Şansım öyle kötüydü ki, yaşlı birine denk geldim. Ona vurmamı istedi ama ben kendimi engelledim. ‘Olur mu öyle?’ dedim. Zindandaki en küçük kişi 13 yaşındaydı. Sorgu odasına her gidip geldiğinde, ona ne yaptıklarını anlatamayacak kadar utanırdı. Geri geldiğinde bazı izler olurdu. Kalçasında kan lekeleri vardı. Biz kapıya vurmaya başladık. Gardiyan ne dedi peki? ‘Bekleyin, belki hamile kalır.’ Dövüldüğüm sıralarda defalarca onu gördüm. Hayali biri oldu benim için. Ona bir isim verdim. Beni hayata bağlıyordu. ‘Hadi git, annene selam söyle!’ derdim. Birçok şey hakkında onunla konuşurdum. Yanımdaki dört kişi şehit oldu. Ben ve biri daha hayatta kaldık elhamdülillah.

Ben Beşar Vanli. Şam’ın Rukneddin ilçesindenim. 17 Şubat 2013’ten 11 Şubat 2017’ye kadar 4 yıl boyunca tutuklu kaldım. Bayan kıyafetleri satan bir dükkânım vardı. Suçum ise terörist(!) eylemlerde bulunmaktı. Rejimin diktatörlüğünü çocukluğumdan beri biliyordum. Amcam, 1980’li yıllarda Sednaya Hapishanesinde vefat etmişti. Yine siyasi bir mevzudan dolayı. Çünkü Hafız Esed’e muhalifti. Ve bütün ailem rejimin zorba olduğunun farkındaydı. Ama herkes bilirdi ki, demirden bir yumruğu vardı rejimin. O zamanlarda kimse bir şey yapamazdı. Tunus’ta ve Mısır’da ayaklanmaların başlamasıyla çok mutlu olduk ve Suriye’de de aynı şeyin olmasını diledik. Ve çok şükür oldu da. Protestoların başlangıcındayken aktivist arkadaşlarım vardı. Protestolar düzenlemek için onlarla beraber Rukneddin Koordinasyon Komisyonunu kurduk. Açıkçası şok olduk. Çünkü rejimin sadece insanları tutuklayıp döveceğini düşünüyorduk. Bende Rukneddin karakolunda tutuklanmıştım. Bir daha gösterilere katılmamam için bir taahhütname imzalattılar bana. Sayımız arttıkça, rejimin vahşeti de artıyordu. İlk gösteride kuzenim vurulmuştu. Aramızda bir metre bile yoktu. Ne onu kurtarabildim ne de cesedini alabildim. Sadece diğerleri gibi kaçtım. Bu normal bir şeydi. Şehit olan başkaları da vardı. İsteklerimiz için haykırmaya başladık tabi. Kuzenime yapılanlardan sonra; tabi ki protestolar önemliydi ama her şey boşa gidiyormuş gibi hissettim.

Bana yetmedi bunlar. Belki daha büyük bir şey yapabilirdim. Bu sebeple barışçıl aktivitelere yöneldim, sivil iş de denilebilir. Bayan giyim dükkânım olduğunu söylemiştim. Hamidiye ve Hamra pazarlarındaki tüccarlarla bağlantılarım oldu. Arkadaşlarımla birlikte bağış toplamak için o tüccarları ziyaret etmeye başladık. Bu bağışların protestolardan daha faydalı olduğunu hissettim. Benim için, aç olan bir çocuğa yardım etmek daha önemliydi. İnsanlığın özü buydu. Ziyaret ettiğimiz ilk yerler Der’a-Sanameyn idi. Başlarda bu kasabada çok fazla sıkıntı vardı. Bu yüzden askeri memurlarla iletişime geçmek zorundaydık. Şehre girebilmemiz için rüşvet vermek zorundaydık. Arabada ne olduğunu da onları öldürecekleri insanlara götüreceğimizi de biliyorlardı. Sanameyn’e girdikten sonra elimizden geldiğince çok mal dağıtmaya çalıştık. Dört-beş kamyonetimiz içerdeydi. Tabi bir tanesi, rüşvet alacak olanlara kalıyordu. İçinde ne varsa artık, tamamı… Yiyecek, giyecek her ne varsa. Sırf içeri girmemize izin vermeleri için. Komutan, askerlerine bizi içeri alması için emrederdi. Çıkacağımız zaman da aynı subay, çıkış saatini haber verecekti askerlerine. Askerlerini arayacak ve geri dönmemiz için emir verecekti. Rejimin tek olumlu(!) yanı buydu. Rejim tarafından kuşatılmış birçok bölgeye girmemize yardımcı oldu. Tabi rüşvet ve aracılar yöntemiyle. Bu yolsuzluk bizim işimize çok yaramıştı. Bir gün Baba Amr’a gittiğimizde bizden rüşvet olarak 1 milyon Suriye lirası istemişlerdi. Sırf içeri girebilmek için. Bir anlaşma yaptık. İçeriye girebilmek için 500 bin verdik. Yapabildiğimizi yaptık ve çıktık. Şam’a gelince ise, oradaki güvenlik unsurlarından geçmenin zorluğu her şehirde bilinirdi. Suriye’nin tüm vilayetlerinde ayaklanmalar oldu. Allah hepsinden razı olsun ama bence Şam’da yapılan faaliyetler çok daha etkileyiciydi. Şam’daki sıkı güvenlik şartları göz önüne alındığında durum daha iyi anlaşılabilir.

