“Cenneti, bulmak için yitirmek gerekiyordu.”
Kimi kitaplar ilk sözleriyle meşhurdur. Tarihte edebi anlamda telif edilen eserlerin birçoğunda bu husus bilindiğinden ilk cümleye ehemmiyet verilmiştir. Aslında bu durum kitabın ruhunu ve gayesini ifade etmesi bakımından da önem arz ediyor.
Sezai Karakoç’un eserine başladığı “Adem’le Havva’nın cennette öncesiz sonrasızmışçasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız Batının soluğu bize gelmeden önce.” Cümlesi de verdiği eserin değerini ve iletmek istediği mesajı bir nebze olsun anlamamızı sağlıyor.
Müellif ortaya salt bir edebiyat koyma derdinin hamallığını yapmanın ötesinde bir insanlık tarihi dersi verir; bir medeniyetin “olma-varlığa erme” yolunda yaşadıklarını aktarır. Bu şuurla medeniyetin uygarlık yolunda kat ettiği merhaleleri bir bir gözler önüne serer. Eseri eser kılan, onu ölümsüzleştiren ve nesillerin bir el kitabına dönüştüren de yazarın hamallığını yaptığı bu dert ve bilinçtir.
Her şey zıddıyla kâimdir, derler. Sevinç, acıyla yoğrulan bir kalbin ardından gelen sekînettir. Deniz, çöller vâr olduğu için değerlidir. Cennet, sonlu bir hayatın ardından bahşedilen sonsuzluktur. Sonlu bir varlık olarak dünyaya gönderilmeseydi insan, ebediliğin (cennetin) içerisinde sonsuzluğu tadabilir miydi? Mutluluğu tatmak için çeşitli imtihanlar yaşadığı dünyaya gönderilir miydi?
Yitik Cennet adlı kitap, bu söylemleri destekleyen, bu sorulara cevap veren bir kitaptır. Sezai Karakoç, diğer kitaplarında da olduğu gibi “diriliş” söylemleriyle okuyucuya bir ruh aşılamakta, insanlığı yitirdiği Cenneti bulmaya, yaşamaya teşvik etmektedir.
Hz. Âdem ile başlayan insanlık serüveni, onun cennetten uzaklaştırılması ile bu serüvene dünyada devam etmeye başlamıştır. Bu bir ‘düşüş’ gibi görünse de dirilişin anahtarıdır. Âdem’in, özüne (toprağa) dönmesidir. Yazar bu dönüşü, suç işleyen çocuğun annesinin kucağına atılması olarak betimlemekte, insanın toprağa dönüşte maddeye dalıp ruhunu unutması, dirilişe yönelmemesi sonucunda cennetten toprağa fırlatılmaktan daha çetin bir yere (esfel-i sâfilîn) gönderileceğine vurgu yapmaktadır.
İnsan, düşünce daha iyi kalkar ayağa. Âdem’in cennetini kaybetmekle imtihan edilmesi kendini yenilemesi içindi. “Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme bulma arzusunu uyandırır. Gurbette söylenir sıla şarkısı.” (Syf. 26)
Kişi bazen ilerleyemiyorsa biraz geri dönüp bir kuvvet biriktirmelidir. Dünya hayatı adeta yeniden diriliş meydanıdır.
Medeniyetler de böyledir… Çöküş evrelerinde özlerindeki değerlere dönerler; bu özle hayata yeniden fışkırırlar. Yeni bir soluk gelir hayat damarlarına. Bu şekilde düşündüğümüzde söz ettiğimiz mana, uygarlıkların medeniyet seyrine bir atıftır aslında.
Cennette her şey mükemmel iken zayıflıkla ve dünya hayatıyla tanışması da bir medeniyet tasavvurunu andırır bize okuduklarımız. Medeniyetler başka medeniyetlerle karşılaştıklarında bir bağışıklık kazanmış olurlar. Belki de kendini fark etmenin yolu yordamı kendinden başkasıyla tanışmaktır.
