“(Ey Muhammed!) Peygamberlerin haberlerinden, kendileriyle senin kalbini pekiştirdiğimiz her bir haberi sana aktarıyoruz. Bunlarda, sana hak, müminlere de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.” (Hûd, 120)
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerîm’de kıssaları anlatılan peygamberlerin hayatları, bizler için bir öğüt olmakla beraber aynı zamanda bir uyarıdır da. Yüce Rabbimiz, onların hayatlarını bizlere anlatarak yolumuzu aydınlatmış, kurtuluşun yollarını göstermiş ve ebedi saadete ermenin yolunun onlara tabi olmaktan geçtiğini bildirerek bizleri uyarmıştır.
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân, 31)
Başta Efendimiz (s.a.s.) olmak üzere tüm peygamberlerin hayatı, bizler için birer yol azığı ve hayat kılavuzudur. Hayatlarının her anından almamız gereken mesajlar olduğu gibi, o mesajları hayatımızın rehberi kıldığımız zaman, ebedi saadetimiz için yön levhalarımız olmaya devam edeceklerdir. Her bir peygamberin hayatı ve o hayatın içerisinde geçirdikleri aşamalar, imanımız, tefekkürümüz, teslimiyetimiz, sebatımız, davetimiz, fedakârlığımız ve aile hayatımızda bir projektör olarak yolumuzu hep aydınlatmış ve aydınlatmaya da devam edecektir.
Tüm peygamberlerin hayatları dersler ve ibretlerle dolu olarak bizlere birçok mesaj verirken Ulu’l-Azm peygamberlerden olan Hz. İbrahim’in (a.s.) hayatı ise, bizler için ayrıca önem arz etmektedir.
“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” (Nahl, 120)
Kur’an-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in (a.s.), hayatının birçok aşamasında gördüğümüz teslimiyet ve tavrından dolayı Halilullah (Allah’ın dostu) olma makamına eriştiğine dair bizlere bilgiler vermektedir. Yüce yaratıcıyı bulma çabası (En’am, 76,79), davet gayreti ve mücadelesi (En’am, 80,81-Enbiya, 57,67-Bakara, 258), teslimiyeti (Bakara,131), aile reisliğindeki ve hayatının çeşitli aşamalarındaki örnekliği bizler için dersler ve ibretlerle doludur.
Hz. İbrahim’in (a.s.) aile hayatına baktığımız zaman evlat olarak, kâfir olan babasına dahi nasıl yumuşak, sevgi ve saygıyla hitap (Meryem, 42-45) ettiğini açık bir şekilde görmekteyiz. Yine aile reisi olarak aile nasıl idare edilir, sorunlara karşı nasıl çözüm bulunur ve bu çözümler sırasında teslimiyet nasıl sağlanır, tüm bunları Hz. İbrahim’in (a.s.) hayatında açık bir şekilde görmekteyiz.
Hacer annemizi Mekke’nin ıssız çöllerine bıraktığı zaman Hz. Hacer’in, “Bizi buraya bırakmanı Allah mı emretti?” sorusuna, Hz. İbrahim’den (a.s.) ‘Evet’ cevabını alınca “Öyle ise Allah bize yeter. O, bizi zayi etmez, himayesiz bırakmaz”1 sözü ya da Hz. İbrahim’in (a.s.) Mekke’ye gelerek Hz. İsmail’i (a.s.), kurban etmeye götürürken şeytanın, Hacer annemize haber vermesi üzerine “Eğer bunu, Rabbi emrettiyse, Allah’ın emrine boyun eğmek gerekir.”2 şeklindeki tavrı bizlere aile reisinin hanımı üzerindeki etkisini göstermektedir.