Bazı zamanlar, insanları hayal kırıklığına uğrattık. Beklentilerini karşılayamadık yani. Mesela ben kışın kıyafet getirirdim. İnsanlar ‘Allah razı olsun. Ama ben açlıktan ölüyorum. Kıyafetleri mi yiyeyim?’ derdi. Yaklaşık bir yıl boyunca bu alanda çalıştım. Çünkü bir yılın sonunda tutuklandım. Son zamanlarda fark ettik ki, iş birliği yaptığımız rejim memurları arkamızdan iş çevirip bize tuzak kurmuşlar. Çift taraflı oynamışlar yani. Hem bizden rüşvet alıp hem de adımızı kirletmişler. Tabi tüm sivil aktivistler tarafından bilinen bir şey vardır. Bizler belirli bir yerde duramayız. Benim evim Rukneddin’de idi. Faaliyetler için birkaç merkez kurmuştuk. Merkez Bankası’na yakın olan Seba Baharat mahallesindeki yerde oturuyordum ben. O memurlarla iletişimde olan bir arkadaşım beni aradı ve dedi ki ‘Beşar, güvenlik güçleri nerede olduğunu biliyor. Bölgeyi çevrelemişler. Hemen benim seni alabileceğim bir yere kaçmaya çalış. İçeri giremiyorum çünkü!’ ‘Tamam’ dedim. Eşim de benimle birlikte idi. Hiç unutamıyorum o anı. Eşim ise hiçbir şey bilmiyordu. Aldım onu, kapıya götürdüm. Alnından öpüp sarıldım. ‘Hakkını helal et!’ dedim. ‘Ne oldu ki?’ dedi. ‘Hiçbir şey, öylesine’ dedim. Evden çıkıp yan sokaklardan kaçmaya çalıştım. O zamanlarda, güvenlik güçleri arabaları durdurup kimlikleri alırlardı. Devrimin başında, yayaları kontrol için durdurmazlardı. Parlamento girişindeki Seba Baharat kontrol noktasına kadar yürüdüm. Birden ‘İşte burada!’ diye bağırmaya başladılar. Etrafımda 15 asker vardı. Her zamanki tekniklerini uyguladılar. Gömleğimle yüzümü kapattılar önce. Ve dövmeye başladılar. Yaşlı bir kadın sesi duydum. Nerede o şimdi bilmiyorum. Allah rahmet eylesin ona, inşallah yaşıyordur. Beddua etmeye başladı. ‘Lanet olsun size. Sokak ortasında adamı niye dövüyorsunuz?’ dedi. Aşağılandım, dayak yemedim sadece. Seba Baharat meydanında oldu bu. İç çamaşırım hariç tüm kıyafetlerimi çıkarıp sokak ortasında dövmüşlerdi beni. Cisr el-Ebyad bölgesinde bulunan, el-Erbain şubesine götürdüler.

