Daha burada kanlar bileklerime ulaştıysa, üst katta ya da alt katta neler görecektim? Beni nereye götürüyorlardı? Mahkûmların kafalarını duvara vurmalarından başka bir şey duymuyordum. Ya Allah! Çocuklarımın babası olan eşim beni ispiyonlamıştı. Sonunda ise o serbest kaldı ama beni tutukladılar. Çok acı çekip küçük düşürüldüğüm anları yaşadım burada. Anladınız değil mi?
Ben Hama’dan Meryem Halif. 27 Eylül 2012’de tutuklandım. Suçum, sağlık görevlisi olmaktı. Hamalılar olarak 1982 Hama katliamını yaşadık. Bu sebeple dedelerimiz, amcalarımız, kardeşlerimiz, bazı zamanlar anlatırlardı; şöyle oldu, şöyle yaptılar diye. Ölümlerden, yıkımlardan sürgünlerden, kızlara tecavüz edilmesinden bahsederlerdi. Küçüklüğümden beri bu anlatılanları dinler ve rejimden nefret ederdim. Daha o zamandan beri rejimi sevmezdim. Bize hep derlerdi ki: “Sus, sus! Yerin kulağı var!” Der’alıların özgürlük için sokaklara çıktıklarını hatırlıyorum. Humus’un bazı köylerinde de devrimler başladı. Sonra Humus’ta başladı. Sonra da Hama’dan bilindik gençler çıkmaya başladı. Hamidiye gençleri gibi. Ömer el-Ferra, Muhammed Nur Şa’feh gibi. Amcamın oğlu Ebu-l Hadi gibi. İbrahim Kaşuş (devrim şarkıcısı) özgürlük için şarkılar söylerdi. Biz de bağırabildiğimiz kadar bağırıp ona eşlik ederdik. El-Asi meydanında Kaşuş’la şarkılar söylerdik. O zamanlar Hamidiye’de yaşayan ailemin yanına giderdim. Pencereden göstericileri izlerdim. İçimde bir şeyler patlayacakmış gibi hissederdim. Ama onlara katılacak cesareti kendimde bulamazdım. Onlarla birlikte Hamidiye’den Halep yoluna kadar nasıl giderdim mesela? Halep yolundan da Bab Kibli’ye? Hama’da özgürlük çocuklarını katlettiler. Çocukları öldürdüler. Daha ergenlik çağındaki gençleri öldürdüler. Yaşlıları da öldürdüler. Çocuklar ve hastaneler ne hâldeydi gördüm. Kimi yaralılar kabul edilirken, kimisi reddediliyordu. O an dedim ki: “Tamam artık! Benim de onlara katılmam lazım” ve katıldım.
Hamidiye’de kurulan Meydan Hastanesi vardı. Ebu Fida ve Ebu Şam da bizimle beraberdi. Kuzenim Ebu-l Hadi de… Bazı sağlık çalışanları da vardı. Yaralılara ilk yardım müdahalesi yapıyorduk. İlk başlarda gazlı bez ve diğer malzemelerle yardımcı olmaya çalışıyordum. Hama’daki Darüşşifa Hastanesine gönderildiğimde ise durumlar değişti. İşçi sendikasının karşısındaydı. Ben de doktor asistanıydım. Ameliyathanede iken cerrah asistanlığına kadar yükseldim. Tabi orada bulunan ve bana yardımcı olmak isteyen doktorlar sayesinde oldu bu. O an anladılar ki ben, gece dahi yaralanmış devrimci gençlere ilk yardım yapabilirdim. Hama’daki hastaneler, tıp merkezleri gibi güvenliğe bildirilmeden herhangi bir yaralıyı almazdı. Bu yüzden hastaneden çıkıp yaralıları aramaya başladık. Evlere dahi girdik. O sıralarda biz de çok yara aldık. Özellikle Ramazan’ın sonunda. Yani iftardan bir iki saat önce bomba atarlardı mesela. Bazen de Ramazan boyunca olurdu. Hama’daki Maşa el-Erbain’i bombaladıkları sırada çok yara aldık. Ben Hamidiye’deki Meydan Hastanesinde iken, kuzenim tanınmamamız için siyah peçelerle örtünmemizi istedi. O sırada eski eşim ve çocuklarım hastanenin oraya geldiler. Eski eşimle kavgalıydık. Hastaneye girip ne yaptığımızı bilmek istiyordu. İçeri girdiğinde yanında biri vardı. İsmini hâlâ hatırlarım. Meğer o muhbirmiş. Eski eşim benim hakkımdaki her bilgiyi ona ulaştırmış. Eski eşimi tutukladıkları an beni ihbar etmiş. Tabi, çalıştığım kuruma hemen tutuklanma emrim gönderildi. Beni Hama’daki Siyasi Güvenlik Birimi’ne çağırdılar. Kimse oraya gitmek istemez. Çünkü gözaltına alınmadan serbest bırakılmak imkânsızdır. Emir geldikten sonra ben işten ayrıldım. Birkaç gün sonra Güvenlik Birimi’nden bir karar daha çıktı. O anda gözden kayboldum ve gençlere katıldım. Çocuklarımı güvenli bir yere emanet ettim. Ben de kesin olarak Suriye Devrimi’ne katıldım.
