Allah Teâlâ’nın âlemlere rahmet kıldığı son ve en seçkin Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)’e vahyettiği Kur’an-ı Kerim’e ilk muhatap olan Ashâb Nesli, fevkalâde özellikleri bulunan örnek bir topluluktur. “Ümmetimin en hayırlıları, benim yaşadığım çağda bulunanlardır” hadis-i şerifi de bu gerçeği ifade etmektedir. Şüphesiz onlar bu mertebeye, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) nazarlarına erişmek, teveccühlerine nail olmak ve sohbetlerinde yetişmek suretiyle erişebilmişlerdir. Kur’an-ı Kerim, bu kutlu ve örnek neslin sahip bulunduğu güzel vasıfları tablolar halinde sunarak bunları, sonraki nesillerin uyması gereken örnekler olarak takdim etmektedir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) sohbetleriyle yetişen ashabı-ı kiram sözleriyle, davranışlarıyla ve idealleriyle Peygamber Efendimiz’e(s.a.s) benzemeye çalışmışlardır. Efendimiz onlara inanma ruhunu aşılamış, her birini güçlü birer iman eri haline dönüştürmüş, İnandıkları dine hizmeti şiar edinmiş, inançlarındaki sağlamlık kadar bu inancın yayılmasında gösterdikleri çaba da dikkate şayan olmuştur.
Fetih suresi 29. ayet’te âlemlerin Rabbi, onlar hakkında şöyle buyurur.
“Muhammed, Allah’ın resulüdür. Onun beraberindeki mü’minler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrat’taki sıfatları olup, İncil’deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah, onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”
Bu evrensel din ve evrensel davanın şerefli davetçisi (s.a.s.) ve ilk temsilcileri sahabe efendilerimiz İslâm’ı dünyanın dört bir yanına taşırken, vazifelerinin şuurunda ve mesuliyetlerini de müdrik bulunuyorlardı. Bu hususta cepheden cepheye koşuyor, Allah yolunda cihâd ediyor, Cennet’e girmeye ve Cemâlullah’ı görmeye liyakatlerini ortaya koyuyorlardı. Gönül verdikleri dava uğrunda en az başkalarının yaşama arzusu kadar, Allah’a kavuşma iştiyakıyla yanıp tutuşuyorlardı.
Hicaz bölgesinde medfun bulunan sahabe son derece sınırlıyken cihad seferlerine katılmak, dinin tebliğini sağlamak, İslâm’ın öğretilmesine öncülük etmek gayesiyle pek çok sahabe Hindistan, Orta Asya, Anadolu, Afrika coğrafyalarına kadar uzanıp buralarda Hakk’a yürümüşlerdir. Dünyanın değişik coğrafyalarında rastladığımız sahabe kabirleri onların İslâm’ı yaymak uğruna rahat döşeklerini terk ettiklerini, kendi rahatlarını değil insanlığın kurtuluşunu hedeflediklerini göstermektedir.
Onları bu denli güçlü davet ruhuna büründüren temel unsur, Allah’ın rızasını ön planda tutmalarıydı. Allah’ın rızasını kazanmak uğruna her türlü zahmete göğüs germeyi bilmişlerdi. Allah’ın dininin yayılmasını sağlamak uğruna her türlü gayreti seferber etmişlerdi.
Onları dünyanın bir ucundan öbür ucuna seferber eden bir diğer hasletleri dünyevileşmemeleri, çıkar ilişkilerine bürünmemeleri, menfaat savaşına kalkışmamaları, benlik davası gütmemeleri, gündelik menfaat arzusuyla hareket etmemeleri idi. Allah’ın dinini yaymak uğruna ömürlerini adamışlar, evlerini barklarını bırakıp, dinin tebliğini merkeze alarak hayatlarını sürdürmeye çalışmışlar, öğrenmişler, öğrendikleri her hakikati bilfiil hayata tatbik etmişlerdi.
Onlar Allah’ın rızasını her şeyin üstünde görürken herhangi bir menfaat beklentisine koyulmamışlar, kimseden medet ummamışlar, koşturmalarının karşılığını sadece Allah’tan beklemişler, ahiret kaygısını gütmüşler, mahkeme-i kübrâya hazırlık yapmışlar, ilâhî ölçüler çerçevesinde yaşamışlar, gıpta edilecek niteliklere bürünmüşler, herkese örnek olmuşlar, tatlı sözleri, güzel ahlâkları, seçkin ilimleri, erdemli davranışları, sağlam karakterleri, ruh asaletleri, engin gönülleri ve hoş sohbetleri onları merkez insanlar konumuna getirmiş ve başarılı kılmıştır.
