İnsanı yaratan Allah (cc) tarihin hiçbir döneminde insanı başıboş bırakmamıştır. Dünyada nasıl huzur ve güven içinde yaşayıp, ahirette nasıl saadete erebileceğini öğretmek için 104 ilahi kitap göndermiş. Bu ilahi kural ve prensipleri insanlara öğretmeleri ve onlara rehberlik yapmaları için de 124000 peygamber göndermiştir. Tüm peygamberler için vacip olan sıdk, emanet, tebliğ, fetanet ve ismet vasıflarının toplamı, eşittir adalet demektir.
Adalet; her şeyi layık olduğu yere koymak, doğru hüküm vermek haksızlıktan sakınmaktır. Adaletin zıddı zulüm, haksızlık, adam kayırmak gibi kötü davranışlardır. Âdem (as) den son Peygamber Muhammed (s.a.S)’e kadar gelen bütün peygamberler hak ve adalet anlayışını insanlara tebliğ edip yeryüzünde de ikame etmek için gönderilmişlerdir.
Asırlardır her Cuma hutbesinde özellikle okunan ayeti kerime çok çarpıcı bir şekilde adalete vurgu yapar. “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.“ (Nahl, 90)
Adalet, İslâm’ın çok önem verdiği konulardan birisidir. Adalet, “Hakkı teslim etmek ve kim olursa olsun eşit muamelede bulunmak” manasına gelir. Resulullah (s.a.s) buna çok dikkatimizi çeker ve “suçu işleyen kızım Fatıma bile olsa cezasını veririm” buyurmuştur.
Yeryüzünde insanlık; İslam hâkimiyetinde olduğu ve ilahi adalete uyulduğu sürece insanlar arasında huzur, barış ve sevgi hâkim olmuştur. İlahi adalet ölçüleri çiğnenip Allah’ın (cc) şeriatına uyulmadığı dönemlerde ise zulüm, kan, gözyaşı ve haksızlık hâkim olmuştur.
İslam, hak ve adalet anlayışı üzerinde yükselen bir dindir. İslam dininde adalet denince din, dil, ırk, cinsiyet ve ülke farkı gözetmeden insanlara, insan olarak yaratıldıkları için eşit davranmak anlaşılır. Allah’ın insana doğuştan verdiği can, mal, akıl, namus ve din gibi insanın doğuştan hakkı olan ve insanlık için hayati önem arz eden tüm hakları korumak akla gelir.
Adalet, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti kerimeyle üzerinde durduğu en önemli konulardan biridir. Adalet, bütün kötülüklerin ve haksızlıkların en önemli ilacıdır. Kur’an ve Sünnet adalet ilkeleriyle doludur. İşte birkaç örnek:
“Ey iman edenler! Kendinizi ana babanız ve yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak, adaleti titizlikle ayakta tutan kişiler olun (menfaatiniz ve yakınlarınızın hatırı için doğruluktan ayrılıp yalancı şahitliği yapmayınız. Zira Allah’ın belası ve laneti yalancılar üzerinedir.” (Nisa, 135) “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kin ve nefretiniz sizi asla onlara karşı adaletsizliğe sevk etmesin.” (Maide, 8) “Allah size mutlaka emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58)
Resulullah (s.a.s) hadis-i şerifinde: “Adaletli olanların Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklarını haber verir ve onları “hükümlerinde, aileleri ve idareleri altında bulunanlar hakkında adaletli olanlar” şeklinde tekrar detaylandırır.” (Müslim, İmâra, 18)
Adalet bütün güzelliklerin ve faziletlerin kaynağıdır. Adalet gözetilirken duygusal davranılmamalı, merhamet duygusu adaletsizliği getirmemeli. Kendi eş, dost akraba aleyhine dahi olsa, adil bir şekilde hüküm verilmelidir. Resulullah (s.a.s) adaletin herkes için olduğunu, adaletsiz bir idare ve devletin, uzun sürmeyeceğini şu örnekle tüm insanlığa göstermiştir.