Ellerine düştüğümü anlamıştım. Girer girmez o meşhur karşılama ile karşılandım. Dayak ve hakaretlerle tabi. Bu şubede öyle uzun bir merdiven vardı ki, kaç adım çıktığımı hatırlamıyorum. Belki 50, belki 60. Her yukarı çıktığımızda ben artık vardık diye düşününce, beni aşağıya itecek gibi davranıyorlardı. Orada iki gün bir gece geçirmeme rağmen çok fazla işkence gördüm. Sonunda beni bir odaya götürdüler. Kendimi o anlarda bir sinek gibi hissettim. Kimin yanından geçsem bana vuruyordu. Kimi silahıyla, kimi sopasıyla, kimi tokat atarak. Sonunda beni bir odaya bıraktılar. Geceleri saatin kaç olduğunu bilemezdim. Beni, yaşlı bir adamı ve bir çocuğu aldılar. Dördüncü kişi de sonradan geldi. Çok karanlık bir gecede el-Hatip şubesine götürdüler bizi. El-Hatip’e vardığımızda da aynı şekilde karşılandık. Bu, tüm şubeler tarafından zaten bilinir. Böyle ‘Hoş geldiniz!’ derlerdi. Hakaretler ve küfürlerle tabi. Bir diğer karşılama da tüm kıyafetlerini çıkarmak şeklindeydi. Tamamen çıplak bir şekilde durduk. Birbirimize yakınlaşmaya zorladılar. İki gün sonra, koyu lacivert bir üniforma giydirip sorgu odasına götürdüler. Odaya girdiğimde konuşmaya başladım. Sonra da sorgu yapan sormaya başladı. ‘Der’a’dan mısın?’ diye sordum. ‘Tüm Suriye Der’a’nın çocukları için ayaklandı. Sen ise hala bu rejime mi hizmet ediyorsun?’ dedim. Ne oldu bilmiyorum ama onu bu sözlerimle baya kızdırmıştım. Beni dövmeye başladı. Uyandığımda kendimi yeni bir hücrede buldum.

1 Mayıs 2013 tarihine kadar orada kaldım. Yani neredeyse 2-2 buçuk ay. Beni her gün sorguladılar. İşkence sırasında en çok uyguladıkları yöntem, ellerimizden tavana asmak ve falakaydı. Bizi tek bir sıraya dizerlerdi. Hepimiz çıplağız tabi. Ayaklarımızı kaldırırız ve çok şiddetli bir şekilde vururlardı. El-Hatip şubesi Şam ve çevresinden sorumludur. Çoğunluk Guta’dandı. Geri kalan ise Şam ve çevresindendi. Her yaştan insan vardı. Küçük çocuklardan, yaşlı adamlara kadar. Her türlü meslek ve gruptan. Zindandaki en küçük kişi neredeyse 13 yaşında idi. Zebadani’dendi. Niye burada olduğunu anlattı bize. Devrimciler ilçedeki bir tankı çalmışlar. Çocuğu da bununla suçluyorlar. Bu çocuk hiç tank sürebilir mi? Sorgu odasına her gidip geldiğinde, ona ne yaptıklarını anlatamayacak kadar utanırdı. Ona da işkence ediyorlardı. Açıkça belliydi ne olduğu. Ama asla söylemezdik, konuşamazdık. Geri geldiğinde bazı izler olurdu. Kalçasında kan lekeleri vardı. O, Allah rahmet eylesin, şehit oldu. Tecavüzden dolayı. Biz kapıya vurmaya başladık. Gardiyan ne dedi peki? ‘Bekleyin belki hamile kalır’ dedi. (Beşar Vanli ağlıyor.)

Mahkûm itiraf etmeyince sorgulayıcı sıkılırdı. Mahkûm 285 numaralı bölüme gönderilirdi. Onlara göre burası cehennemin kendisiydi. Bindirilme yöntemimiz çok garipti. Ama sonradan anladık. Otobüslere bindirdiler bizi. Gözlerimizi bağladılar. Dört çeşit göz bağı vardı. Beyaz, yeşil, kırmızı ve siyah. Benim gözlerimi beyazla bağlamışlardı. Otobüs şubeye vardığında, bizi bir alana götürdüler. Gözlerimizdeki bağın rengine göre bizi ayırmışlardı. Sonradan anladık ki, beyaz göz bağı sivil faaliyetler demekmiş. Kırmızı göz bağı silahlı faaliyetleri, Özgür Suriye Ordusu’nu temsil ediyor. Yeşil göz bağı kişinin mezhep kavgası çıkardığını gösteriyormuş. Siyah göz bağı ise büyük ihtimalle direkt öldürüleceklere işaret ediyordu. Kapıdan içeri girdiğimizde diğer şubelerdeki gibi direkt hakaret ve küfürler ettiler. Merdivenlerden inmeye başladık. Sonunda zindana ulaştık. Bir gün sonra gardiyan dosyalarımızı hazırlamak için geldi. Beni dışarı çıkardı. Elinde de sigarası vardı. Hala izleri duruyor. Vücudumda sigarasını söndürmüştü. Sorgu odasına girer girmez, dizlerimin üstüne çökmemi emrettiler. Bir masa vardı. Ben gözlerim bağlı olmasına rağmen alt taraftan masayı görebiliyordum. Birden sorgulayıcı seslendi. ‘Bak Vanli, tartışmaya gerek yok. Ne kendini ne de beni uğraştır. İmzala şurayı, hücrene dön. Biz de seni Adraa hapishanesine gönderelim’ dedi. ‘Kâğıtlarda ne yazıyor?’ dedim. Görmediğimi söyledim ama görüyordum, kâğıtlar bomboştu. Dövmeye başladılar. İki gün sonra başka bir gardiyan geldi. Tek kalacağım bir hücreye götürdü beni. Yaklaşık 20 gün orada kaldım. Orası baya kötüydü, çünkü tuvalet falan yoktu. Günde bir kere yeşilimsi bir ekmek getirirlerdi yemem için. Birisi küflü bir şey yediğinde affedersiniz ama ishal olur. Ve ben bunların hepsini aynı hücrede yaşıyordum.