Hz. Âdem, rûhî dirilişi başaran ilk insandır ve hikâyenin başlangıcıdır. “Hata yapmak fırsatını Âdem’e veren sendin” diyen şâir ne kadar da haklıdır. Hatalar, zorluklar Âdem sıfatıdır ve tövbe, diriliş de bu sıfatların birer izdüşümüdür. Âdem’i Âdem, Cenneti Cennet yapan da bir hatadan sonra atılan yerde, özlemle ruhunu yüceltmektir. Ve bir de Havva… Yazar, Havva’dan; “Âdem’in kendine penceresi, duyurduğu kendi varlığıyla Âdem’e varlığını hissettiren, metnin (Âdem’in) anlaşılmasını sağlayan bir dipnot” olarak bahsetmektedir. İkisinin anlamını birbirine bağlamakta, Havva’yı kuru bir iğfalden çıkarıp kayaların arasından çıkan bir pınara, göğü delip toprağa düşen yağmura benzetmektedir. “Kadın, erkek için hayatla ölüm arasına gerili bir kemandır âdeta.” sözüyle yazar, Havva’ya dair tüm ayartıcı sözlerin önünü kapatmakta, ona bir armonika ritmi vermektedir.
Şeytan, yılan, yasak yemiş ve toprak… Hepsi birer motif ve aşamadır bu kutlu diriliş serüveninde ve her birinin ayrı bir manası derinlerde yerleştirilmiştir.
Âdem, toprağın ardındaki dirilişi görmüş, yitirdiği Cenneti kendinde, kalbinde bulmuştur. Dünya, Cennet ile neredeyse aynıyken kendilerine en ‘yabancı unsur, zaman’la karşılaşmışlardır. Bu unsur Hz. Nûh ve tufanından sonra daha da belirginleşmeye başlamıştır.
“Ruhumuz, kaderden ve tarihten yansıyanı, yaşaya yaşaya, kurallaştırmıştır.” (syf 43) Bir kişinin psikolojisi diğer insanların psikolojisine de sirayet etmiştir. Âdem’in yeryüzüne gönderilmesi insanın rüşdüne, hissettiği çıplaklığı örtme ihtiyacı ise insanın bülûğa erdiğindeki hicabına denk gelmektedir. Aynı şekilde tufan, bir ailenin çocuk sahibi olmasıyla yaşadığı bunalımı yansıtmaktadır. Çocuk bedenen kazanılmıştır fakat ruhen bir kazanç sağlanılacak mı ve bu kazanç daimî olacak mı gibi stres tufanına kapılıp dururlar ebeveynler.
Yazar, tufanı betimlemekte ve kurtuluş gemisini inanmış kişiler için birer rahmet, diriliş, umut olarak telkin etmektedir. Nitekim:
“Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir Nûh’un gemisi vardır. İnananlar ona sığınırlar ve onu felâketlerin yatıştığı veya erişemediği, trajik çizgilerin durgunlaştığı bir yere ulaştırabilirse, kurtuluş yeniden başlayacak demektir.” sözleri bu çıkarımı desteklemektedir.
Toprak, su, sonrasında ateş ve İbrâhim… Nemrud’un ateşi nefse, İbrahim ise ruha benzetilerek nefsin azgın ateşine kapılmayan ruh yüceltilmekte, dirilişi temsil etmektedir. İbrâhimî dirilişe bir de İsmail eklenmektedir. İnsanın, bir evlattan daha sevgili olan nefsini Allah’ın yolunda kurban etmeye, bu hakiki dirilişi gerçekleştirmeye ihtiyacı olduğunu bilmesi gerekir.
Yazar, cennetin sekiz kapısına ithafen sekiz peygamberden bahsetmektedir: Âdem, Nûh, İbrâhim, Yûsuf, Mûsâ, Süleyman, Yahyâ ve Îsâ. Âdem insanlığın yaratılışı; Nûh, bu yaratılışın aslına çevrilişi; İbrâhim, inanmışlar milletinin kuruluşu; Yûsuf, devletin kurulması; Mûsâ, toplumun dirilişi; Süleyman, Yûsuf’un attığı tohumla devletin ideal düzene erişi; Yahyâ, karanlıklara inat hakkı haykırış, şehadet; Îsâ, bir ışık, bir mum tüm yanılgılara.
