geçen gün bir arkadaş sosyal medyada şöyle bir şey paylaştı: “Bazen ev halkı bana ‘Namazı evde kılsan olmaz mı? Evde kılsan kabul olmuyor mu?’ diye söyleniyorlar. Ama kendileri 1 TL daha ucuz olduğu için 2 km uzaklıktaki bilmem hangi markete gidebiliyorlar. Evde kılınan namaz inşallah kabul edilir ama neden 27 kat olmasın ki?” İslam çalışmaya, çoluk çocuğunun rızkı için mücadele etmeye karşı olan bir din değil, aksine bunu teşvik eden bir dindir. Fakat bunu yaparken sadece helal rızık peşinde koşmayı ve dünya sevgisinin kalbe girmesini engellemeyi hedefleyen bir inanç sistemidir. “Eğer şehit olamayacaksam, Allah canımı çoluk çocuğumun rızkı için çalışırken alsın.” diye buyuran Hz. Ömer radıyallahu anh’ın bu sözü ne kadar da manidardır.


İnancımızda karamsarlık yoktur, olamaz da… Fakat yaşadığımız şu çağın nasıl bir çağ olduğunu yazar şöyle açıklamış: “Yaşamanın bu kadar fazla geldiği başka bir dönem olmamıştı. Bir yere doğru gidiyoruz ama nereye? Ne yaşıyoruz biz? Bir zamanlar neresinden tutarsak elimizde kalıyordu. Şimdi tutacak yerimiz bile yok. Onu bile çok gördüler bize. Sokaklar, şehirler, zihinler, kalpler, insanlar… Her şey, her yer o kadar pis ki… Korkunç bir hâldeyiz!” Rabbimiz bizleri bu zor zamanda muhafaza eylesin. Kaybettiğimiz hayırlı amelleri bizlere hatırlatsın.
Âmin.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?