Yıkanmama izin vermeleri için çok yalvardım onlara. Düşünsenize pisliğin üzerinde uyuyor ve yine orada yemek yiyordum. O hücrenin içinde öleceğimi sanmıştım. Uyuz olmuştum. Tüm vücudumu kabuklar bağladı. Çok kaşınıyordu. Her yerim kaşımaktan kanıyordu. Yaşadıklarımı unutup kendisiyle konuşacağım birini düşündüm. Bunu beynimde oluşturdum. Kimse yok aslında, hayali biri yani. Ona bir isim verdim ve sohbet etmeye başladım. Dövüldüğüm sıralarda defalarca onu gördüm. Gözlerime inanamıyordum. Kafam öyle karıştı ki! Orada kimsenin olmadığını biliyordum. Sadece delirmeyeyim diye düşündüm onu. Onu gerçek gibi görünce de aklım almıyordu. Elbette aklımı kaybettim o sıralarda. Çok berbat bir dönemdi. 20 gün sonra beni toplu hücreye götürdüler. Neredeyse 15 kişiydik. Hepimizi bir avluya çıkarttılar. Büyük bir avlu idi. Gündüz vakti, güneş tepemizde. Bir asker üzerimize bir madde döktü. Bulaşık deterjanı gibi bir jeldi. Bir diğeri hortumla su tutuyordu. Üçüncüsü de elinde sarı süpürgelerden tutuyordu. Bizi böyle temizlemeye başladılar. Biri su döküyor, diğeri de çöp süpürgesiyle temizliyordu. O bölümde yaklaşık iki ay geçirdim. Çok fazla sorgulama oldu. Beni şok eden bir şey daha vardı. O da tersten asmalarıydı. Beyne çok ağır gelen bir şey bu. Ayaklarımızdan tavana zincirlerlerdi. Sanki darağacı gibi. Her iki tarafta da uzun demirler vardı ve tepeden sallanan halatlar. Hepimiz yan yana bağlanırdık. Bilincimi kaybetmiştim.

İşkence anında ölmeyi diledim. Çok zordu, çok zor. Gardiyan, hala adını unutmam, İskender’di. Hücrenin kapısını açardı. Toplu zindan gibi bir şeydi. 15-20 kişi vardık. Ve herkesin belirli bir hayvan sesini taklit etmesini emrederdi. Hala hatırlıyorum. Yaşlı biri vardı. İdlip/Seragib’tendi. Köpek sesini taklit ediyordu. Taklit yaptıktan sonra ise ikinci bir oyun başlıyordu. Herkesi çift şekilde karşılıklı durdurdu. Ve her biri karşısındakine tokat atacaktı. Kim ‘Ah!’ derse, gardiyan onu alıp daha çok döverdi. ‘Ah!’ demeyen de hücreye geri dönecekti. Şansım o kadar kötüydü ki, yaşlı birine denk geldim. Ona vuramadım. Ne yapacağımı da bilmiyordum. Vuramadım, yapamadım ki! Denedim ama yapamadım. Ona vurmamı istedi ama ben kendimi engelledim. ‘Olur mu öyle?’ dedim. ‘Olur mu hiç öyle?’ (Beşar Vanli ağlıyor)

