Düşünen, ders alan, üreten, paylaşan, etkileşim içinde olan insanoğlu, diğer varlıklardan üstün yaratılmıştır. Şüphesiz ki bunun bir amacı ve sonucu vardır. Kararlarımız, hareketlerimiz,bizi olduğumuz durumdan daha aşağı düşürebilir. “Hayvanlık yapma” uyarısı aslında buna işaret eder. Bitkiler hiçbir şey yapmadıkları durumda bile fayda sağlarlar ama Allah göstermesin, insan “bitkisel hayat”tatamamen edilgen bir durumdadır.
Hayatımızda farkında olmasak da bir imtihan silsilesi ile iç içeyiz. Kiminde başarı, kiminde yanılgı… Bu sınavlarda aile, kendimiz, yetiştiğimiz, içinde bulunduğumuz çevre ve diğer faktörler devreye girer.
Derinlik değil, yüzeysellik peşindeyiz
Geleneklerimizi, deneyimlerimizi, soyut birikimlerimizi nesilden nesle aktarırız. Yazılı ve sözlü kültür, burada en önemli araçlar arasındadır. Belirtmek lazım ki öykündüğümüz Batı toplumunda yazı kültürü mevcuttur ve bu durum hâlâ geçerliliğini korur.Batıda yaşayan akranlarımız dedelerinden kalma notları, kitapları okur, hayatlarına o deneyimlerin üstüne kurarlar. Biz ise net ve açık bir şekilde sözlü kültüre sahibiz. Bizden önce göreceli olsa da yazılan, kayıt tutulan bir arşiv olmadığından her şeyi tekrar ve tekrar tecrübe etmek zorunda kalırız. Çünkü okuma kültürü yerleşmemiştir, not alma alışkanlığımız yoktur, dahası sevmeyiz de. Hâl böyle olunca kısa yazılar, bol resimler bizim için rahatlıkla tüketilen içerikler kıvamındadır.
Savrulmak, zamanı gömmek ve internetle dönüşmek
İnternetin yaygınlaşması, akıllı telefon kullanıcılarının artması, tablet, dizüstü bilgisayar gibi ürünlerin daha ulaşılabilir olmasıyla tarifi zor bir dönüşüm yaşıyoruz. Genç nüfusu fazla olan ülkemizde milyonlarca genç;Facebook, Twitter, Youtube gibi sosyal paylaşım sitelerinde herhangi bir sınır gözetmeksizin içerik paylaşıyorlar, ayrıca diğer kullanıcılarla etkileşim içindeler. Sosyal medya, özellikle körpe beyinlerin, 18-25 yaş arasındaki gençlerin hayatında önemli bir yer tutuyor. Bu mecralarda çoğu zaman gerçekleri değil, öznel fikirler görüyoruz. İçten olmanın önemsiz hâle geldiği bu mecrada karşılaşılabilecek hakaretler, kişilik haklarına saldırılar ise ayrı bir sorun.
Yitip giden kültürümüz ve klavye temelli arkadaşlıklar
İnsanoğlu fıtratı gereği merak eder ve sorgular. Başkasının düşüncelerini sorgulamadan kabul etmek, kendisi olamamak gibi sorunlarla karşı karşıyayız. Bu süreci tetikleyen en önemli faktörlerin başında sosyal medya ortamları geliyor.Bu mecralarda müstear ismin arkasına saklanarak “fake (sahte)” bir özgüvenle,sözüm ona ifade özgürlüğü adı altında malayani paylaşımlar yapılıyor. Bilinçaltının derinliklerinde saklanan duygu ve düşünceleri alabildiğine iletiliyor, rahatlıkla ifade edilebiliyor. Bu mecralarda mahremiyet duygusunun kevgire döndüğünü de görüyoruz. Birbirlerini hiç tanımayan insanların bile “arkadaş”, “takipçi” oldukları bu ortamın ulvi duygularımızı köreltme gibi olumsuz tesirleri de bulunuyor.Atalarımız “Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” demişler. Bu sanal ortamda kim kimin arkadaşı, kim kimi nasıl değerlendirebilir? Kabul edelim ya da etmeyelim, büyük ve derin bir yozlaşmanın eşiğindeyiz, hatta içindeyiz. Gerçek amacımızdan ne kadar uzaklaştık, ne denli özümüzden ayrıldık? Bu ve buna benzer sorular gerçeği kabul anlamamızı kolaylaştırabilir.
