Sednaya Hapishanesi’nin kapısından girdiğimizde bir avlu vardı. Tuğladan yapılmış bir binanın önünde durduk. Bizi yine aşağıya indirdiler. Hepimiz kelepçeliydik. Bizi merdivende koşturdular. Sonra sıra sıra dizdiler. Yüz kişiydik. Bir memur bizimle konuştu: “Herkes birkaç saniye içinde kıyafetlerini çıkarıp yanına koysun ve yere kapansın!” dedi. O hâlde iken sırtımıza vurmaya başladılar. Sesi çıkan olursa, orada öldürülürdü. Dayak yiyoruz ama sesimiz çıkmıyor. Bilmiyorum… Susuyoruz biz, dayak yiyoruz ama çıtımız çıkmıyor. Yüz kişiden, kırk beş kişi kaldık. Sadece bir saatte…

Koğuşa girdiğimizde ise 17 kişiydik. Girdikten sonra iki küçük çocuğu aldılar. Böylece 15 kişi kaldık. Hepimizi tuvalete tıktılar. Gardiyan bir mahkûmu dürttü. Adı Ramazan’dı. “Koğuş başı sensin!” dedi. Birkaç saat geçti. Hepimiz tuvalette korkmuş bir hâldeyiz. Askerler gidince ben cesaretlendim. Sednaya’da iken diğer şubelerin aksine yaşamam gerektiğini düşündüm. Ramazan bana cesaret veriyordu. İkimiz koğuşun ortasına oturduk. Sednaya’da ilk saatlerimiz böyle geçti.

Sednaya’da geçirdiğim 20 günü anlatacağım. Susuz geçen 20 günü… Su sadece bir gece geldi, o da damla damla… Ramazan’la ben hemen koştuk. Musluğu açıp hayatta kalacak kadar içtik. Bazı mahkûmlar susuzluktan öldü. Fayiz el-Ahmed, Ebu Ahmed amca gibi. Hama, Cisr el-Mezarib’ten de biri vardı. Adı Husam, kolunda “Ebu Muiyyed” diye bir dövmesi vardı. Soyadını hatırlamıyorum. Bir vücut geliştiriciydi. O da susuzluktan öldü. Bir kâsemiz vardı hücrede. Plastik bir kaptı. Tuvaletle hücreyi ayıran duvarda bulunurdu. Yüksekte bir yerde dururdu. Öyle bir hâle geldik ki, susadıkça mahkûmların çoğu bunu yaptı. O kâseye idrarlarını yapıp sonra da içerlerdi.

Gece mi gündüz mü olduğunu nasıl anlıyorduk? Bir ses gelir: “Koğuş başları! Kimin cesedi var? Kimde çürümüş bir ceset var?” diye sorarlardı. Bu sesle yeni bir güne başladığımızı anlıyorduk. En çok işkence gören, koğuş şefiydi. Koğuşa yemek almak için dövülmeyi kabul ederdi. Böyle olunca onun payı büyük oluyordu. Yemeği aldığı gibi neredeyse hepsini yiyordu. 15 kişiden 9 kişi kaldık.

Yirmi gün sonra bizi hücrelerden çıkardılar. Avluda toplandık. Aynı pozisyondaydık ama bu sefer oturduk. Bizi o gün bir yere götürdüler. Askeri Mahkeme olduğunu bilmiyorduk. Davamın bir savaş davası olduğunu ve askeri bir mahkemeye çıkacağımı bilmiyordum. Beni çağırdılar. “Nerelisin?” diye sordu. “Rakka!” dedim. “Hangi aşirettensin?” diye sordu. Aşiretimin adını söyledim. “Parmağını bas ve çık!” dedi. Hangi belgeye parmak bastığımı bilmiyordum bile. Size sırtımın nasıl kırıldığını anlatacağım. Çıplak hâllerimizle resmen birbirimizi kucaklıyorduk. Birden durdular. Önümdekini tutuyordum. “Sen!” dedi gardiyan. “Kaldır başını!” dedi. Kaldırmadım. “Aç gözlerini!” diye emretti. Eğer açarsam idam edileceğimi biliyordum. İtaat etmedim. Gözlerimi açmadım. Göğsüme vurmaya başladılar. Gardiyan şöyle dedi: “Ayakta tutun onu, kimse vurmasın!” O an arkamda koşan birini duydum. Koşup sırtımı hedef aldı. Demir ya da çelikten bir sopayla vurduğunu hatırlıyorum. Düştüm. O darbeyi yediğim an vücudumdan bir ateş çıktı. Sanki ruhum çıkmıştı. Bir buçuk ay boyunca hareket edemedim. Beni Ramazan taşımıştı. Kardeşten daha öteydi benim için. İnşallah yakında buluşacağız. Hacetimi gidermem için tuvalete taşırdı beni. Sanki sakat veya yaşlıymışım gibi. (Muhammed Şerif, ağladığından dolayı röportaja ara veriyor.)

