Öyle bir hâle geldim ki, annem ile babam gitmemem için kapıyı kapattılar. “Neyin eksik? Ne diye katılacaksın gösterilere?” dediler. “Bu benim davam dedim.” Askerler dizlerimin üzerine çöktürüp saçımı tıraş ettiler. Zulmün başlangıcıydı bu. “Sen DAEŞ’ten misin?” diye sordu bana. “Hayır” dedim. “Bir alakam yok benim! Gösterilere katılmaktan başka bir şey yapmadım” dedim. Vahşice dövmeye başladılar. Plastik kullanılan bir bağlama tekniği var. Ellerimi plastik bir bantla bağladı. Sırtıma doğru çekti ve aynı şekilde ayaklarımı da bağladı. Sanki boynum ile ayaklarım arasında plastik bir bant vardı. “Bırak ellerini!” dedi, bıraktım. Bir daha çubuğu tutmamı emrettiğinde tuttum. Elektrik verilince ellerimi çektim. Küfrederek “Ölmek mi istiyorsun? Ölüm en büyük hayalin olacak!” dedi.

Ben Muhammed Favvaz Şerif. Rakka Tel Abyad’danım. Baas Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldum. Esed rejimi tarafından 17 Ekim 2014’te tutuklandım. 8 Kasım 2018’de de serbest bırakıldım. Suçum(!): İnsanların ölümüne sebep olan terörist eylemler yapmak! Terörist silahlı gruplar oluşturmak, Suriye devletinin güvenliğine zarar vermek ve Suriye ordusundan 25 subay öldürmekti! Ayrıca, Rakkalı olmam hasebiyle DAEŞ militanı olmakla suçlandım. Hiçbir mahkemeye sevk edilmedim. Avukat olan annemden daha sonra öğrendim ki bana idam cezası vermişler.

On beş yaşına geldiğinizde Baas Partisi’ne katılmak zorundaydınız. Ama ben reddettim. Devrimin ilk günlerinde Dera’daki ayaklanmalara şahit olduk. Parmakları kesilen çocuklardan çok etkilendik. İlk ölüm bizi harekete geçirdi. 2011 yılında üniversite öğrencileri olarak harekete geçtik. Sanırım yirmi kişiydik. Gizlice anlaşıp adaletsizliği protesto etmeye çıktık. O yıl ilk defa gösterilere katıldım. Dera’da olanlardan hemen sonra Tel Abyad Caddesi’nde protestolar düzenledik. O zamanlar Rakka’da yaşlı nüfus ağırlıktaydı. Avukatlar, üniversite mezunları vardı. Üniversitede çalışan bir güvenlik görevlisi vardı. Aynı zamanda öğrenci işlerinden sorumluydu. İsmi Prof. Eid el-Muhammed idi. 2012 yılında tutuklandı. Altı yıl içeride kaldı. Kısa bir süre önce çıktı. Protestolar arttı. Facebook üzerinden etkinlikler oldu. Özellikle 2011 yılında, Humus halkı yerinden edilip Rakka’ya geldiğinde.

Bizler devrimci gençlerdik. Evleri yıkılanlara evimizi açtık. Elimizden geldiğince insani yardımlarda bulunduk. Tutuklanacağımızın farkındaydık ve bu bizim için sorun değildi. Davamız için çıkmıştık ve yürüdüğümüz bir yol vardı. 15 Mart 2012’ye kadar böyle devam etti. Yanımdaki bir adam yere yığılmıştı. Ali Babinsi, şehrimizden çıkan ilk şehit oldu. Bu olay Rakka’daki her şeyi değiştirdi. Cenaze alayını desteklemeye gelen 300 bin kişi vardı. Bu, Rakka’da ilk defa oluyordu. Sloganları ise “Şaka bitti. Ciddiyet zamanı. Putların yıkılması lazım!” şeklindeydi. Heykele doğru yöneldik. 17 numaralı askeri birim, güvenlik şubeleriyle oradaydı. Yine de ilerledik. İlerliyorduk ama yanımızdaki gençlerden vurulanlar vardı. O üç gün içerisinde ölü sayısı neredeyse 150’ye ulaştı. Mart 2013 yılına kadar Devrim ateşini yakmaya devam ettik.