Ashabı-ı kiramın İslâm’a davet çabalarındaki bir diğer hasletleri taassup, benlik, ihtiras ve menfaat putlarını kırıp halkı kendilerine değil Hakk’a davet etmeleridir. Kendi gruplarını, hiziplerini ve beklentilerini değil, ümmet gerçeğini öncelemişlerdir. Küçük hesapların peşinde koşmayı değil, ulvi davaya hizmetçi olmayı hedeflemişlerdir.
İslâm’ı cihad faaliyetlerinde ashâb-ı kirâmın bir diğer temel hasleti, bu yola zoraki değil gönüllü koyulmalarıydı. Bir insana daha ulaşabilmek için uykularını kaçırmışlar, İslâm’ın daha gür sesle duyurulması için canla başla çalışmışlar, zulümleri engellemek ve kötülüklerin yayılmasını önlemek için gayretkeş olmuşlar, gönüllere girecek yol bulmak için heyecan duymuşlardı. Sorun olmayı değil problemleri çözmeyi hedeflemişler, yük olmayı değil başkalarının sırtındaki yükü hafifletmeyi şiar edinmişler güven unsuru haline gelmişlerdi.
Onları cihad aşkıyla dertli kılan temel unsur, bir kişinin hidayetine vesile olmanın dünyadan da dünyanın içindekilerden de daha hayırlı olduğu tarzındaki nebevî buyruktu. Onlar batılın karşısında Hakk’ın sesini duyurmak, dalâlet yollarını kapatıp hidayet yollarını açmak, kötülüğe fren olup iyiliğe hız vermek çabasında olmuşlardı. İmanın ne büyük nimet olduğunu yaşayarak göstermişler, iman nimetine tüm insanlığın nail olması için çabalamışlardı.
Ashâb-ı kirâmın cihad anlayışında İslâm herkes içindir ve İslâmî değerler herkesle paylaşılması gereken bir sistemdir. Çünkü İslâm fıtrat dinidir, insanlığın dünya ve âhiret mutluluğunu hedeflemektedir, iki dünyada da mutlu olmak bütün insanlığın hakkıdır. Ashâb-ı kirâm, tanışmakla müşerref oldukları İslâm’ı başkalarının da tanımasını insanlık hakkı olduğuna inanmışlardır.
Ashâb-ı kirâmın bir bütün halinde ve hayat boyu sürdürdükleri ana cihad eylemi iyiliği tavsiye ve kötülüğü tasfiye vazifesiydi. Dinin ve aklın doğru ve yararlı bulduklarını topluma anlatmak ve aşılamak, yanlış ve zararlı gördüklerinin ise önüne geçmek ve engellemek onların yegâne cehdi ve çabası olmuştu.
İslâm’ı insanlığa teblîğ ederken ashâb-ı kirâm, bu işi hiçbir çıkar ve karşılık beklemeden yapmış, kendilerini iyi bir model olarak sunmuş, önce yakın çevrelerinden işe başlamış, davet yolunda karşılaşılabilecek sıkıntılara göğüs germiş, fedakârlıklara katlanmış, toplumdan kopmamış, bilgiye dayalı ve bilinçlendirmeye yönelik bir metot izlemiş, çok yönlü ve herkese yönelik bir anlatım gerçekleştirmiş, kişileri değil, icraatları konuşmuş, dini bütüncül bir yaklaşımla sloganlaştırmadan anlatmış, tartışmalı konuları öne çıkarıp kafa karıştırmak yerine, evrensel ilkeleri öne çıkarmışlar, Kur’ân’ın tedricilik metodundan yararlanmışlardı.
Sahabe-i Kiramdan sadece birkaç örnek verecek olursak örneğin : Hz. Ömer şöyle diyor: “Eğer şu üç şey olmasaydı ölüp Allah Teâlâ’ya kavuşmayı arzu ederdim: Birincisi Allah için cihada çıkıp yolculuk yapmak; ikincisi secde ederek alnımı O’nun için toprağa koymak; üçüncüsü ise hurmanın güzelini seçtikleri gibi sözün güzelini de seçmeye çalışan bir kavim içerisinde bulunmaktır.”1
Uhud’da nice kadınlar ellerinde sargılar, bellerinde mataralar, yaralılara su vermek ve yaralarını sarmak için oraya gelmişlerdi. Ümmü Ümâre Nesibe (r.a), tarihin şerefle yâd edeceği büyük kadın. Beyini ve oğullarını göndermişti, onlar savaşacaklardı.
