Yıl 532; Konstantinopolis’teki İmparator Justinianus, Hz. Süleyman’ın cinlere yaptırdığı Kudüs’teki camiyi (mabedi) kıskanır ve “ben daha güzelini yaptıracağım” der. Ancak o zaman Konstantinopolis’te önceki imparatorun yaptırdığı bir kilise vardır; 2. Ayasofya. O devrin en büyük kilisesi de odur. İmparator da kendi ihtişam ve gücünü göstermek amacıyla ondan daha büyük bir kilise yaptırmak için hazırlıklara başlar. Ancak tevafuk odur ki; o günlerde Konstantinopolis’te 30.000 kişinin canına mal olan Nika Ayaklanması baş gösterir.1
Ayasofya da bu ayaklanmadan nasibini alır ve ayaklanma sonucunda yakılıp yıkılır. Zaten bir kilise hazırlığında olan imparator için Ayasofya’nın yıkılması bir bahane olur ve çok kısa bir süre sonra, Osmanlı’nın himayesiyle günümüze kadar ayakta kalabilen, 3. Ayasofya 2. Ayasofya’nın yıkıntıları üzerine inşa edilmeye başlanır. İmparator bu kilise için 7 gün 24 saat çalışılmasını emreder ve kilise 10.000 işçi ile 100 ustabaşının çalışmasıyla 5 yılda tamamlanır. Bu dev yapı 1070 pencere ve 7000 mum ile ancak aydınlatılabilmektedir. Bu dev kilise yapımından 1000 yıl sonrasına kadar dünyadaki en büyük kilisedir. Ancak 1500’lerde İspanya (Endülüs) Sevilla’da yapılan katedral ile ihtişamlı Ayasofya 2. Sıraya düşer.
Bu katedral yapılmadan önce ihtişamlı ve gösterişli olan Ayasofya’nın, 1204’te 4. Haçlı seferlerinden sonra Latinlerin yağmalaması sonucu içindeki birçok mücevher ve süsleme çalınır. Latinler Ayasofya’da ellerinin uzanabildiği tüm değerli şeyleri almışlar. Latinler bu seferle taş üstünde taş omuz üstünde baş bırakmamışlardır. 3 gün boyunca yağmalanan Konstantinopolis’te sayısız erkek öldürülmüş, sayısız kadına tecavüz edilmiş, sayısız insan köleleştirilmiş ve sonrasında da bir Latin imparatorluğu kurulmuştur. 1204’te kurulan bu imparatorluk 1261 yılında Romalı komutan ve ordusu tarafından yıkılmıştır. Sonrasında tekrar kurulan Roma imparatorluğu da Fatih Sultan Mehmet tarafından gerçekleştirilen Konstantinopolis fethine kadar devam etmiştir.
Bu fetih 600-632 yılları arasında Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından müjdelenen bir fetihti. Bu müjdeye mazhar olabilmek için birçok sahabe ve devlet başkanı Konstantinopolis’i defalarca kuşatma altına almıştır. İstanbul’un fethi, Latinlerin istilasından 249 yıl sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından “29. defa kuşatıldıktan sonra” gerçekleşmiştir.2
Bu öyle bir fetihtir ki Fatih Sultan Mehmet İstanbul için;
“Ya İstanbul beni alır ya da ben İstanbul’u alırım” demiş ve onun için Rumeli Hisarı’nı yaptırmış, özel top döktürmüş ve gemileri karadan yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmet bu Hisarı 132 günde bitirtmiştir. 132 sayısı ebced hesabına göre Muhammed’e denk gelir. Rumeli Hisarına yukardan bakıldığında Arapça Muhammed isminin yazıldığı görülecektir. Böyle bir peygamber sevgisinin dünyadaki karşılığını Allah (c.c.) sevgili peygamberinin müjdesine nail ederek vermiştir. Bu sevginin ahiretteki mükâfatını da yalnızca Allah (c.c.) bilir.
Yaptırdığı özel Şahi topları, sesi 23 kilometre öteden duyulan, 850 kilo ağırlığında toplardır ve her bir top ancak 20 öküz ile taşınabilmiştir.