Bölgemize Özgür Suriye Ordusu geldi. Sonuç olarak Esed yanlısı ordu ve tüm gruplar ortadan kalktı. Aniden kayboldular. 2013’ün sonunda DAEŞ diye bir şey çıktı ortaya. Ya onlarla olursun ya da öldürülürsün. Bu hâle getirdiler. Birkaç ay sonra, çok kısa bir süre içerisinde DAEŞ iyice yayıldı. Biz ise protestolarımıza devam ettik. İnsanları da buna teşvik ettik. Büyük bir kısmımız tutuklandı. Biz onları kabul ettiğimiz için çıkmadık. Bunun için inmedik sokaklara. Bir gün eczaneyi açmak için dükkâna gidiyordum. Aniden bir DAEŞ pikabı geldi. Zorla arabaya bindirdiler. Beni “Hesap Yeri” dedikleri bir yere götürdüler. Kendimi farklı bir gezegende gibi hissettim. Bizden çok az kişi kalmıştı. Hepsi kaçmıştı. Rakka’dan ve Tel Abyad’tan tüm dünya kaçmaya başladı. O gün beni serbest bıraktıklarında ben de kaçtım. Evlerimiz yabancılar tarafından işgal edildi. Her şey değişti yani. Ne mahallem ne komşularım ne de arkadaşlarım kaldı.

2014’ün başında Devrim mevzusundan biraz uzaklaştım. Evlendim. Bir aile kurdum. Tel Abyad’taki eczanemde çalışmaya devam ettim. Türkiye ile Tel Abyad arasında gidip geliyordum. Ekim 2014’e kadar hayatımı böyle sürdürdüm. Humus’tan bazı belgeler almam gerekiyordu. Oraya gitmeliydim. Yeni doğmuş çocuğumu nüfusa kaydettirecektim. Pasaportlarımızı yenilemem gerekiyordu. Bunun gibi şeyler işte. Bir gün Rakka’da birini ağırladım. Humus’tan çıkarılmıştı. Evime geldi. Anlatmaya başladı. “Seni misafir etmek istiyorum. Sen Rakka’da bana eşlik ettin. Benim de seni gezdirmem lazım!” dedi. Cumartesi sabahıydı. Saat 10.00 civarı. Ailem bana “Gazvan geldi, misafir odasında!” dediler. Bana “Muhammed, hiçbir mazeret kabul etmiyorum! Bugün seni evime davet ediyorum” dedi. Ben de giyindim ve beraber aşağı indik. O an, yolun kenarında duran bir araba hissettim. Sokağın köşesinde. Biz binadan çıkınca araba hareket edip yanımızda durdu. Sadece benim kimliğimi istedi. Gazvan’ınkini değil. Kimlikte “Rakka” yazısını görünce “Bizimle gelebilir misin?” dediler. “Sadece on dakika!” dediler. Arabaya binince silah doğrulttular. Ailem beni balkondan görünce aşağıya koştular. Eşimin arabaya nasıl vurduğunu hatırlıyorum sadece.
Korkmaya başladım tabi. Korkum gittikçe artıyordu. Siyasi Güvenlik Birimi’ne ulaştık. Eşyalarımı teslim eder etmez beni salon gibi bir yere aldılar. Sağımda odalar bulunuyordu ve siyah kapılar. Duvarlarda ise asılı zincirler gördüm. Kerpeten gibi şeyler vardı. Yerde bir tekerlek… İleride dövülen biri… Siyasi Güvenlik Biriminde bir gün geçirdim. Ertesi günün akşamı kapıyı açıp beni çağırdılar. Ellerim arkadan zincirlenip gözlerim bağlandı. İki kişi beni bir kamyonete bindirdi. Onlar önde iken beni de arkaya oturttular. Öndekilerden biri arkasına dönüp bana tokat atıyordu. Bir yere girdik beni yerin altına indirdiler. Dizlerimin üzerine oturtup saçımı tıraş ettiler. Zulmün başlangıcıydı bu… Sonra beni bir hücreye götürüp orada bıraktılar. Hücre çok küçüktü. O an anladım ki, hayatı tekrar göremeyeceğim. Uyudum, uyandım, kalktım. Kimse yok! Birkaç saat geçtikten sonra kapıyı açtılar. Aldılar beni. “Kıyafetlerini çıkar!” dediler. Sonra biri beni banyoya götürdü. “Burada dur!” dedi. Durdum. Beni dövmeye başladı. Ben de acıdan titremeye başladım. Bir saat sonra arkamdan bir ses duydum. Bu bildik bir soruydu tabi. Humus’taki bu şubede sıkça sorulan bir soruydu. “Silahı kim verdi sana?” diyordu. “Ben silah taşımadım. Bir alakam yok benim!” dedim. “Uğraştıracak bu bizi, konuşmuyor, dövün bunu!” dedi.