Bir mahkûmun nasıl delirdiğini anlatayım size. 40-45 yaşlarında idi. Bir kopma seviyesi oluyor. Ben de yaşamıştım zaten. O da iyice delirdi. Kendisi farkında değildi. Konuşuyor ama konuşan o değil. Sen o zannediyorsun ama o değil aslında. Nasıl oluyor bilmiyorum. Ayağa kalktı ve Beşar Esed’e küfretmeye başladı. ‘Sus!’ dedik, ‘Çok dayak yersin!’ dedik. Ama ne dediğimizi anlamıyordu. Sonunda gitti, küçük pencerenin yanında bir demir parçası buldu. Boynuna dayayıp gardiyana seslendi. ‘Gelmezsen intihar ederim!’ dedi. Gardiyan geldi ve o parçayı mahkûmun boynuna saplayıp öldürdü onu. Son sorguya götürüldüğüm zaman, her seferinde suçlamalarını arttırıyorlardı. En sonunda ne kadar aptal olduklarını ispatladılar. Beni ‘teröristlerle iletişim kurmakla’ suçladılar. Onlara yiyecek ve giyecek taşımakla suçladılar. Silahtan bahsetmeden tüm suçlamaları bir araya getirdiler. Ve terörist eylemlerde bulunmakla suçlandım. İmzalamam için emrettiler. Beni imzalamaya zorlayan son sorgulayıcıydı. Yanına girdiğimde elinde benim telefonumu tutuyordu. ‘Bak! Ya şimdi imzalarsın ya da karını ararım!’ dedi. ‘Hayır!’ deyip inkâr ettim. Yine dayak yedim tabi. ‘Oturt şunu!’ diye emretti askerine. Eşimi arıyordu ve hoparlöre aldı. Eşime ismiyle hitap ederek konuşmaya başladı. ‘Merhaba filanca bayan! Bana numaranı Beşar verdi’ dedi. ‘O iyi ama senin bana ihtiyacın varmış. Ben de arkadaşın olmak için senin yanına geliyorum’ dedi. Çok ahlaksızca konuştu eşimle. Ben de yerde diz çökmüş, dinliyordum. Çok zordu. Nasıl oldu bilmiyorum. Birden kalktım ve telefonu aldım. Yerde parçalamaya başladım. Yalın ayak olduğum için ayağım epey yaralanmıştı. Bu olay Adraa hapishanesine naklimden üç gün önce oldu. Gardiyan ‘Onu bana bırakın. Tüm gece nöbetim var zaten’ dedi. Hücreye geri götürdüler. Beni tüm gece döveceğini anlamıştım. Hücreden çıkarttılar bizi, altı mahkûmduk ama birbirimizi tanımıyorduk. Daha önce bahsettiğim avluya götürdüler. Geceydi bu sefer. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Aynı sorgulayıcı oradaydı. Hepsini görüyorduk. Ellerimizi arkadan zincirleyip dizlerimizin üstüne çöktürdüler. Yaklaşık 20 gardiyan vardı ve hepsinin elinde de demir sopalar. Kafalarımızı hedef aldılar. Yanımdaki dört kişi şehit oldu. Ben ve bir kişi daha hayatta kaldık çok şükür. Yanında telefonumu kırdığım sorgulayıcı, beni hepsinden daha çok dövdü. Hep kafama vurdu. Bayılana kadar vurdu. Sonrasında yaşadığım hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Eşim anlattı bana.

İyileştiğimde kendimi Adraa Hapishanesinde buldum. Birçok iltihaplanmalar geçirdim. Başımdan aşağıya irinler akıyordu. Yüzüm öyle şişmişti ki göremez oldum. Tabi ki rüşvet verdik. Rüşvet olayı rejimin tek olumlu yanıdır demiştim size. Hastaneye götürülmem için rüşvet verdik. Tedavi olmak istiyordum. Tişrin Askeri Hastanesine sevk edildim. Durumumun çok kritik, ölümün yakın olduğunu söylediler. Uzun bir koridoru ve insanların bağırışlarını hatırlıyorum. Sadece bunu hatırlıyorum. Yatağa zincirlenmiştim ve biri beni dövüyordu. Harasta’daki Polis Hastanesine sevk edilmem için sonunda ikna olmuşlardı. Saç derimin bir kısmını anestezi olmadan kestiklerinde, çok şiddetli bir eziyet yaşamıştım. Sanki dönerden bir et kesiyormuşsun gibiydi. Derimi çıkarmak için bıçak kullandı ama anestezi yapmadı. Korkunç bir işkenceydi ve bu hastanede yapıldı. (Beşar Vanli ağlıyor) Bu operasyon birçok soruna neden oldu. Kafamda bilemediğim bir tümör oluştu. İyi huylu da olabilir, kötü huylu da. Çok hastalık geçirdim. Kriz nöbetleri, epilepsi nöbetleri geçirdim. Hepsi bu iğrenç cerrahi operasyon yüzündendi.