Mahzumoğullarının eşraf takımından bir kadın hırsızlık yapmıştı. Sahabeler kendi aralarında kadının affı veya cezasının hafifletilmesini konuştular. Ancak kimse bunu Resulullah (s.a.s) gidip arz etmeye cesaret edememişti. Sonunda Usame bin Zeyd (ra) i ikna edip aracı olarak gönderdiler. Usame durumu Peygamberimize söyleyince Peygamberimizin yüzü renkten renge girmiş ve şöyle buyurmuştu: “Ey Usame, sizden evvelkilerin helak olmalarının sebebi, zengin ve soylu birisi hırsızlık yaptığında, bir suç işlediğinde onu bırakırlar, zayıf ve gariban birisi suç işlediğinde ise ona ceza verirlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma da suç işlese aynı cezayı verirdim.”
İşte İslam devleti, bu vb. prensipler ve bu ruhla vücut bulmuş ve asırlar boyu aynı prensiplerle varlığını devam ettirmiştir. Böylece İslam kısa zamanda kıtalar fethetmiş ve bu adalet anlayışıyla insanlar akın akın İslam’a gelip hidayet şerefine ermişlerdi.
İslam’da adalet, hayatın her alanında gösterilmelidir. Savaşta adalet, barışta adalet. Gelir dağılımında ve nimetlerin paylaşımında adalet. Ölçü ve tartıda adalet. Şahitlik ve söz söylemede adalet. Çalışmada, işçi haklarında, kazanmada harcamada adalet. Çocuklar arasındaki sevgi ve mal paylaşımında adalet. Eşler arası ve eşimize muamelede adalet. Akrabalarımıza, komşularımıza karşı adalet. Kısaca her zaman her yerde adalet.
Hatta İslam ibadette dahi adaleti tavsiye eder. Nefsimizin ve bedenimizin bizde hakkı olduğunu beyan eder. Öyle ki sadece insanlar değil, hayvanlara muamelemizde dahi adaleti emreder. Hülasa adalet, kâinatın düzeni, bir devletin bekası, ailenin ve toplumun huzuru, dünyanın saadeti, müminlerin ise; dünyada huzur ve izzeti, ahirette saadet ve mutluluğudur.
Her Zaman Her Yerde Herkese Adalet
Kur’an ve Sünnetin adaletle ilgili nice naslarından anlıyoruz ki, İslam’ın istediği adalet, sadece yargı görevi yapan hâkimlerin adaleti ile sınırlı değildir. Konumu, makamı ne olursa olsun her Müslüman, hayatının her safhasında adil olmalıdır. Hangi seviyede olursa olsun yetkisini kullanırken de adaletten ayrılmamalıdır.
Özellikle adaletli idareciler, her vesileyle övülmüş ve müjdelenmişlerdir. Bilindiği üzere, Resulullah (s.a.s) bir hadisinde: “Hiçbir gölgenin olmadığı mahşer gününde arşın gölgesinde gölgelenip mahşerin hararet ve dehşetinden selamette olacak yedi sınıf insanı sayar. Bunların birinci sırasına da adaletli idarecileri koyar. (Buhârî, Cemâat, 8; Zekât, 15; Muhâribîn, 4)
Her zaman ve her yerde ama özellikle yönetimde adaletin ne kadar önemli olduğu öteden beri vurgulanmış, kültürümüzde yer almıştır. Hz. Ömer’e (ra) nispet edilen “Adalet mülkün temelidir” özdeyişi, dillere destan olmuştur. Buradaki mülk, yönetim, devlet idaresi demektir. Nitekim bu kökten türeyen “melik” kelimesi, “mutlak otorite sahibi” anlamında Allah’ın güzel isimlerindendir.
İslami olsun, olmasın bir devletin ömrünün; orduları, silahları vs. güçlerinden ziyade adaletiyle orantılı olduğuna şu şekilde vurgu yapılmıştır. “Kâfir devlet adaletli olursa uzun süre yaşar. Ama zalim devlet Müslüman da olsa uzun süre yaşamaz” Burada zalim Müslüman devletten maksat, idarecileri zalim Müslümanlardan oluşan devlettir. Yoksa İslam şeriatı zulümden beridir. Zira İslam’ın kendisinden, adalet dışında bir şey elbette sadır olmaz.