Perşembe günü sabah saat 07:30’da beni tutukladılar. Uzun zamandır çocuklarımı görmemiştim. Diğer devrimcilere dedim ki, “Ben bugün gidip çocuklarımı göreceğim. Onları çok özledim.” Bana: “Hayır! Aklını başına al, gitme!” dediler. Ben de onlara, “Bugün el-Kusur’a yaklaşacaklarını düşünmüyorum, Maşa el-Erbain Katliamı kıyamet gibiydi zaten” dedim. Tabi o an Maşa el-Erbain tamamen harap olmuştu. Tanklarla bombaladıklarını duymuştuk. Kadınları tanklara bağlamışlar. Cesetleri yakmışlar. Evleri tamamen yıkmışlar. Genç yaşlı bütün kadınları tutuklamışlar. Perşembe sabahı saat 06:30’da ailemin evine geldim. Her anne gibi çocuklarımı öptüm, uyumalarına rağmen onlara sarıldım. Bir şey olacağını hiç düşünmedim. Annemin hazırladığı şeylerden yedim. Ben otururken ev telefonu çalmaya başladı. Arayan kız kardeşimdi. Anneme güvenlik güçlerinin gelip kimliğini aldığını söyledi. Annem sadece “Sakin ol!” dedi. Annem telefonu kapattı. Annem telefonu kapatır kapatmaz benim telefonum çaldı. Evimin kuşatıldığını söylediler. Tabi onlarda öyle kapıyı çalıp müsaade istemek yok. Kapıyı tekmelediler. Kapı yere indi. Korkunç bir şekilde girdiler içeri. Sanki ben insan kesen seri bir katilmişim gibi. Yirmiden fazla asker girdi içeriye. Dört yaşındaki oğlum Muaz’ı sallayıp “Annen ne iş yapıyor?” diye sordular. On sekiz yaşındaki kardeşim de evdeydi ve hastaydı. Onu evden çıkardılar. Yüzünü zorla arabanın camına vurduklarını gördüm. Kardeşimin yüzünde kandan başka bir şey görmedim. Beni de zırhlı bir araca bindirdiler. Şok olmuştum. Benimle beraber gencecik beş kız daha vardı. Aklım evlatlarımda, annemde ve kardeşlerimde kalmıştı. Onlara ne olacağını bilmiyordum bile. “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordum. Bu sorum üzerine asker, botuyla beni tekmelemeye başladı. Nereye götürdüklerini bilmiyordum. Gittik, gittik, belki de yarım saat gittik. İndirdikleri anda “Teröristler geldi! Teröristler geldi!” diye bağırmaya başladılar. Bizi Devlet Güvenlik Birimi’ne götürdüler.
Beni tutukladıkları zaman kocası teslim olduğu için el-Emin ailesinden bir kızı da tutuklamışlardı. Tabi onlar Ümmü Mustafa’yı eşiyle birlikte tutukladılar. Hâlbuki ikisi de çok yaşlıydı. Oğulları tabur lideri olduğu için tutuklamışlar onları. Kirnazi ailesinden herkesi tutuklamışlar. Çünkü hepsi ayaklanmalara katılmış. Sarraj ailesinden bir bayan doktor da vardı tutuklular arasında. Devrimcileri tedavi ettiği için. Sırf devrimcileri yenik düşürmek için kasıtlı olarak kadınları tutuklarlardı. Bana “Kocan burada!” dedi sorgulayıcı. Ben de “Bilmiyorum, görüşmüyoruz!” dedim. Sonra getirdiler onu. Gelir gelmez hakkımdaki her şeyi anlatmaya başladı. “Sen şöylesin, böylesin, hastanedeydin, kuzenin de seninleydi. Halep’e de gittin!” dedi. Ben de bütün suçlamaları reddettim. Tüm bu olanlar beni şoka uğratmıştı. Şok olmuştum yani. Onu getiriyorlar ve hakkımdaki her şeyi anlatıyor. Beni içeri götürdüler. Yarbay Süleyman oradaydı. Halep fıstığı yiyordu. Masanın arkasındaydı. Halep fıstıklarını yiyip kabuklarını üstümüze atıyordu. Söylediği o korkunç lanetleri asla unutamıyorum. Bir tahtada 581 sayısı yazılıydı. Fotoğrafımızı çektiler. Sonra çıkardılar. Teftiş zamanı geldi ve başladılar. Teftiş, “Kıyafetlerini çıkar!” diye başlar. Bitti. Asla tartışamazsın. Bir odada iki memur vardı ve kıyafetlerimi çıkartıyorum. Diyorsun ki, “Keşke ölseydim de şu duruma düşmeseydim.” Nasıl hissettiğimi tahmin edebiliyor musunuz? O an nasıl kötü hissettiğimi?
