Başlıktaki sorumuz, ilahiyatçı hocalarımız başta olmak üzere tüm akademisyenleredir. Hatta kapsamı genişletip kendisini bir fanusun içerisine koymuş, her geçen gün toplumdan daha da uzaklaştıran kesimlere de yöneltebiliriz. Aslında sorumuz, cevap bekleyen bir soru değil, istifham-ı takriridir. Yani söylediğimiz şeyin vakti geldi de geçiyor. “İlahiyatçılar başta olmak üzere” derken kastımız ilahiyatçıları yermek değil, bilakis toplumun onlardan büyük beklentiler içerisinde olduğuna, mesuliyetin ağırlığına işaret etmektir.

Bir ilahiyatçı olarak şunu itiraf etmeliyiz ki öğrendiklerimizin çok azını topluma aksettiriyoruz. İlimde ilerleme, derinleşme olması için odalara kapanmak gerekir diye bir itiraz gelebilir. Bu itiraza şöyle cevap verebiliriz: Evet, kapanmak gerekir fakat bu kapanış hepten bir kapanış olursa bu defa gayeye ulaşmak mümkün olmaz. Yani haddi zatında ilim, sadece ilim için değildir. İlim faydalı olsun diye tahsil edilir. Öyle olmasaydı, faydasız ilimden Allah’a sığınmamız da anlamsız olurdu. Dışarıda bizleri bekleyen, öğrendiklerimizin onda biri kadarıyla yetinecek bir toplum var. Bu toplumun ıslahı noktasında bizlere düşen görev büyük değil mi? Öğrendikçe sorumluluğumuz artmıyor mu? Öğrenmekten kaçınmak çözüm değil çünkü öğrenmedikçe de sorumluluğumuz devam ediyor. Öğrendiğimiz zaman yapmamız gereken, öğrendiklerimizle amel etmek ve onları topluma aktarmak. Fakat öğrenmediğimizde hem kendimizi geride bırakma sorumluluğunu hem de toplumu bundan mahrum bırakma sorumluluğunu yüklenmiş oluyoruz. Toplumun sorunlarına teorik çözümler üretmede iyi bir seviye yakalanmış olunsa da pratik anlamda hâlâ çok eksik olduğumuz bir gerçek.

Toplumun bir kısmı bu durumumuzdan dolayı sitemli, bir kısmı kendisine dokunulmadığı müddetçe memnun, bir kısmı da habersiz. Dolayısıyla onların bir kısmının taleplerini yerine getirmek, bir kısmının da bizlere ne kadar ihtiyaçları olduğunu hissettirmek durumundayız. Bu sebeplerden dolayıdır ki özelde ilahiyatçıların genelde ise akademisyenlerin halka açılmaları gerekiyor. Bu arada şunu da belirtmemiz lazım: Akademik çalışmalarımızı halk okusun derdinde değiliz, zaten seviye olarak çok üstlerinde olacaktır. Fakat çalışmalarımızda ulaştığımız sonuçlardan, aldığımız verimden istifade etmelerini sağlayabiliriz.

“Küçük dağları ben yarattım, büyükler de babamdan miras kaldı!” Bazı hocaların böyle bir kibre kapıldıklarını görüyoruz. Aslında bu kibri hareketleriyle hissettirenler belki gerçekten de toplumun seviyesinin çok çok üzerinde bir seviyeye ulaşmış olabilirler. Ancak Rabbimiz “Her bilenin üstünde bir bilen vardır!” (Yusuf 76) buyurmuyor mu? Atalarımız da “Bin bilsen de bir bilene danış” demişler, boşuna değil. Haddi zatında atasözleri ve deyimler uzun süren bir yaşanmışlığın, tecrübenin veciz ifadelerle aktarılmasıyla oluşmuştur.

Akademisyenlerimizin de ailelerinden başlamak suretiyle toplumla mutlaka ilgilenmeleri gerekmektedir. Aileden başlanması gerek çünkü aileler toplumu oluşturan en küçük yapıtaşıdır. Nitekim bir nesil yetiştirmek çok uzun zaman ve büyük fedakârlık isteyen zorlu bir süreçtir. Bu süreçte her bireyin ayrı ayrı sorumlulukları bulunmakta ancak ailenin reisleri konumunda olanların mesuliyeti diğerlerine göre biraz daha fazladır. Çünkü onların her biri bir çoban hükmündedir ve her çoban da sürüsünden sorumludur.

Bu noktada kültürel zihin kodlarımızdan kaynaklanan aile reisi denilince sadece akla baba konumunda olan erkeklerin gelmesi konusuna da değinmekte fayda var. Aile reisliği denilince eşler arası üstünlük derecesi değil ailede en çok sorumluluğu olan kişi kastedilir. Burada yapılması gereken eşleri birbirine kıyaslamak yerine birbirini tamamlayan unsurlar olarak görmektir. Toplumların bozulması ailelerin bozulmasıyla olduğu gibi ıslahı da ailenin korunmasıyla olacağı için ailelerimizden başlayarak toplumu ıslah yoluna girmeliyiz. Bu arada şunu da belirtmek icap ediyor: Kullandığımız “bozulmuş toplumun ıslahı” sözleri analiz edildiğinde ilk bakışta fark edilmeyen birtakım manalar içerdiği görülecektir. “Bozulmuş” sözü içerisinde ideolojik bir anlayışı yansıtan ve son derece öznel bir ifadedir. “Bozukluğu ve sağlamlığı belirleyen şey nedir?” sorusunu sorduğumuz zaman ideolojik arka plan ortaya çıkacaktır. “Bozulmuş” sözünü kullanırken aslında “benim bir inancım var, bu inancıma göre toplum, olması gerektiği gibi değil…” gibi düşünceleri de ifade etmiş oluyoruz. “Islah” sözünü kullandığımız zaman ise “inancıma göre şöyle olmalı” diyoruz bir anlamda. Toplum bize göre bozuk olabilir fakat bir başkasına göre gayet iyiye giden, düzgün bir toplum olarak görülebilir. Tüm bunların bilincinde olarak söylediklerimizi açarsak iddiamız şöyledir: Bizler İslami düzene uygun bir toplum inşa etmek istiyoruz. İslam’a uygun bir hayat tarzını tatbik etme noktasında ‘Toplum bozulmuş’ durumda. Yapmaya çalıştığımız şey ise tüm insanlığı saadete erdirecek olan İslami düzene göre toplumu ‘ıslah’ etme çabasıdır.

Toplumun ıslahı noktasında bireysel çalışmalarımız takdire şayan olsa da bu çalışmaların neticelerinin yaygınlık kazanması ve pratik karşılıklarının elde edilmesi için odalarımızı aşmamız gerekiyor. Kısaca ifade edecek olursak, her biri fildişi kulelere dönmüş odalarımızdan dışarıya çıkma zamanı geldi de geçiyor. Geleceğe büyük miraslar bırakma çabasındayken anı da kaçırmama umudu ve duasıyla.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?