Peki, bizler bugün modern (!) aile bireyleri olarak bu mesajları gerektiği gibi anlayıp hayatımıza geçirebiliyor muyuz? Yoksa tüm bunları bir hikâye gibi okuyup geçiyor muyuz? “Bu Kur’an, insanlara bir açıklama, takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.” (Âl-i İmrân, 138)
Aile reisi olarak, aile bireylerimizin dünyevi ihtiyaçlarını temin etmek için gösterdiğimiz gayreti, İslami eğitimleri için de gösterebiliyor muyuz? Onların kalbine iman tohumlarını gerektiği gibi ekip, yeri geldiğinde “Allah bize yeter, O’nun emrine boyun eğmek gerekir.” demelerini sağlayabiliyor muyuz? Birbirlerine karşı gösterdikleri saygı, sevgi, güven ve itaati gösterebiliyor muyuz? Yoksa toplumun İslami eğitimden uzak söylemlerini benimseyip, aile bireylerinin huzur ve sükûnet bulması gereken evlerimizi birbirine üstünlük sağlanacak savaş meydanlarına mı çeviriyoruz?
Hâlbuki ayetler bize saygı, sevgi ve itaatin onlara neler kazandırdığından bahsetmektedir. Hacer annemizin gösterdiği sa’y, Haccın şiarı olmuştur. Yine Hz. İsmail (a.s.), kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlar için, Allah’a ve babaya itaatin sembolü olmuştur.
Yine Ulu’l-Azm peygamberlerden Hz. Musa’nın (a.s.) Hızır (a.s.) ile birlikte yaptıkları seyahatten alacağımız nice mesajlar vardır. Kur’an’da da (Kehf Sûresi’nde) zikredilen bu kıssayı bilmeyen yoktur. Ama alınması gereken mesajlar gereği gibi alınmış mıdır, düşünmemiz gerekir.
Mesela Musa (a.s.) ki, Ulu’l-Azm peygamber olmasına rağmen, Hızır (a.s.) ondan daha farklı özelliklere sahiptir. Hz. Musa’nın (a.s.) peygamber olması, Hızır’ın (a.s.) ise farklı bir ilme sahip olması aralarında bir üstünlük sorunu hâline gelmemiştir. Bugün bizler öne çıkan bir özelliğimizden dolayı eğer farklı bir tavır içine giriyorsak biz bu kıssayı hakkıyla, Müslümanca anlayamamışız demektir.
Yine seyahatleri boyunca yaşadıkları olaylar ve daha sonrasında olayların iç yüzünün anlatılmasından çıkan sonuçlardan, kendimize gereken mesajları çıkarabiliyor muyuz? Eğer gereken mesajları alamadıysak bu olay bizim için hayret edilecek bir kıssa olmaktan öteye geçmemiş demektir.
Şu ayette kadere teslimiyet ne güzel anlatılmıştır. “Bir şeyden hoşlanmadığınız hâlde o sizin iyiliğinize olabilir. Bir şeyi de sevdiğiniz hâlde o sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 216)
Ya da iyi davrandığımız, iyilik yaptığımız insanlardan zarar gördüğümüzde, belki dünya, belki ahiretimiz için bu hayır olacaktır, deyip olaylara ibret nazarıyla bakabiliyor muyuz?
Başımıza imtihanların en ağırı geldiğinde (evladımızı, malımızı, sağlığımızı kaybetmek gibi) sabredip, “Rabbim ne takdir etmişse elbette bir hayır vardır” teslimiyetini gösterebiliyor muyuz? En zor hâllerimizde, her şeyin zamanını takdir eden Allah’tır, deyip bu zamanı isyan etmeden bekleyebiliyor muyuz? “Şüphe yok ki, her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır. Muhakkak ki, her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 5-6) buyuran Rabbimizin “Ve yalnızca Rabbine yönel.” (İnşirah, 8) emrini unutuyor muyuz?
Ayrıca yeryüzüne gönderiliş sebebimiz olan halifelik görevimizin sorumluluğunu yerine getirirken Resûlullah Efendimizin (s.a.s.) Taif seyahatinin bizlere nice mesajlar verdiğini gereği gibi anlayabiliyor muyuz? Efendimizin (s.a.s.) bu yolculukta yaşadıkları olaylarla, bizlere davet yolunda çekilecek zorluklara karşı nice mesajlar verdiğinin farkında mıyız? Efendimizin (s.a.s.) Taif yolculuğu, İslam’ın yeryüzüne yayılması için çektiği zorluk ve sıkıntıların en şiddetlilerinden biriydi. Allah Resûlü daha sonraki bir dönemde kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, Tâif yolculuğu esnasında karşılaştığı sıkıntı ve üzüntünün Uhud Savaşı’nda karşılaştığından daha şiddetli olduğunu söylemiştir.3 Ki Uhud savaşında yaşanılan sıkıntılar hepimizin malumudur.