Her gün ceset çıkıyordu koğuştan. İçeri 35 kişi girdiysek, yaptıkları işkence partisinde 10 kişi öldü diyelim, erkenden çıkartırlardı cesetleri. Çıkarması için koğuş şefini seçerlerdi. Gardiyan sürekli bağırırdı: “Koğuş şefi cezalandırsın onları!” derdi. Ceza almak için bir şey yapmadık ki… Sednaya’da birbirimizle konuşmuyorduk bile. Cuma günlerinin gelmesini istemiyorduk. Tabi orada zamanı, tarihi falan bilmiyorduk. Ama Cuma gününün geldiğini şuradan anlıyorduk: Asker botları dışında bir ses gelirdi. Cuma günü olduğunu o zaman anlıyorduk. Kemer ve kamçı sesleri geliyordu. Sanki cehennemden çığlıklar geliyordu. Biz oturmuş titriyorduk. Biran sonra kapı açıldı: “Koğuş şefi! Cezalandırılacak 10 mahkûm seç hemen!” dediler. İçeri girmeye başladılar. Biz duyuyoruz. On kişiyle başladılar. Yüz kırbaç yiyeceklerdi. Biri çığlık atarsa, demir bir sopayla boynunu kırarlardı. Cuma günleri daha fazla ceset çıkıyordu. Aralarında yaralı olan varsa, hâlâ yaşıyor olsa bile “Koğuş başı! Bu kişi yarın buradan ceset olarak çıkacak” derdi gardiyan. Allah’tan korkmayan biriydi. İnsanlığa dair hiçbir şeyi yoktu. Sanırım o yaralıyı banyoda öldürdüler.

Birbirini öldüren mahkûmlar da vardı. Önümüzdeki koğuşta neler olduğunu duyuyordum. Iraklı Saddam lakabına sahip birinin odasıydı. Kendisi öldürüp yine kendisi çıkarıyordu cesetleri. Kendine has aletleri vardı. Diğer askerlerdeki gibi kemerler ya da acı verecek başka şeyler. Bizim hücremize de geldiler. Bir memur ya da doktor geldi. “Ayağa kalkın!” diye emretti. “Yatın! Uzanın! Oturun!” dedi. Emirlerine uymak zorundaydık. Balık gibi seri olmalıydık. Ama sağlıklı olduğumuzu göstermemiz lazımdı. Ara sıra testler yapıyordu, hasta olup olmadığımızı görmek için. Ben o gün hiç hareket edemiyordum. Beni seçmişlerdi. “Adını ve tüm bilgilerini ver!” dediler. Birkaç gün sonra çağırdılar beni. Benimle birkaç kişi daha vardı. Herkes hastaydı tabi… Bizi merdivenden indirdiler. Aşağıda, görmediğimiz bir hücreye götürdüler. Demir bir kapıyı açıp içeri ittiler. Büyük bir yerdi ve alıştığımız ölüm kokusu mevcuttu. Alıştığımız sıvı kokular mevcuttu. İnsanlar, cesetler üst üste binmiş, yaratıldıkları gibi ordalardı. Çırılçıplak… Belki de yaşıyorlardı ama hepsi hastaydı. Yanımdaki mahkûmlar bayılmaya başladılar. Kapı her açıldığında eziyetimiz artıyordu. Ne su ne de yiyecek getiriyorlardı. Kapıdan atılan mahkûmlar dışında hiçbir şey yoktu.

Dışardan kazma sesleri duyuyorduk. Mezarlar içindir diye düşündük. Ben de bir sayıydım artık! Sednaya’da isimlerden ibarettik ama ölen her mahkûma bir sayı verilirdi. Oradan çıktığımda, sanki ölümden sonraki hayatı yaşıyordum. Hâlen daha, nasıl hayatta kaldığıma inanamıyorum.