Kullanmak veya esir olmak
İnterneti, teknolojiyi veya sosyal medyayı tamamen hayatımızdan çıkartalım, kullanmayalım gibi bir düşünceyi savunduğumuz zannedilmesin. Hayatı kolaylaştıran, faydalı olan her şeyi tabii ki kullanacağız, yaşadığımız dijital çağın gereklilikleri de buna müsaade etmez zaten. Dikkat çekmeye çalıştığımız konu, sosyal paylaşım ağlarına fazla ilgi gösteren ve internette çok vakit geçiren gençlerimizin kültürel yozlaşmasıdır. Durum öyle bir hâle gelmiştir ki, kültürel yozlaşmanın yanında dil yozlaşması da yaşanmaktadır. Rastgele, öylesine,sırf yazmak için bir şeyler paylaşanların çoğunlukla dilbilgisi kurallarına uymadığına da şahit oluyoruz. Aile içi iletişim bozukluklarının sadece nesil farkı ile açıklanması ne kadar rasyonel? Kültürel ve dil yozlaşmasının bahse konu iletişim sorununu ne kadar hızlandırdığı ortada değil mi?
Bakkalda “Selamün Aleyküm”, AVM’de “Selam”
Girdiği kaba uyum sağlayan bir yapıya sahip insanoğlu, günlük olarak saatlerini geçirdiği sosyal medya mecralarında kontrolsüz etkileşim sayesinde başka bir kişiliğe bürünme tehlikesiyle yüzleşiyor. Sağlam bir zeminde inşa edilmeyen kişilikler; kendinden, değerlerinden utanma, soğuma gibi tehlikelerle karşı karşıyalar. Uzun dönemde bu etkilerin, özellikle genç nesilde travmaya neden olması, kişilikleri dönüştürmesi ayrı bir yazının konusu olup sakıncalı durum.Bunu, bakkala girerken “SelamünAleyküm”, AVM’de “Selam” diyenleri gördükçe daha iyi müşahede etmek mümkün.
İnandığın gibi yaşamak veya yaşadığın gibi inanmak
Ne dinleyeceğimiz, ne giyeceğimiz, neye, nasıl tepki vereceğimize kadar derin tesirleri olan etkileşimlerle her şeyin hızlı yaşanmaya başlanmasına, çabucak tüketilmesine, dinginliğin, kendini dinlemenin, tefekkürün kaybolmasına ne demeli? Hızlıca yazmak, meseleleri ölçüp tartamamak, portakalın kabuğunda kalmak değil mi?Zamanın mezarcısı olmak bize ne verebilir? Oysa her konuda uygulayabileceğimiz genel geçer bir düsturumuz var; ifrat ve tefritten kaçınmak…
Bizzat kurucusu “Çok vakit harcamayın, faydalı işler yapın” derken biz neyin peşindeyiz?
Her düşünceyi 140 kelime ile ifade etmek, kısaltmak,sohbetten tat almamızı da engelliyor. İnsanların Twitter başında saatler geçirmelerinin “sağlıksız” olduğunu söyleyen Twitter‘ın kurucusu Biz Stone, kullanıcılara, “Tweet atarak çok vakit harcamayın.” tavsiyesinde bulunuyor ve insanları daha faydalı işler yapmaya davet ediyor. Bu önerinin Twitter kullanımında Avrupa’da birinci, dünyada ikinci olan ülkemiz için ayrı bir önemi olduğu muhakkak.
Manevi ve bedeni marazlar, dijital açmazlar…
Telefonumuz çalmıyor, titremiyor ama her 30 saniyede bir kontrol etme ihtiyacı hissediyoruz. Sadece bu bağlılıkla kalsak iyi, başka açmazlarımız da var. Yüz yüze konuşurken hassas olan bizler, klavyeli iletişimde kuralların farklı işlediğini düşünüyor olmalıyız.Oysa bilgisayar başındayken de karşılıklı oturuyorken de gıybet, küfür, kul hakkı gibi kavramlar aynı, kuralları esnetmek haddimiz mi? Bunlar, manevi marazlar. Bir de bedeni marazlar var,yeni duymaya başladığımız rahatsızlık türleri. Sosyal medya bağımlılığı, fare, klavye hastalığı, Google takibi, ego sörfü, blogifşacılığı, Youtube narsisizmi gibi.
Televizyon karşısında uyuşan beyinlerimiz, yeni tehditlerle karşı karşıya. Ezcümle, her işimiz hızlı, kısa ve yavan… Yabancı girmesin diye kapısını kilitlediğimiz evlerimizde televizyonlarını saatlerce açık tutmamız ve dizi bombardımanına maruz kalarak yabancıları evimizde gönüllü ağırlama çelişkisini atlamadan sosyal medya bağımlılığına takıldık. “Ma’lumui’lam gerekmez.” derler ama biz de öğrenmeler tekrara bağlıdır diyelim. Yeniden özümüze döneceğimiz günlerin gelmesi dileğiyle…
Yusuf Uçar