Adraa Hapishanesi diğer yerlere göre cennet sayılırdı. Orada yaşamak biraz daha normaldi. Belirli bir dönemde, 2014 yılının sonlarında Adraa Hapishanesinde her gün hücre kapısı açılırdı. İki maskeli adam gelir, birilerini götürürlerdi. Aldıkları kişiler bir daha dönmezdi. Sonradan anladık ki, idam etmeye götürüyorlarmış. Terör Mahkemesinde her iki oturum arasında bir oturum daha yapılırdı. Her altı ayda bir oturum yapılırdı. O zaman Meymun İzzeddin diye bir yargıç vardı. Ben altı ay sonra mahkemeye götürüldüm. Yüzüme bakmadı bile. ‘Sen Beşar Vanli ’misin?’ ‘Evet!’ ‘Sen teröristsin!’ ‘Oturum ertelenmiştir’ Bu kadar. Adraa Hapishanesindeki isyandan sonra Süveyda Hapishanesine gönderildik. 31 Ağustos 2015’e kadar iki oturuma daha katıldım. O yargıçla olan son oturumumdu. Zaten her seferinde yeni suçlamalarda bulunuyordu. Yaklaşık on tane suçum(!) vardı. Çok saçma bir teknik. İlk suçum neymiş benim? ‘Sen silah taşımakla suçlanıyorsun’ Üstünü çizip ‘Ama masumsun’ dedi. Güldüm ben. ‘Tuğgenerali öldürmekle suçlanıyorsun!’ ‘Ama masumsun’ Suçların üstünü çizmeye başladı. Çok mutlu olmuştum. Tamam, dedim o an. Her şey düzelecek. Son iki suç kalmıştı. Biri şehirde güvensizlik çıkarmak gibi bir şeydi. Onun da üstünü çizdi. Son bir tane suç kalmıştı. ‘Sen teröristsin ve onlarla iletişime geçtin’ dedi. ’15 yıl hapis cezasına karar verilmiştir’ diye de ekledi. ‘Ayrıca herhangi bir Suriye vatandaşının sahip olduğu tüm haklardan mahrumsun!’ gibi bir şeyler daha söyledi.

Serbest bırakılmam için Terör Mahkemesinden biriyle iletişime geçtik. Hâkim bir miktar ücret istedi. 10 bin dolar, yani 5 milyon Suriye lirası. Sadece 24 saat Suriye’de kalmam şartıyla 10 bin dolar istedi. 24 saat sonra tekrar karar verilecek. Aleni bir şekilde hem de. Tabi bir aracı vasıtasıyla anlaşmıştık. Gerçekten de hemen karar çıktı. Ben de Suriye’den çıktım. ‘Tarafsızım’ diyen kişileri rejim yanlısı olarak görüyorum. Artık düşüncem değişti. Eğer sen ‘bana ne’ diyorsan, zulmü görüp de hakkı savunmuyorsan, senin de onlardan bir farkın yoktur. Çıktıktan sonra böyle düşünmeye başladım. Tarafsızlara inanmıyorum. Ya öyledir ya böyle! Başka bir seçenek yok! Gri diye bir şey yoktur. Ya da ‘Çocuklarım için korkuyorum!’ gibi sözler. Hayır, ben bunlara inanmıyorum. Ya Esed’in rakibi olursunuz ya da destekçisi! Başka bir seçenek yoktur. Ruhumdaki yaralar asla iyileşmedi. Herkes hakkını alana kadar da iyileşmeyecek. Sadece ben değil, tüm Suriye halkı ancak böyle tatmin olacak.

*Suriye’de aşağılık Esed rejiminin zindanlarından çıkmayı başaran Beşar Vanli’nin de aralarında olduğu ve kurtulan beş kişinin yaşadıklarının anlatıldığı ‘Ey Özgürlük’ isimli Arapça belgesel, gencmuslumanlar.com sitesi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?