Fetih için gemileri gece karanlığında karadan götürmesi de bu fetihteki azim ve kararlılığının göstergesidir.
Latin istilası ile İstanbul’un fethi arasındaki süre çok uzun olmadığı için Hristiyan halk aynı zulümleri tekrar yaşayacağını düşünmüş ve tek çareyi kutsallarına sığınmakta bulup kiliselere akın etmişlerdir. 29 Mayıs 1453 Salı gecesi İstanbul’u fetheden padişah, 30 Mayıs 1453 Çarşamba sabahı Ayasofya’ya gelmiş, kapının önünde hürmetle atından inip fetih suresini okuyarak “Ya Fettah” deyip kapıyı açmış ve oradaki insanlara, onların diliyle;
“Ey kardeşlerim korkmayın!” şeklinde hitap etmiş, burada dinlerini istedikleri gibi yaşayabileceklerini ve hayatlarına istedikleri gibi devam edebileceklerini söylemiştir. Sonra da Ayasofya’nın 1 Haziran Cuma günü cuma namazına hazırlanmasını emretmiştir.
İslam kültüründe yeni fethedilen bir toprağın artık İslam’a ait olduğu, o yerdeki en büyük veya en önemli mabedin camiye çevrilmesiyle ilan olunurdu. “Yani buradaki değerler, canlı cansız herkes ve her şey bizim himayemiz ve korumamız altındadır” demek isteniyordu.
İstanbul’u fetheden padişah daha 21 yaşında, 7 dil bilen, Arapça ve Farsçayı kendi dilinden saydığı için de bu ikisini bildiği dillerden saymayan (toplamda 9 dil bilen), ilim ve irfan erbabının himayesinde büyüyen bir padişahtır. Onun, ömrü boyunca yanında olan hocası da Akşemseddin’dir. Böyle büyük hocalar tarafından yetiştirilmiş bir yiğittir.
Bu kadar merhametli ve bilgili bir insana zalim ve zorba diyenler acaba kaç dil biliyorlar? Bu tarih sahnesi ciltler dolusu kitaplarda anlatılmıştır. Okuma yazma bilen her araştırmacı, istediği zaman buna erişebilme imkânına sahiptir.
Batılıların dillerine dolandırdığı gibi; Türkler zorba ve zalim olsaydı, İstanbul’un fethinden sonra burada yaşayan Hristiyanlar “Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğleriz” demezlerdi. Oysaki Latinler de Hristiyan’dır. Hristiyan Hristiyan’a zulmetmiştir. Dindaş olmaları da bunca yıllık asrın görmediği bir zulmü yapmalarına engel olamamıştır. Çıkarları için kendi dindaşlarına bile düşman olabilenlerin Müslümanlara düşman olmamaları düşünülebilir mi? Ancak Hristiyanlar Müslümanları kendi dindaşlarına tercih ediyorlarsa, bunun iyi irdelenmesi gerekir. Araştırıldığında Müslümanların onlara nasıl merhamet ve adaletle davrandığı açıkça görülecektir.
Günümüzde Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini çekemeyen ve kabul edemeyenler, hâlâ Müslümanları yobazlık ve barbarlıkla suçlayıp onlara iftira atıyorlarsa, içlerindeki kin, nefret ve düşmanlıktan değilse bile, geçmişten zerre kadar haberleri olmadığındandır.
Ayasofya’nın Ayasofya-ı Kebir Cami-i Şerifi olmasına tepki gösteren Yunanistan’ın Sofya şehrinde İslam’ın mirası 360’tan fazla camiden bugün neden sadece bir tane kalmıştır. Hani nerede tarihe verilen değer? Hani nerede tarihin ve tarihi eserlerin önemi?
Her zaman söz konusu Türkler ve Müslümanlar olunca her türlü gürültüyü koparıp iftira atanlar, gerçekler karşısında, tıpkı burada olduğu gibi ancak susarlar.
Bunun nedeni ne olabilir?
Müslümanların dünyaya adalet getirmesinden mi korkuyorsunuz?