Dolayısıyla devlet yönetiminde görev alanların, adalet konusunda çok daha hassas olmaları gerekir. İslam hukukunda bütün devlet yetkilileri yetki ve görevlerini aslında halktan almaktadırlar. Dolayısıyla devlet yetkililerinin halk ile ilgili olarak verecekleri her karar, yapacakları her uygulama maslahata yani Müslümanların ve halkın genel menfaatine uygun olmalıdır.
İslam devlet yetkililerinin halk üzerindeki konumu ve yetkisi yetimin velisinin, yetim üzerindeki yetkisine benzetilmiştir. İnsan kendisi ve malı üzerinde yetki kullanırken helal dairesinde kalmak şartıyla serbest hareket etme hakkına sahiptir. Ama yetimin malı üzerinde velisi herhangi bir tasarrufta bulunacaksa bu derece serbest hareket etme hakkına sahip değildir. O, yetimin menfaatine en uygun seçeneği uygulamak zorundadır. Kendisine tanınan velilik yetkisini kullanırken buna dikkat etmelidir.
Devlet veya halk adına yetki ve inisiyatif kullananlar da böyledir. Halkın menfaatine olmayan hiçbir yetkiyi kullanamazlar. Ayrıca bir konuda, halkın menfaatine olan birkaç seçenek varsa bunlardan da en iyisini tercih etmek durumundadırlar. Bunu imam Şâfiî (rh.a) şöyle ifade etmiştir. “İmamın/idarecinin halk üzerindeki konumu, velinin yetim üzerindeki konumu ile aynıdır”
Kaldı ki adaletli olma zorunluluğu sadece devlet veya kamu adına kullanılan yetkilerle sınırlı değildir. Aile içi adalet, özellikle çocuklar arasında ayrım yapmamak Peygamber Efendimiz’in özenle üzerinde durduğu bir konudur. O, “Çocuklarınız arasında âdil olunuz” buyurur. Beşir bin Sa’d (ra), eşi Amre’nin talebi üzerine oğlu Numan’a bir şeyler hibe eder. Yine eşinin isteği ile Hz. Peygamber (s.a.s)’e gider ve onun bu işte şahit olmasını ister. Resulullah (s.a.s) önce Beşir’e bütün çocuklarına böyle hibede bulunup bulunmadığını sorar. “Hayır” cevabını alınca da bu haksız olaya şahit olmayı reddeder. Bazı rivayetlerde ayrıca “Beni zulme şahit tutma” veya “Ben zulme şahitlik etmem” buyurduğu da yer alır. (Buhârî, Hibe, 11, 12; Şehâdât, 9; Müslim, Hibât, 9-19)
Adalet kelimesinin fıkıh ve hadis terimi olarak kullanılışı da anlatılan bu manalara uzak değildir. Kelimenin belirgin vasfı, haksızlık yapmamak, güvenilir olmaktır. Fakat burada sadece insanlara karşı değil, Allah’a karşı haksızlık da adaleti zedeleyici kabul edilmiştir.
Fıkıhta adalet konusu bilhassa devlet başkanı/halife/imam, hâkim/kadı, şahit konularında genişçe ele alınır. Bu üçünün de adaletli olması istenir. Kendisine birçok hukuki yetki tanınan veli de adaletli olmalıdır. Adalet vasfını kaybeden velinin yetkileri tartışmalıdır. Böyle bir veli kan bağı ile öncelikle velilik hakkına sahip olsa bile bu hakka bağlı yetkileri kullanamaz ve velilik hakkı, normal sıra itibariyle ondan sonrakine ait olur.
Hadisçiler, ravi’nin adalet sahibi olması üzerinde titizlikle dururlar. Fakihler bir fakihin fıkhına, bir şahidin şahitliğine itibar için adaleti ilk ve olmazsa olmaz şart olarak kabul etmişlerdir. Kaldı ki İslam, her ilimde de meslekte de meşrepte de hep adaleti ön planda tutmuştur.
İmam Ebû Yusuf (rh.a), bir şahsın adalet sahibi sayılmasının ölçüsünü şöyle belirtmiştir: “Büyük günah işlemez. Küçük günahta ısrar etmez. Kusurları örtmesi, açığa vurmasından, doğrusu yanlışından daha fazla olur. Dürüstlük ve şahsiyeti (mürûet) zahirdir. Hem dindarlığından, hem de şahsiyetinden dolayı doğruyu konuşur, yalandan kaçınır.” (Feth-ul kadir, Kahire 1319, VI, 490. Ayrıca bk. Zeyleî, Tebyîn-ül hakâik, Kahire 1314, IV, 225-226.)