Beni dışarı sürüklediler. Bir tekerleğin içine ters bir şekilde koydular. Sırtımdan başlayıp tüm vücudumu kırbaçlamaya başladılar. Sonunda bağırdım. “Yeter! Ne istiyorsanız söyleyeyim!” dedim. Doğrudan sorgu odasına götürdüler. Ellerim arkadan zincirliydi. Başımı hafiften kaldırdım. Kaldırdığım an, biri ağzıma çizmesiyle vurdu. “Kim sana silah verdi?” dedi. “Ben gösterilere katıldım” diye itiraf ettim. “Gösterilere katıldım ama silah taşımadım” dedim. Bir askere seslendi. “Ey kırmızı, gel buraya!” dedi. Kırmızı da gelip beni dövmeye başladı. İkinci gün aynı şeyler… “Söndür sigaramı!” dedi. Üçüncü gün benimle bir anlaşma yapmaya karar verdiler. “Sen saygın bir ailedensin. Eczacısın. Tamam, bir anlaşma yapacağız dediler” Ben de “Allah razı olsun!” dedim. Ama anlaşma hakkında hiçbir fikrim yoktu. “Gel parmağını bas!” dediler. Üç tane kâğıda parmak bastım. “Onu anlaşma hücresine götürün” diye emretti. Oraya götürüldüğümde sekiz mahkûm gördüm. İçerdekilere “Burası anlaşma hücresi değil mi?” diye sorunca, gülmeye başladılar.

Burada yaklaşık yirmi gün geçirdim. Herkes hastaydı tabi. İçerisi böcek ve bitlerle doluydu. Yukarıdaki farelerin ısırma sesini duyuyorduk. Gözlerimizi bitlerden temizliyorduk. Orada en fazla dört ay kalınabilirdi. Yani bir süre sonra başka bir yere gönderiliyorsun. Şubenin başkanı yanımıza geldi. Ya da mahkûmlarla konuşan sorumlu diyebiliriz. İsmi Ebu Ahmed idi. Pencereyi açtı, bize seslendi: “Bugün mahkemeye gideceksiniz!” dedi. Mahkemeye çıkacak olanları bir odaya topladılar. Dayak yedik. Ellerimiz zincirli, gözlerimiz bağlı bir şekilde. Neredeyse iki saat boyunca bu durumda kaldık. Sürekli hakaret edip dövüyorlardı. Sonunda bir otobüse bindirdiler. Sırayla ve arka arkaya yürüdük. Aşağıya indik. Önümü görmeden, duyduğum sese göre yürüyordum. Merdivenlerden inip katları geçtik. El-Hatib Şubesine gidiyorduk. Oraya varınca zincirlerimizi ve bağlarımızı çözdüler. “Banyo şurada, girebilirsin” dedi biri. Ben de girdim ve duş aldım. Yerde kıyafetler vardı. İç çamaşırları falan… “Giy!” dedi bana.

Beni “Harici” adında bir koğuşa götürdüler. Çok fazla insanın burada toplandığını gördüm. Çok küçük bir yerdi. Sorgudan sonra, mahkûmları sınıflandırmak için buraya getiriyorlardı. Komiteden birçok kişi vardı aralarında. Onlar da çıkıp sorgulayıcıyla beraber dövüyorlardı. Sorgulayıcılar, onları yardım etsinler diye özellikle çağırıyorlardı. Onlardan 25 kişi vardı içeride. Biri “Nerelisin sen?” dedi. “Rakkalıyım!” deyince, öfkeden çıldırdı. Muhammed Denduleh vardı. Rakka’dan olduğumu öğrenince beni dövmeye başladı. Beni en arkaya oturttular. İltihablı insanların yanına. Her yerleri kan içindeydi. Sorgudan gelen her kişi, en arkaya oturtuluyordu. Birkaç gün sonra beni çağırdılar. Koridora çıkarttılar. Gözlerimi kapatıp, ellerimi arkadan bağladılar. Bir masanın önüne oturttular. Sorgu memurunun ilk sorusu, Rakka Valisi ve Baas Partisi Sekreteri hakkındaydı. “Sen kaçırdın onları!” dedi. “Nasıl kaçırdığını anlatacaksın!” dedi. Ben “Kimi kaçırmışım? Neyden bahsediyorsun?” dedim. Sadece inkâr ediyordum. Bir çaydanlıkta çay veya kahve gibi bir şey ısıtıyordu. Bir yandan da demirden bir çubuğu kızdırıyordu. Onu bacağımın üstüne koydu ve etimin nasıl yandığını hissettim.

