Resûlullah (sav) İslâm’ın Medine’de yayılması için iki önemli isimden istifade etti. Bunlar Umeyr’in oğlu Musab ve İbn Ümmi Mektum’un oğlu Abdullah idi. Her ikisi de Medine’de güzel faaliyetler gerçekleştirdiler. Bir yıl kadar bir süre zarfında yüzlerce Medineli Müslüman onlardan Kur’ân’ı öğrendi. İnsanları irşad edip hidayetlerine vesile olan bu zatlar büyük bir başarı elde ettiler. Musab Medine’deki gelişmeleri Resûlullah’a haber vermek için Mekke’ye geldiğinde annesine uğramamış önce Resûlullah’a gitmişti.
Resûlullah (sav) Medine’deyken civar bölgelerden gelip de kendilerine Kur’ân öğretecek kimselerin taleplerine cevap veriyor, ashabını bu iş için görevlendiriyordu. Bu yolda onlarca sahabi şehid düşmüştür. İhanete uğrayıp öldürülmüşlerdir. Fakat bu durum İslâm’ı öğretecek muallimleri korkutmamış, tattıkları hidayeti başkalarının da tatması için hep hareket halinde olmuşlardır. Bu düşünceyle Çin’e kadar giden sahabi de olmuştur.
Onlar böylesine önemli bir iş için yollara düşerlerken Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmediler. İslâm’ın uzak diyarlara ulaştırılması onları sevindiren tek şeydi. Bunun için tehlikeleri göze aldılar, hayatlarını feda ettiler.
Muhammed Mustafa (sav.), dar-ı bekaya irtihal ettikten sonra onun şanlı sancağını, rahle-i tedrisinde yetişmiş olan ashâbı devraldı. Çünkü çok iyi bilenen bir gerçekti ki risâlet-i Muhammediye ilelebed devam edecek ve yeryüzünün en ücra kıtalarını dahi nuruyla aydınlatacaktı.
Muhammed Mustafa’nın (sav) etrafında kümelenmiş olan o yıldızlar, onun vefatından birkaç yıl sonra vatanlarını terk edip bu defa kendileri, üzerlerinde taşıdıkları nur-u Muhammedî ile, İslâm’a hasret kalmış olan insanları aydınlatacaklardı. Onlara tabi olanlar hidayet şerbetinden doya doya içeceklerdi. Hayatları iman ve Kur’ân pınarının suyu ile sulayacaklardı. Sonradan gelen nesilleri, bu su ile, baki bir hayata hazırlayacaklardı.
Onları tanıyanlar ibadet, Allâh’a koşmak, O’nunla beraber olmak, O’nun adına yaşamak ve alınlarındaki secde izleriyle tanınmışlardı. Gecelerini ibadetle geçirdiklerini, gündüzlerini de Allâh için koşuşturmaya adadıklarını çok iyi biliyorlardı.
Arap Yarımadası’nın dışına çıkıp Bizans ve Sâsânî topraklarında Allâh’ın adını yüceltmek için seferber olan bu güzide şahsiyetler, düşmanları tarafından dahi iyilikle yad edilmişlerdir. Çünkü insanlara sundukları hayatla; hakkı üstün tuttuklarını, insana değer verdiklerini ve hatta bir düşman askerinin cesedi dahi olsa onu defnetme gayretiyle seferber olduklarını bizzat müşahede etmişlerdi.
Yabancı milletler, onların sahip olduğu fedakârlık, cesaret, sevgi ve merhamet gibi hislere, kendileriyle karşılaştıkları ilk günde şahit oldular. Her biri Resûlullah’ın (sav) kendilerine emanet bıraktığı Kur’ân ve sünneti, hayatlarının düsturu kabul edip yaşarlarken, komşu devletlerin üst düzey yetkilileri ancak yaptırdıkları araştırmalar sonucu, onların bu yüce meziyetlerinden haberdar olabilmişler ve bunun neticesi olarak da onların içinde bulundukları o ulvî sıfatları övmekten kendilerini alamamışlardır.
Evet…İnsanlık, benzer bir nesli belki bir daha görme imkanına sahip olmayacaktır. Fakat onların geride bıraktıkları o eşsiz atmosferi okuma ve hayalini kurma imkanına sahip bulunmaktadır. Bizler, onların sergilediği davranışları, birbirlerine olan muhabbetlerini, haksızlığa karşı takındıkları tavrı, ibadete meftun oluşlarını, ancak okuyarak öğrenebilme imkanına sahibiz.
Kim bilir belki de o ilk Kur’ân neslinin yaşadığı iklimi teneffüs ederek, içimizden, nice sevdiklerini geride bırakıp sırf Allah’ın rızası uğruna uzaklara gidecek daha nice öğretmenler çıkacaktır. Öyle bir gidiş ki tıpkı bir Muaz gibi, gittikleri yerlerde hasta düşüp şehadetle Allah’ın huzuruna çıkanların, onlarca yıl İslâm’ı ta’lim edenlerin ve usanmadan, yorulmadan, şikâyet etmeden çalışıp her türlü zorluğa göğüs gerdikleri bir gidiş. Giderken dönmeyi düşünmediler. Çünkü uğruna yollara düştükleri şey, yüce Resûl’ün hayatı pahasına ortaya koyduğu İslâm’dı.