Bir an gelmişti ki, Tam bu esnada Allah Resûlü, üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek: “Bunlara karşı kim çıkacak?” deyince, Nesîbe (r) elindeki sargıları, belindeki matarayı atarak: “Ben Ya Resûlallah!” cevabını vermiş ve müdafaa hattında yerini almıştı. Artık şimdi o, bir dişi aslan gibi elindeki kılıçla sağa sola saldırıyor ve Resûlullah’a yaklaşanları uzaklaştırıyordu. Oraya sargı sarmak, yaralıları tedavi etmek için gelmişti ama iş başa düşünce âdeta aslan kesilmişti.
Sırtında, derin bir yara açılmış, kanlar içinde, Allah Resûlü ona şöyle buyuruyor: “Senin şu yaptığına kim takat getirebilir ki, kim dayanabilir ki?” Bu mübarek kadın Yemame’de bulunur ve orada bir kolunu kaybeder.2
Ebu Raşid el-Habrânî şöyle anlatıyor: Hz. Peygamberin süvarisi Mikdad b. Esved’i, Humus ’ta sarrafların tezgâhlarından birisinin üzerine otururken gördüm. İri vücutlu olduğu için yanları boşlukta kalmıştı. Savaşa gitmek istiyordu. Ona “Allah seni mazur kılmıştır” dedim. O da “Hayır “Tevbe suresi bize ruhsat vermiştir. Çünkü Allah Teâlâ “Hafif ve ağır olarak Allah Yolunda savaşa çıkın” diyor, Kaldı ki ben kendimi hâlâ hafif hissediyorum” dedi.3
Ebu Talha Tevbe suresini okudu. “Allah yolunda hafif ve ağır olarak savaşa katılınız” ayetine geldiğinde “Bu ayet genç de olsak, ihtiyar da olsak bize savaşa çıkmayı emretmektedir. Ey evlatlarım, hazırlık yapın” dedi. Çocukları ona “Allah sana merhamet etsin. Rasûlullah (s.a.s) vefat edinceye kadar onun yanında savaştın. Ebubekir (r.a) vefat edinceye kadar onun yanında savaştın. Hz. Ömer vefat edinceye kadar onun yanında savaştın. O halde bizi bırak da biz senin yerine savaşalım” dediler. Ebu Talha “Hayır! beni teçhiz ediniz!” dedi. Böylece deniz savaşına çıktı ve denizde vefat etti. Onu defnedecekleri bir ada bulamadılar. Ancak yedi gün sonra bir ada buldular ve orada (Kıbrıs adasında) defnettiler. Cesedi yedi gün kaldığı halde bozulmadı.4
Sahabe efendilerimizin Allah’a ve Resûlüne bağlılıkları, İslâm’a maddî ve manevî, malî ve şahsî yardımları akıllara durgunluk verecek derecededir. Ashab-ı Güzin, yeri gelince mal, yeri gelince de canlarını feda ederek cihadın her çeşidini en güzel şekilde ifa etmiş ve sonraki nesillere en güzel örnek olduklarını ispatlamışlardır.
Özetle ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’i sözleriyle ve eylemleriyle, halleriyle ve tavırlarıyla, duygularıyla ve düşünceleriyle, fert ve toplum olarak bir bütün halinde örnek almışlar, Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı teblîğ etme azmini ömürlerinin son anına kadar sürdürmüşler, İslâm’ın önündeki her türlü muhtemel engeli ortadan kaldırmanın çabasına bürünmüşlerdir. Onlar nefislerine yenilmemişler, nefislerini İslâm’ın hizmetine sunmuşlardır. Kendileri kadar ailelerini de kurtarmışlar, memleketleri kadar diğer coğrafyaları da yakından tanımışlar, yorulmak nedir bilmemişler, durmadan ve yılmadan İslâm’ın muzafferiyeti için çalışmışlardır. Onlar örnek nesildi, vasat ümmetti, Hakk’a dost ve şerre karşı güçtü. Ahlâkları ve erdemleriyle yaşayan Kur’ân olmuşlardı. İslâm’ın tebliği, insanlığı İslâm’a davet onların aslî görevleriydi.
Rabbim ruhlarını şâd eylesin, bizleri onlara lâyık halefler kılsın, bizleri de onlar gibi İslâm’ın sancaktarı eylesin, Sahabe’nin yaptığı gibi; mal ve candan fedakârlıkta bulunarak, Sahabe-i Kiramın arkasında yerimizi almaya ve Efendimiz’in (s.a.s.) “kardeşlerim” dediği kimselerden olmaya muvaffak kılsın.
Amin!
Kaynaklar
Kenz II/288 (İmam Ahmed, Zühd adlı kitabında, Said b. Mansur, İbn Ebi Şeybe ve başkalarından).
(İbn Hacer, 4:418)
Beyhaki, IX/21.
İstiab, I/550; İbn Sa’d, III/66; Beyhaki, IX/21; Hakim, III/353; Mecma, IX/321. Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/447
Ömer Aytaş