Bir odada ellerimden tavana bağladılar beni. Şeyh Halil ailesinden bir adam da vardı. Bağlama odaları ve tuvaletlerde kadın erkek aynı yerde olurdu. ‘Ahdar el-İbrahimi’ adında bir teknik uygularlardı. Plastik borularla dövme yönteminin adıydı bu. Tavana asılı olan adam, benim yerime onu dövmelerini istedi. Beni dövmemeleri için onlara yalvardı. Ama onlar ne yaptı? Hem beni dövüyorlar hem de ona izletiyorlardı. Vallahi, Ümmü Steyf adında yaşlı bir teyze de aynı benim gibi acımasızca dayak yiyordu. Kilani ailesinden bir kadın vardı. Anne kız birlikteydiler. İkisi de oradaydı. Anne 40, kızı ise 16 yaşındaydı. Gardiyan beni tekmelediğinde dişlerim etrafa saçıldı. Tabi, Ahdar el-İbrahimi borularıyla sol böbreğimi hedef aldıkları için, sol böbreğimde çok büyük hasarlar oluştu ve hâlâ çalışmıyor. Zaten yerin altındasın, seni merdivenlerden daha da aşağıya indiriyorlar. Düşünsenize! Bizi aşağıda bıraktılar. Bir odaya soktular. Görünce şok oldum. Neredeyse 1×1 metre ve içeride beş kadın var. Yukarıda minik bir pencere var. Demir bir kapısı var. Tavana asılı çok zayıf bir ışık var. O ışığın altına sığınmak da oldukça komik bir durumdu. Çocuklarımı düşünüyordum. Ardımda dört çocuğumu bırakmıştım. “Tamam, artık öleceğim herhalde!” diyordum. Rejim tarafından gözaltına alınmıştım nihayetinde. İğrenç bir rejim tarafından.
Gözlerimizi bağlayıp, ellerimizi de arkadan kelepçeleyip oradan çıkarttılar bizi. Bir yatağı ve demirden kanepesi olan bir odaya götürüldük. Açık kahverengi olan tahta bir masa vardı. Demlenen bir bitki çayı ve deri bir sandalye… Mahkûm o sandalyeye oturacak. Ebu Ali adındaki gardiyan da orada. Boyu iki metre civarındaydı. Hiç korkuluk gördünüz mü? Aynı korkuluk gibiydi. Yarbay Mülhem de soruları sorardı. Eğer cevap verirsen sıkıntı yok. Cevap vermezsen öldürürler seni. Zorla da olsa cevap vermen lazım. Şaşırtan şey ise, hakkımızdaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmeleriydi. Ben bütün suçlamaları reddediyorum. Her inkâr edişimde de dayak yiyorum. Nasıl bir dayak hem de! O gün yarbay, bitki çayıyla yüzümü yaktı. Neredeyse bir çaydanlık dolusu mattahı (bir bitki çayı çeşidi) yüzüme döktü. Sonra da “Alın şunu!” dedi. Yaşlı bir kadın görmüştüm. İşkenceden dolayı vücudunda mavi çürükler vardı. Donup kaldım o an. 55 yaşında bir teyzeydi. Daha 16 yaşında kızlar vardı. Hamile kadınlar vardı. Nasıl anlatayım ki? Dördüncü gün yine aynı şeyler yaşandı. Sorgulamalar, işkenceler, dayaklar… Ama şunu fark ettim ki, gözlerim bağlıyken beni aşağıya götürüyorlardı ve gözlerimi orada açıyorlardı. İçeri girince bir de bakıyordum ki ellerim kan içinde. Gece yarısından sonra bizi o odadan çıkarırlardı. Ne kötü bir saat dilimiydi! Bazen saat 1 veya 2’ye kadar bizi orada tutarlardı. Üst kattaki Yarbay Süleyman’ın odasına gönderilecek en güzel kızları seçerlerdi. Her gece böyle olurdu. Dayak yemekten korkmayan bir kız vardı. Dua ederdi: “Allah’ım, beni dövsünler ama onun yanına göndermesinler!” diye. “Allah’ım, öleyim de onun yanına gitmeyeyim!” derdi.