Çare aramak için çıkılan o yola, Taif çare olmayı seçmedi. Bir umuttu Taif; ama umut olmayı tercih etmedi. Ve Taif böylece Medine olma şansını kaçırdı. Tıpkı bugün bizlerin de birçok hayrı kaçırdığımız gibi. Bir hayra (maddi-manevi) kapı açıp o hayrı yapanların ecrine ortak olmak veya bir hayra katkıda bulunup aslında kendi kurtuluşumuzu sağlayacağımız gibi. Medine olmak varken, Taif olmayı tercih etmek gibi.
Davet yolunda tüm çaba ve gayretini sarf ettikten sonra karşılaştığı muamele onu (s.a.s.), umutsuzluğa düşürmedi. İlk yaptığı şey Rabbine münacatı idi: “Allah’ım! Gücümün zayıflığını, insanlara karşı takatimin ve gücümün azlığını sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin merhametlisi! Sen zayıfların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin…. Senin öfkene uğramaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini ıslah eden yüzünün nuruna sığınıyorum. Her şey senin hoşnutluğun içindir. Güç ve kuvvet ancak sendendir.” Karşılaştığı muamele O’nu (s.a.s.), öfke ve kininin esiri etmedi. “İlahi! Sen kavmime hidayet ver, on¬lar bilmiyorlar. İlahi! Sen razı oluncaya kadar işte affımı diliyorum.”4
Ya bizlerin davet yolunda karşılaştığımız en ufak zorluğa karşı tavrımız ne oluyor? Hemen nefsimizin bahanelerine sığınarak vazgeçiyor muyuz, yoksa bu mesajları alıp yolumuza devam mı ediyoruz? Tıpkı Efendimiz (s.a.s.) gibi. Ama bize yakışan onun yaptığı gibi yapmak, onun davrandığı gibi davranabilmektir. Rabbimize tevekkül edip en zor anları yaşarken dahi davetten vazgeçmeyerek Addasların veya cinlerin İslam’la tanışmasına vesile mi oluyoruz, yoksa umutsuzluğa düşüp her şeyden (kendimizden ve toplumdan) vaz mı geçiyoruz?
Belki Taif, o anda Müslüman olmadı ama başkalarına bu mesaj hemen ulaştı. Bu yolculuğa onlar için çıkılmamıştı ama onlar bu fırsatı değerlendirmeyi bildi. Ve belki de o yolculuğun bereketiyle yıllar sonra da olsa Taif İslam’la şereflendi. Taif her şeyi ile hüzündü. Efendimizin (s.a.s.) oraya gidişi, orada yaşananlar ve en son Mekke’ye tekrar dönüşü bir hüzünler manzumesiydi. Çare aramak için çıkılan Mekke’ye bir müşrik himayesinde dönmek ne büyük hüzündü.
Ama başta Allah Resûlü (s.a.s.) ve tüm peygamberler, Allah’ın vaadine güvendiler, sabrettiler, vazgeçmediler ve sonunda zafere ulaştılar. Bu zafer bazen dünyevi zafer olmasa dahi… Onlar kazandılar, çünkü yüce Rabbimizin rızasına kavuştular.
Onlar bizim için örnekti, rehberdi. Yeter ki bizler de bu mesajları gereği gibi anlayabilelim ve gereğini yerine getirebilelim.
“Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı tutunacak bir delilleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 165)
Hayatımızın her anında ve alanında gereken mesajları anlayıp, yaşayabilmek duasıyla…

Kaynakça
1) Buhârî, cilt; 4. sayfa; 114 2) Taberi-Tarih, cilt; 1, sayfa;141 3) İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 60-63 4) İbn-i Hişâm, II, 29-30, Heysemi, VI, 35; Buhârî.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?