Yemek getirdiklerinde ise, mesela çay diyelim. Nasıl getiriyorlar çayı? Bir kovanın yarısı dem ve yarısı su… Çay kovasıyla birlikte gelip “Koğuş şefi! Sen kapıda dur!” diyorlardı. Duruyordu orada. Çay geliyor ve tepesinden aşağıya döküyorlar kovayı. Çay çok sıcak tabi… Adam yanıyordu ama konuşamazdı. Sonra gidiyorlardı. Biz de demir kapı kapanana kadar bekliyorduk. Koşup koğuş şefini yalıyorduk ya da dökülen çayı elimizle alıp içmeye çalışıyorduk. Mahkûmlardan önce kovadan içmeye çalışıyordum. Nefsimi, içtiğime tatmin etmem lazımdı. Yerde ishal kalıntıları olsa dahi içiyorduk. Ayrıca çayın adamın vücudundan nasıl aktığını da görüyorduk.

Dört veya beş battaniyenin üst üste serildiği gün, onlarla örtünmemiz hatta onlara yaklaşmamız yasaktı. Ama koğuşta kalacaklardı. Askerlere aitti, bitlerle dolu ve kirlilerdi çünkü. Birden aralarından ya fare ya da sıçan gibi bir şey kaçtı. Kimsede ses yoktu. Hepimiz sessizce yaklaştık. Bu fareyi kim yakalayacak? Her neyse, yakaladık onu. Paylaşıp yemek için aramızda anlaştık. Birisi “Hepimiz vebaya yakalanırız” dedi. Tabi biz, yere vurduk onu. Ya sıçan ya da fareydi ama öldü. Ölmek istemiyorduk. Eğer onu yiyip öleceksek, yemeyelim daha iyiydi. Biri “Gidip tuvalete atacağım onu!” dedi. Tuvalete atacaktı. Arkasından gittiğimizde, onu fareyi yerken bulduk. Bazen bize zeytin getirirlerdi. 20 zeytin diyelim. Yanında da 3-5 ekmek. Biz 35 kişiydik, 20 zeytini nasıl paylaşacaktık? Kimisi zeytini, kimisi de çekirdeğini yerdi dönüşümlü olarak. Zeytin çekirdeği kırıldığı zaman içinden sarı bir şey çıkıyor. Eminim kimse bunu bilmiyordur. 5 yumurta getiriyorlardı mesela. Paylaşırdık, kimi kabuklarını yerdi. İshal olanlar kabuklarını yerdi. Böyle anlaşıyorduk. Çünkü kabuğu mideyi dengelerdi. Battaniyeden bir ip çekerdik. Askerlerin battaniyelerinden. Yumurtaları kesip paylaşmak için. Hep açtık! Açlıktan ağladığım olmuştu.

Cesetleri çıkarttıktan sonra koğuşa gelirlerdi. Sabah 05.00 ya da 06.00 gibi aldıklarında mesela. Duş saati 11.00 veya 12.00 gibi oluyordu. Hepimiz çıplağız yine. Koğuştayken bizi sıraya koydular. Gardiyanlar geldi, çıkardılar bizi. Hepimiz çırılçıplak! Solunda bölmeleri olan bir kapıya geldik. İşte banyo burası! Girdiğimiz gibi suyu açtılar. Su ya çok sıcak oluyor ya da buz gibi. Aynı zamanda dayak yiyoruz. Yerde bir sabun olur. “Getir!” diye emrederler. Almak için biri eğilir ve anında kafası yerde olur. Kafasına vururlar. Döverken kullandıkları aletlerden birini mahkûmun kalçasına tıkarlardı. Bizi öyle döverlerdi ki, duştan temiz çıkacağımıza, suyla yıkanmamıza rağmen kan içinde çıkardık. Kıpkırmızı oluyorduk. Banyoda ölen biri olursa, gardiyan sürüklememizi emrederdi, koğuşa götürmek için. “Alın şunu!” derdi. Mesela ben bir bacağından, başka biri de diğer bacağından tutardık. Gözlerimizi kapatıp koşardık. Kalçalarını tıkarken ise uzanmalarını emrederler. Bağırtana kadar bunu yaparlardı. Bazıları bağırsakları delindiği için öldüler. Dünya orada yaşananları nereden bilecek?