Güç kaybedip yok olmaktan veya herkesle eşit yaşamaktan mı korkuyorsunuz?
Ayasofya-ı Kebir Cami-i Şerifi eğer bizim himayemizde değil de hâlâ kilise olarak kalsaydı, şimdiye kadar çoktan yıkılmış, ya da çoğu çökmüş bir şekilde uzaktan ziyarete açılmış olacaktı. Kendi yaptırdığı mabede bile atla giren Justinianus ve ondan sonra gelen Hristiyanlar burayı koruyamazdı. Ancak kendi mabedi olmasa bile atını kapının önüne bırakıp saygı ve dualarla hürmet göstererek içeri giren Fatih Sultan Mehmet ve ondan sonra gelen Müslümanlar burayı koruyabilirdi. Ve korudu da…
Bu konuda Osmanlı imparatorluğu ile yakından ilgilenen Avusturyalı tarihçi Paul Wittek:
“Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharetle ve iktisadi kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”3 deyip, Ayasofya’yı gerçekten kimin koruduğunu itiraf etmiştir.
“Ayasofya 1000 yıllık uykusundan Osmanlıya uyandı. 1000 yıldır Bizans’a katamadıklarını Osmanlı minaresinde belirleyici bir çizgi olarak sundu.”4
Çünkü Ayasofya Bizans için sadece güç gösterisiydi. Ayasofya 3 defa yapılmış. Her gelen kral kendi gücünü göstermek için daha güzelini yapmaya çalışmıştı. Kim daha çok mücevherle süsler ve büyük yaparsa o en güçlüydü.
Osmanlı’da bir cami asla yıkılmaz. O Kâbe’nin bir şubesi ve ruhudur. Değerlidir ve değeri herkes tarafından bilinir. Kısacası camiler Osmanlı’nın kırmızı çizgidir. Bu cami peygamber efendimizin fethini müjdelediği şehirde ve onu övgüsüne mazhar bir padişah olan Fatih Sultan Mehmet’in mirasıysa, önemi kat be kat katlanır. Ayasofya, Müslümanların himayesine geçtikten sonra Batı tarafından tekrar kıymetli hâle geldi. Kilise iken Sevilla’daki katedral onu geride bırakınca adı duyulmaz olmuştu. Ta ki İslam’la gerçek değerini bulana kadar.
Osmanlı Devleti’nin bu kadar büyüyüp yayılmasının sebebi neydi?
İddia edildiği gibi barbar, zorba ve yobaz olsaydı bu kadar büyüyebilir miydi? Şu an hâlâ Ayasofya gibi ayakta duran çok sayıda tarihi eserler varsa bu, Osmanlı’nın insanların geçmişine duyduğu saygıdandır. Biz Müslümanlar Yunan ve Latinlerin yaptığı gibi tarihe zarar vermeyiz. Ancak ona değer katarız.
Ecdadını beğenmeyenlere ve Türkiye’nin büyümesini istemedikleri için iftiralar atanlara şunu hatırlatmak gerekir;
Ayasofya tüm tarihi geçmişiyle korunuyor ve korunmaya da devam edecek. Tıpkı Akdamar Kilisesi, Göbekli Tepe ve Süleymaniye Camii gibi.
Tarih tüm benliğiyle açıktır. Gerçeğe gözünü yummayan, her duyduğunu papağan gibi tekrar etmek istemeyenlere, gerçek tarihi araştırmalarını tavsiye ediyorum. Bu ecdad mirası olan Ayasofya’yı özgürlüğüne kavuşturduktan sonra, sıra Hz. Ömer ve Selahaddin Eyyubi’nin bize miras bıraktığı Ayasofya’nın kardeşi Mescid-i Aksâ’ya gelmiştir.
Ey Mescid-i Aksâ, fethin yakındır. Söz, sana doğru bir iman seli akacaktır. ■

Kaynakça
1) Tarihin en uzun şiiri Ayasofya s. 23 2) Yalan Söyleyen Tarih Utansın s. 12 3) Yalan Söyleyen Tarih Utansın s.212 4) Tarihin en uzun şiiri Ayasofya s.217

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?