Çok acı çekip küçük düşürüldüğüm anları burada yaşadım. Anladınız değil mi? İşkence ediyorlar, tecavüz ediyorlar, dövüyorlar… Allah’ın affına sığınıyorum. İlk gönderilen Kilani ailesinden bir kadın oldu. Sonra da el-Emin ve El-Karazun ailelerinden birer kız çıktı. Sonra Mala’ab’ın güneyinden olan Zehra gönderildi oraya. Sonra Serrac ailesinden bir kız gitti. Hücrede sadece ben ve Ümm Steyf kaldık. Sıranın kimde olduğunu tahmin etmeye çalışıyorduk. “Senin sıran” dedim. Ama sıra bendeydi. Korkumla yüzleşmeye gönderildim. Orada kedilerin bulunmasına dayanamazdım. Kedilerin içeriye girmelerine izin verirlerdi. Hâlâ daha o günlerden kalan kedi korkusuyla yaşıyorum. Cesetleri yemeye başlarlardı. İşkence altındayken bir adamın Allah’ım bana yardım et!” diye bağırdığını duydum. Yan odada ne olduğunu bilmeme rağmen o kadar çok korkmuştum ki! Birisi “Öldü efendim!” dedi. Diğeri “Onu da öbürlerinin yanına atın!” diye emretti. Bir deli gibi oturuyordum. Hiç kimse yok. Konuşabileceğim kimse yok. Sadece dayak, aşağılama ve öldürme var. Hem fiziksel hem de psikolojik şiddet… Daha ne olsun ki? Ama Allah onlara, bunların kat be katını yaşatır, inanın. Firavunu ortadan kaldırdığı gibi. Ebu Malik diye biri vardı. Sabah yatarken ya da akşam, ikindi fark etmezdi. Birdenbire hücreye girerdi. Upuzun bir sakalı vardı ve iğrenç dövmeleri. Elindeki dövmeler öyle iğrençti ki! Onu gördüğüm an dehşete kapılıyordum, korkudan titriyordum.
Bu olaylar ışığı gördüğüm güne kadar devam etti. O gün biri geldi. “Hadi gidiyoruz salak!” dedi. “Nereye götürüyorsunuz beni?” dedim. “Sonra anlarsın.” dediler. Bir ferace getirdiler bana. Beni aşağı indirdiler, yeni kıyafetleri de önüme attılar. “Giyin!” dediler. Ben de akşam Şam’a döneceğimi sanıyordum. Bu bir mahkûm takası idi. Salı günü saat 23:00’da idi. Diğerleriyle birlikte kuzenime teslim edildim. Annemi ziyaret etmeyi düşündüm önce. Beni görünce sevineceğini zannettim. Kapıya vurdum. Kapıyı açan annemdi. Bana baktı ve “Defol buradan!” diye bağırmaya başladı. “Meryem zaten öldü!” dedi. Ben o anda bunun bir şaka olduğunu düşündüm. Kuzenime sordum: “Yalan söylüyor değil mi?” Devrimci kardeşlerim beni asla bırakmadı ve serbest kalmam için çok uğraştılar. Ben ne yapsam eksik kalırdı onlarınkinin yanında. Meydan sağlık görevlisi olarak çalışmaya devam ettim. Alandaki faaliyetlerimize tekrar başladık. Şimdiki eşimle tanıştım. Yaşadığım yerdeyken oldu bu. Bana evlenme teklif etti. Çok gurur duyuyordu benimle. Değerli bir taçmışım gibi adeta. Onunla evlenmem için çok ısrar etti. Beni oradan oraya takip ederdi. Hatta bütün arkadaşlarım buna şahittir. Arkadaşlarımdan, beni onunla evlenmem için ikna etmelerini istemiş. Sonunda kabul ettim. O da dört çocuğumu da alıp benimle yaşamayı kabul etti. Evlendikten sonra bir çocuğum daha oldu. Hayatımın hepsi ona feda olsun. Eşim, anne olduğumu bana tekrar hatırlattı. Anladınız mı? Bir hanım olduğumu… Baksanıza, eski bir tutuklu olsam da yeniden anneyim ve çocuklarımı terbiye etmekle görevliyim. Ve çok şükür bütün çocuklarımı terbiye ile yetiştiriyorum. Suriye’yi yeniden inşa etmelerini bekliyorum. Bütün tutukluların çocukları, onlara çektikleri acıları unutturur. İnanın bana! Biz intikam alacak değiliz! Onlar tüm Suriye’nin intikamını alacaklar. Bu bir kâbus. Ama yakında bu kâbus bitecek. Biz de Suriye’ye özgür bir şekilde döneceğiz inşallah! Hama’daki her şeyi özlüyorum. İdlib’teki, Şam’daki, Humus’taki her şeyi… Rejim düşer düşmez Suriye’ye ilk dönen ben olacağım. ■

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?