Ölmek istiyordum ben! Artık yaşayamazdım. Birini, sadece Humus’tan olduğu için öldürmüşlerdi. Başka biri vardı. Adı Muhammed idi. Guta’dandı. Sorgudan gelince delirdi. Aklını kaybetti. “Annemi istiyorum” diyordu. Daha önce bahsettiğim Muhammed Denduleh, bir mahkûma sırf Humus’tan olduğu için ve kardeşi şehit bir asker diye adamın kafasına ayakkabısıyla vurup duruyordu. Ertesi gün de aynı şeyleri yaşadık. Tekrar çağırdılar beni. El-Hatib bölümünde beni tavana zincirlediler. Askerler bizi vahşice dövmeye başladı. Plastik kullanılan bir bağlama tekniği var. Ellerimi plastik bir bantla bağladı. Sırtıma doğru çekti ve aynı şekilde ayaklarımı da bağladı. Sanki boynum ile ayaklarım arasında plastikten bir bant vardı. Vücudum arkaya doğru kıvrılmıştı. Aynı zamanda dayak yiyordum. Bizi döven gardiyanın adı Ebu Gadap Fadi İsbir idi. El-Hatib’te kaldığım üç gün içinde, iki bacağım da kırılmıştı. Sürekli işkence gördüm. Dizlerimin üstünde yürümeye başladım. Koğuşa döndüğümde, Muhammed Denduleh bacaklarımı çiğnemeye başladı. Lawrence ve Muhammed Kabbani de ona eşlik etti. Sorgulamanın son gününde bana elektrik verdiler. Banyoya götürdüler. İlk gün geldiğimde duş aldığım banyoydu. Demir bir çubuk vardı. Demiri tutmam için ellerimi çözdü. “Tut!” diye emretti. Ayakta durdum ve demiri tuttum. Elektrikli bir çubuk ya da onun gibi bir şeyi sırtıma değdirdi. “Demiri tut!” deyip dövüyordu. “Çek ellerini!” dedi, çektim. Bir daha çubuğu tutmamı emrettiğinde, tuttum. Elektrik gelince ellerimi çektim. Küfrederek “Ölmek mi istiyorsun? Ölüm en büyük hayalin olacak!” dedi.
El-Hatib’te 200’den fazla mahkûmun ölümüne tanık oldum. 26 Mayıs 2015 tarihinde oradan tahliye edildim. Devlet Güvenlik İdaresine gönderildim. Sağlık durumum çok kötü olduğu için beni 26 numaralı koğuşa götürdüler. Üç metrekarelik bir odaydı. İçeride yaklaşık 50 kişi vardı ve hepsi oturuyordu. Ne uyuyan var ne de ayakta olan. Odada bir kamera var çünkü. Küçük bebeğimi sürekli hayal ediyordum ve kendisiyle çok mutlu bir hayat yaşadığım eşimi. Maddi durumum çok şükür gayet iyiydi. Hayatım gerçekten harikaydı. Ebu Nur diye birini hatırlıyorum. O, devrimin başından beri ayaklanmalara katılmıştı. Guta Hayajaneh’ten gelmişti. Küçük bir çocuğu vardı, hastaydı. Kalp rahatsızlığı vardı galiba. Hastanede tedavi edilmesi gerekiyordu. Annenin gözü evladından başka kimseyi görmezmiş gerçekten. Aldı çocuğunu Şam’a gitti. Rejim noktasına ulaştığında sırf Ebu Nur’un eşi diye kendisini ve bebeğini tutukladılar. Devlet Güvenlik Birimine götürdüler. Ebu Nur ile tanıştığımız yere… Eşinin nasıl bağırdığını duyması için onu aramışlar. Anlattı bana. Hem eşi hem de bebeği çığlık çığlığa… Onların kurtulması için gidip teslim olmuş. Sorguya götürdüklerinde eşini de alırlardı. Eşinin önünde işkence ederlerdi, her şeyi itiraf etsin diye. Gözlerinin önünde karısına tecavüz ettiler. Hiçbir şey yapamadı. Elleri kelepçeliydi ama gözbağını çıkarttılar ki karısını görebilsin. Sonunda itiraf etti. Her belgeye parmak bastı. Ne getirdilerse imzaladı. Sorgudan sonra koğuşa geri gönderdiler. O içeride ama eşi hâlâ dışarıdaydı. Eşine yapılan işkence ve tecavüzlerin sesini duyuyordu. Ebu Nur sesleri duyunca 26 numaralı koğuşta kafasını duvara vurmaya başladı. Duvar da kafası da kanlar içindeydi. Sonunda bilincini kaybetti. Bir süre sonra başka bir yere götürdüler. Sonra Sednaya Hapishanesinde öldüğünü öğrendik.

