Mayınlı bir arazide yürüyoruz. Yoldaki levhalara dikkat etmeksizin pervasızca ve hızla ilerliyoruz üstelik. “Yolumuz meşakkatlidir, ayağını seven gelmesin.” diye tok bir ses anons veriyor sefer ehline. Ardından içlerinden bir grup bananeci kavim beliriyor. “Bunlar, ayağını sevenler derneği” diyor yolculardan biri.

Bir tarafta dillerinde tekbirler ve kalplerinde şahadet aşkı ile yiğit, gözü pek dava erleri, bir tarafta ise “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” kavlinin sahipleri…
Bir tarafta kendi ışığıyla başkalarını da aydınlığa taşıma gayreti içinde olan hak yol neferleri, bir tarafta içindeki aydınlık ile toplumun karanlığına hapsolmuş zamanın mahkûmları…
Nerede bu zorlu çağın hidayet elçisi davetçiler? Ve yine nerede gönlü O’nun korkusuyla dolu olan, şu dünya molasında takva üzeri hayat süren hakiki kimlik sahipleri?
Kaybediyoruz…Zamanın ahlak kavramından huy kaparak sözde çağdaş bir düzen, çağdaş bir toplum için özümüzün dışında kalıplara giriyoruz. Kendince yeni dünya lideri olan müsvedde Batı’nın boyunduruğu altında pak ve saf olan zihinlerimizi onların kirli çöp yığınlarına iteliyoruz. Varlardan önce yokları sayıyor, hiçlik boşluğunda debelenip duruyoruz.
Öyle ki insanoğlu boşlukta kaldığı zaman nefsinin standartlarına giderek ayak uydurur. Çünkü nefis meyyaldır. Sürekli tarza ve modaya, zevke ve hevese, çok’a, hep çok’a, en çok’a meyleder. Nefsindeki afetler gün geçtikçe şiddetini arttırır. Ve tümüyle ona esir olur. Asıl güzellikler birer birer kaybolur. Geçici ve yıkıcı, göz yanıltıcı renklere kanar gider. Sonunda insan bugüne sıkışıp kalarak ileriye bir adım dahi atmaya güç yetiremeyen etkisiz ve yetersiz donuk taştan heykeller arasında çürümeye yüz tutar.
Hâl böyleyken diriliş vakti gelmiş bir davetçinin düşerken tutunduğu tuğla ne olmalıdır?
Yeniden bir adım atabilme gücünü nasıl bulmalıdır?
İslam’ın altın çağının en önemli düşünürlerinden İbn Sina şöyle der:
“Sen kendini küçük bir cisim zannedersin, fakat büyük âlem sende gizlidir.”
Herkes bir manaya sahiptir. Fakat akıl bilmek için, gönül bulmak içindir. Bilmek isterse düşünmeli, bulmak isterse hissetmeli. Zira aradığında bulacağı zaten kendi içindedir. Ve ancak hissettiği kadar bir gayeye, bir davaya, bir derde inanır insan.
Öyleyse ilkin hissetmeli.
Gücü yeterse aramalı, aradığını dışarıda değil içerde aramalı.
Hidayet ışığı ile aydınlanmalı.
Hukukullaha ve hududullaha dikkat ederek yaşamalı.
Peşinde koştuğu her serabı hakikat sanmamalı.
İlmi kuşanmalı, hayatına nakşetmeli.
Gerektiğinde hicret etmeyi göze almalı.
Yayılan her kokuyu gülistan bilmemeli.
Dili şekva ile değil, şükürle dolmalı.
Ve sonunu tahir bir biçimde tamamlamaya çalışmalı.
Allah’ın rahmetini hak edebilmiş, tekâmül eden ve kemal derecesinde olgunluğa eren tüm dava erlerine, davetçilere selam olsun…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?