İslâm’da Bazı Adalet Örnekleri
Tarih boyu adaletin en güzel örneğini Müslümanlar vermişlerdir. Çünkü İslamiyet’in adalet mefhûmuna kattığı mânâ, bütün tasavvurların üstündedir. Resulullah (s.a.s)’in getirdiği vahiy sayesinde bu üstün terbiye ile yetişen Hazret-i Ömer (ra) kendini şerefli görerek, başkasını hiçe sayıp hakarette bulunan kimseyi asla affetmemiştir. Nitekim Ömer (ra) adeta adaletle özdeşleşmiştir. Tüm sahabeler (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) adalet timsalidir. Onları örnek alan tüm idareciler de öyledir. Ancak yine de adalet denince ister istemez akla, Ömer (ra) gelir.
Buna en güzel örnek: Kisrâ ve Kayser’in devletini yıkan, saltanatını alt üst eden Mısır fâtihi Amr bin As’ın oğlu, babasının mevkiine dayanarak haksız yere bir Kıpti’yi dövüp tokatlamıştı. Durumdan haberdar edilen Hazret-i Ömer’in (ra) bu çirkin olay karşısında rengi değişmiş, kısas yapılması için Amr’e emir vermiş ve şu cümleleri de ilâve etmişti: “Ey Amr! Analarından hür olarak doğan insanları ne vakit köle ettiniz?”
İslam ordusunun başkumandanı Ebu Ubeyd’e bin Cerrah, (ra) Rum Kayseri Herakliyus’un ordularını mağlup edip zafer kazandı. Sonra fethettiği her şehirde Rumlara, Halife Hazret-i Ömer’in emirlerini ilan edip bildirirdi. Humus şehrini alınca da buyurdu ki:
“Ey Rumlar! Allah teâlânın yardımı ile ve Halifemiz Ömer’in emrine uyarak bu şehri de aldık. Ancak hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibadetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslamiyet’in adaleti, aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi sizi de koruyacağız. Yalnız siz de bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve öşür aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.”
Bunun üzerine Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beyt-ül mal emini Habib bin Müslim’e teslim ettiler. Herakliyus’un, bütün Hristiyan ülkelerinden asker toplayarak Antakya’ya hücuma hazırlandığı haberi alınınca Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Bunun üzerine Ebu Ubeyd’e (ra) memurların şehirde şöyle bir ilanda bulunmalarını emretti:
“Ey Hristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, Halifeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile gaza edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beyt-ül-mala gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır.”
Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hristiyanlar Müslümanların bu adaletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve Müslüman oldu. Kendi arzuları ile Rum ordularına karşı İslam ordusunda askerlik yaptılar. Gereğinde Rumlar aleyhine casusluk yaptılar.
İslam devletlerinin meydana gelmesi ve İslam’ın kıtalar ötesine yayılması, savaşlardan ziyade, İslam’ın adaleti ve hoşgörüsü sayesinde olmuştur. Bu devletleri ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, öncelikle iman, sonra da İslam adaleti, eşitlik, iyilik, doğruluk ve fedakârlık meziyetleriydi.
Son bir iki asırdır, medyanın da gücüyle en üst perdeden “adalet” “insan hakları” “özgürlük” “eşitlik” vb. konuların sadece edebiyatını yapan batı, insanlığı ne verdi? Ne verebilir? Savaş, katliam, işgal, sömürü, talan, kan, ölüm, gözyaşı, feryat, figan vs…
Şimdi insan tüm bunları görmezden gelip, yok sayıp kendi nakıs ve kasır aklıyla Allah’ın (cc) işine karışır, hükümranlığına kafa tutar ve Allah’ın (cc) koyduğu kaide ve kurallar yerine kendisi bir takım kaideler koyarsa, bunun sonucu çağdaş cahiliyeden başka bir şey olmaz. İşte dünyanın geldiği nokta budur. Kılavuzu karga olanın…
Not: Hasan en-Nedvi’nin, “Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti” kitabını okuyun, okutun, tavsiye edin. Selam… Dua…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?