Leys’in ölümü gibi bir ölüm görmedim daha önce. Gördüğüm hiçbir idama benzemiyordu. Mesela birinin boynunu asker botuyla kırmışlardı. Birini ölene kadar ezmişlerdi. Ama hayır, hiçbirinin ölümü onunki kadar korkunç değildi. Koğuşun içine geldiler. Leys’i ortaya alıp çiğnemeye başladılar. Vahşi ve insanlık dışı bir şekilde dövdüler. İnsanın aklı almıyor. Biz, yüzümüz duvara dönük oturuyoruz ama her şeyi duyuyoruz. “Getirin şunu!” diye küfrediyor, korkunç hakaretler ediyorlardı. Yeni ve iğrenç küfürler icat ettiler. Büyük ihtimalle tuvalete götürdüler. Dayak sesleri geliyordu. Bir asker “Sütuna çıkın!” diyordu. Tuvalette betondan bir sütun vardı. Tavanla arasında az bir mesafe vardı. Diyor ki “Sütuna çık ve üstüne atla!” Demek ki o asker oraya çıkıp atladı. Çünkü Leys’in kafası tuvalet çukurunda kırılmıştı.
Cesetlerle aynı yerde kalmamızı emrettiler. Cesetleri ancak ertesi gün çıkartabilirdik. Onlarla uyumamız gerekiyordu. Onlar sayesinde ısınıyorduk aslında. Sednaya Hapishanesinde çıplaktık. 26 Mayıs 2015 günü isimlerimizi okudular. Aralarında ben de vardım. Devlet Güvenlik İdaresine gitmek için otobüslere bindirdiler. Bir avluya indik. Tabi iner inmez yine dayak yedik. Onar onar ayırdılar bizi. Her sıranın önünde de bilgileri kaydetmek için bir asker vardı. Diğer şubelerde sorulmayan detayları hakaretler eşliğinde sordular. Sonra çırılçıplak soydular bizi. Yeni doğmuş gibi olduk. Güney denilen bir yere götürüldük. Yere yatmamızı emrettiler. Üzerimize su dökmeye başladılar. Bir balık gibi. Su mevzusundan sonra dayak başladı. Çoğunlukla kemer ve tüfek kullanıyorlardı. Dayakla geçen bu karşılama yaklaşık üç saat sürdü. Sonunda kanlarımız sulara karıştı. Bizi ayırmaya başladılar. Devlet Güvenlik İdaresindeki Kuzey Bölümüne götürdüler. Yine o bitmeyen merdivenlerden indik. Yerin altındaydık. Bizi, sadece birkaç mahkûmun sığabileceği bir yere koydular. Birkaç gün sonra mahkûmları sorguya çağırdılar.

Bir de geceleri sarhoş bir gardiyan gelip “Herkes elini pencereden tek tek uzatsın!” derdi. Ellerimizi kırbaçlardı. Gündüz yediğimiz dayaklara bu da ekleniyordu. Her gece farklı biri sarhoş olup tepemize dikilirdi. “Sen, boynunu uzat!” derse, pencereyi suratına kapatıyordu. Beni sorguya götürdüklerinde yanımda iki asker vardı. Sorgu memuru “Sana sadece bir soru soracağım! DAEŞ ile olan alakan ne? Sen DAEŞ militanısın” dedi. “Hayır efendim! Benim bir alakam yok!” dedim. Yanımdaki askerler beni dövmeye başladı. O gün sanki tüm kemiklerimi kırdılar. Tekrar Kuzey’e gönderdiler beni. Bir zaman sonra Kuzey’den Batı’ya sevk edildim. Oradan da Merkezi Hapishaneye… Otobüse bindirildik. Büyük, beyaz bir otobüstü. Askerler de bizimleydi. Şarkılar söyleyip halay çekiyorlardı. İndiğimizde bir kapı açıldı ve içeri girdik. “Burası Sednaya Hapishanesi!” dendiğinde; çok korkmuş ve yorulmuş hissettim… (devam edecek)

*Suriye’de aşağılık Esed rejiminin zindanlarından çıkmayı başaran Muhammed Favvaz Şerif’in de aralarında olduğu ve kurtulan beş kişinin yaşadıklarının anlatıldığı ‘Ey Özgürlük’ isimli Arapça belgesel, gencmuslumanlar.com sitesi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?