Yine Hazreti Âdem O’nun hakikatinden bir tecelliydi ve Hazreti Nûh’un gemisi O’na işaret etti. Hazreti İbrahim O’nun Millet’ini kurdu, O’nun adına putları kırdı. Hazreti Yusuf’un yönetim tarzı da ondan nişaneler taşıyordu. Hazreti Musa ve sair peygamberler hep O’nun kuracağı toplumun bir muştusu oldular. Her peygamber O’nun bir cephesiydi. Bütün cepheler O’nda bütünlendi. Bu yüzden “din O’nda tamam oldu.” (Sayfa- 131)
Yazar, en son Hz. Muhammed’den (sav) bahseder fakat Hz. Peygamberi (sav) Cennetin bir kapısı değil de Cennetin ta kendisi olarak nitelemektedir. Hatta ‘yeniden bulunmuş cennet’… Her peygamberi bir cephe, tüm cepheleri de O’nda tamamlanmış bir düzen olarak görmekte, asıl kurtuluş gemisinin Nûh’un gemisinden de öte, O’nun getirdiği İslâm olarak tanımlamaktadır. O’nun kurduğu uygarlık yitirilen ama tekrar bulunan Cennet olmuştur. Ve Cennet bu uygarlık üzerinden özüne doğru devam etmektedir.
Her peygamberin hikayesi son peygamberin siretinde vücud bulmuştur artık. Her bir sahabe eski peygamberlerden birine atıftır bir manada. Hazreti Ebûbekir Hazreti İbrâhim’de, Hazreti Ömer Hazreti Mûsâ’da, Hazreti Osman Hazreti Zekeriya Peygamberde ve Hazreti Ali Hazreti Îsâ’da karşılık bulur. Böyle bir ruhla medeniyet tekrar tarihten gelen ilahi özlerinin hepsine erişmiş oluyordu. Bu ruhla İslâm, en büyük devrim oluyordu; devrimden öte bir devrim, ötesinde başka bir devrimin olmadığı bir devrim. Bütün insanlığa kurtuluş reçetesi yeniden bulunmuş cennet muştusu peygamber. Ondan sonra gelen bütün insanlık da yine onun eserini anlatmaktadır. Aşıkların, velilerin ve önder şahsiyetlerin mırıldandığı, bulduğu aşk onun hakikat uygarlığının birer yansımasıydı, bir katresiydi ancak. Çağların seyrine şekil veren büyük bir medeniyeti, toplumları yeniden kuracak toplumu kurdu. Bütün yük onun omuzlarındaydı.
Bütün medeniyetlerin ölçüsünü aldığı bir toplum kurdu. Kimilerinin ütopya olarak tabir edeceği ama aslıyla gerçeğin ve hakikatin tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildiği; çağını kuran, yaşatan ve geliştiren; sonraki çağlara numune hükmü taşıyan bir nesli miras bıraktı.
Yazar, Cennetten kovulmanın yaşattığı acı ve Batı’nın etkisiyle değişen benliklerimizin acısını bir görmektedir. Bölüm sonlarında olayları Medeniyetlerin yaşamlarıyla bağdaştırarak yorumlaması da okuyucu tarafından dikkat çekmektedir. Yazara göre peygamber hayatı, medeniyetin aslıdır. Medeniyet, bu hayatların çözümlemesinden meydana gelmiştir. Bu hayatlarla ruh kazanmış ve yine bu hayatlarla ruh kazanacaktır, dirilecektir.
Son olarak, Âdemin yeryüzüne gönderilmesiyle yitirilen cennet, insanın kalbine, hayatına, hukukuna, sosyal ilişkilerine İslâm ile yeniden bahşedilmiştir. Cennet, O’nu arayanların ve O’nu yaşamak için gören göze ihtiyaç duymayanlarındır. Ve asıl mevzû, yazarın şu sözleriyle kemâle ermektedir:
“Bir Cennet bağışlanmıştır insana. Ve Cennetinin bekçiliğini, koruyuculuğunu yapma onurundan da mahrum edilmemiştir insanoğlu. Ne büyük onurdur bu.”