Hz. Ömer kendi hilafeti sırasında ashabın alim olanlarından en üst düzeyde istifade etmeye çalışmış, içlerinden öğretmenler seçmiş, ilimlerini İslâm’a yeni girmiş olanlarla paylaşmaları için görevlendirmede bulunmuştur. Mesela Şam diyarı için üç önemli ismi görevlendirmiştir. Bunlar Ebu’d-Derdâ, Muâz b. Cebel ve Ubâde b. Sâbit’ten oluşan üç sahâbîdir. Bu üç sahâbî, Hz. Ömer’in bölgeye yerleşmiş olan Müslümanları ve yerli halktan İslâm’a girmiş olanları İslâm’ın hayat bahşeden ilkeleriyle tanıştırmak için gönderdiği kimselerdir. Her üçü de Kur’ân’ın hakikatlerini öğretmek, Hz. Peygamber’in sünnetini hem sözlü ve hem de yaşayarak göstermek için seferber oldular.
Burada geçen hayatları büyük bir tesir icra etmiştir. Onlar bir taraftan İslâm’ı öğretirlerken diğer taraftan hayatın merkezinde yer alarak Kur’ân’ın ilkelerine muhalif gördükleri hal ve hareketleri ortadan kaldırarak toplumun ıslahı yönünde çaba sarf etmişlerdir. Bu hususta bazen idarecilerle karşı karşıya gelip gerektiğinde va’z ve nasihat, gerektiğinde İslâm’a muhalif davranışları sert şekilde eleştirmekten geri durmadılar.
Her birinin ayrı ayrı şehirlere yerleşmesi halife Hz. Ömer’in emri üzerine gerçekleşmişti. Çünkü Medine’ki Halife, insanların İslâm’ın nurundan istifade etmeleri için elini çabuk tutuyordu. Son derece hayırlı bir işte acele ediyordu. En doğrusunu yaptığının farkındaydı.
Bu güzide üç şahsiyet, bölgede yaşadıkları süre içerisinde büyük bir etki meydana getirdiler. Çevrelerinde kümelenmiş olan insanları özellikle cami ortamında Kur’ân’la tanıştırıp onun hayat bahşeden ilkelerini öğrenmelerine vesile oldular. Onlar bu çabalarıyla bölgede İslâm’ın ilk öğretmenleri olma payesini elde ettiler. Bu üç önemli isim bölgenin İslâm’la tanışmasında en büyük emeği veren kimseler olarak tarihe geçmiştir.
Halife Hz. Ömer aynı şekilde Irak diyarına da bazı sahabileri öğretmen olarak görevlendirdi. Bu yöne önemli iki ismi tayin etmişti. Bunlar Ammar b. Yasir ve Abdullah b. Mesud idi. İslâm’ın öğretilmesi gibi önemli bir ameliyeyi sadece bu iki isim yapmamış, bölgeye hicret eden çok sayıda sahabi kendisini İslâm’ın öğretmeni olarak bilmiş ve bulunduğu her ortamda İslâm’ın hakikatlerinin öğretilmesi yolunda çaba sarf etmiştir. Bu sahabiler için valilik gibi üst düzey görevlerde bulunan kimseler olabildiği gibi herhangi resmi bir vazifesi olmayan sahabiler de olmuştur. Onlar İslâm’ın öğretilmesi hususunda tabii olarak kendilerini öğretmen rolünde görmüşler, Resûlullah’tan elde ettikleri hikmeti insanlara ikram etmişlerdir.
Onların öğretmenliklerinden geriden gelen tek şey gelecek İslâm’a yeni girmiş nesillerin İslâm’ın ilke ve esaslarını öğrenmeleriydi. Bulundukları her ortamda Kur’ân’ı ve sünneti öğreten bu nesil kısa zamanda büyük toplulukların hidayetine vesile oldular. Bunların dizi dibinde tabiin diye bir nesil yetişti ve İslâm her geçen gün daha büyük coğrafyalara taşınmaya başlandı.
İnsanları Allah’ın dinine davet etmek, son dini insanlara öğretmek için Abdullah b. Mesud ve Ebu Derda gibi yüzlerce sahâbî fethedilen topraklara yerleşti. Doğup büyüdükleri memleketlerini bir daha geri dönmemek üzere terk ettiler. Çünkü davanın kalıcılığı ve insanların kalp ve zihin dünyasında yer etmesi için onlarla beraber olmak, birlikte yaşamak icab ediyordu. Bunun için aynı coğrafyayı paylaşmak gerekiyordu.
Onlar, yaşadıkları örnek yaşantılarıyla çevrelerindeki pek çok insanı derinden etkilediler. İslâm’ı hal diliyle öğretmenin ne denli etki edeceğini çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden onların hayatlarına şahit olan nice tabiin onlardan azami derecede etkilenmiştir. Çünkü bu güzide neslin üzerinde takva, zühd, vera ve güzel ahlak elbisesinden başka bir şey yoktu. Allah için yaşayıp Allah için ölmek en büyük arzularıydı. Bu öğretmenleri başarılı kılan en büyük özellikler bu hususlardı. Halife Hz. Ömer onları İslâm’ın öğretilmesi için tayin ederken “Sizler Muhammed’in (sav) örnek ashabısınız” demeyi de ihmal etmiyordu. Hal hareket ve davranışlarının son derece önemli olduğunun altını çiziyordu.
Resûlullah (sav) vefatından kısa bir süre sonra onbinlerce insanın son risaletten doya doya içmeleri için uzak coğrafyalara yerleşen sahabe nesli, vazifelerini en güzel şekilde icra edip tabiin gibi bir nesli yetiştirdiler. İlk Kur’ân neslinin yaptığı gibi, dünya döndükçe İslâm’ın daha nice öğretmenleri yeryüzünün dört bir yanına seferber olacak, İslâm, sair kıtaların en ücra köşelerine onların gayret ve çabaları neticesinde ulaşacaktır. Onlar gittikleri coğrafyalarda insanların kalplerine dokunacak ve Muhammedî hidayetin öğreticileri olmaktan şeref duyacaklardır.