Gardiyanları seslerine göre tanıyorduk. Ben ve Sednaya’daki herkes tarafından bilinen küfürlü işkence sesi: “Kesin konuşmayı! …………!” diye uzunca olandı. Bunu duyunca ölümün geldiğini anlıyorduk. Bu, fazla işkence demekti. Bir gün seslendiler bana. Filistinli Hacer el-Esved’den olan Ahmet Abbuş ile görüşe çıkardılar. O gün önümü göremiyordum ben. Ahmet yanımdaydı. Yan yana duruyorduk. Bana “Anne!” dedirten şey neydi, bilmiyorum. Annem beni duyunca, benim ben olduğuma inanamadı. Beni ziyaret ettiğinde “Hayır, gelme! Kendini yorma!” demiştim. “Beni nasıl buldun?” diye sormak istiyordum ona sadece. Ama asker “Kafanı parmaklıklara sokacağım şimdi. Ziyaret bitti” dedi. Ahmet de benimle döndü. Ahmet’e de dönerken benim gibi eziyet etmişlerdi. Annesini gördüğü için mutluydu tabi. Ama o, koğuşta öldü. Annem beni ziyaret ettiğinde, vücudumun nasıl çöktüğünü görmüştü. O bir avukat olduğu için ne yapacağını biliyordu. Aracılarla iletişim kuruyordu. Ben, onlar anlattığında öğrendim bunları. Tedavi görmem için para göndermiş. Sivil hapishaneye ya da hastaneye gönderilmem için. Tişrin Hastanesi’ne sevk edildim. Bundan haberim yoktu. Adımı söylediler. Benimle beş kişiyi aldılar. Herhangi bir anestezi uygulanmadan sırtımdan biyopsi alındı. Sanırım odada 10 kişiydik. Ertesi sabah uyandık. Uyandığımızda çok sert ve suratsız iki asker geldi. Tek tek hastaları gezdiler. O gün birinin boynunu plastik bir iple nasıl kırdıklarına şahit oldum. Ne olduğunu bilmiyorum ama ellerinde bir şey vardı. Plastik ya da şeffaf bir şey… Mahkûmun boynuna koyunca tek hareketle onu öldürdü. İlki böyle gitti. Sonra da ikinci ve üçüncünün yanına gitti. Bizimle olan üç kişi bu şekilde öldü. Aynı gün birkaç saat sonra hapse geri döndük.

Sednaya’da sıradan bir gündü. Demir kapıdan bir ses duyuldu: “Birkaç saniye içinde herkes uyusun!” Herkes aniden uyuyakaldı. Ben ise oturdum. Uyuyabilir miyim, uyanabilir miyim diye düşündüm. Bana ne olduğunu ne zamana kadar böyle gideceğini düşündüm. Tuvalet çeşmesinden su aktığını işittim. Beni kaldıran şey neydi, bilmiyorum. Hâlbuki o zamanlar yürüyecek gücüm yoktu. Su içtim. Ağzımı koyup çeşmeden su çektim. Daha çok suya ihtiyacım vardı. Namaz kılmam gerektiğini hissettim. Dışarı çıktım. Her yerde cesetler, mahkûmlar tabi… Dizlerimin üstüne çöktüm. Kıble neresi bilmiyordum, nasıl bulacağımı da. Namaz kılmaya başladım. Aynı zamanda dua ediyordum. Sadece Allah ile konuşuyordum. Konuşuyorum ve ağlıyorum. O an ne yanımdaki mahkûmları ne de cesetleri hissettim. Sanki o an bir taş vardı kalbimde, gönlümü tutan bir şey! Ağır bir şey yani… Yakıyordu ciğerimi sanki. Yaşlar sadece gözümden değil, kalbimden de akıyordu. (Muhammed Şerif ağlıyor)

Çarşamba günü fecir vaktiydi. “Allah’ım, bugün çıkart beni!” diye dua ettim. Bu duayı eder etmez, göğsümde hiçbir ağırlık kalmadı. Gözyaşlarım kurudu sanki. Rahatladım. Kapı açıldı. Ayak sesleri, onlar yaklaştıkça yükseliyordu. Kapının ardından ismimi söylediler: “Muhammed Favvaz Şerif!” Adımı duydum. Yerimde donakaldım. Hatta yanımdaki mahkûm, kalkmam için dürttü beni. Korkudan dolayı bir an, idam edileceğimi düşündüm. “Koğuş şefi nerede!” diye bağırdı. “Buradayım efendim!” dedi. “Ne kıyafet varsa giydir şuna!” dedi. “Hiç kıyafetimiz yok efendim!” dedi. Asker, adama küfredip hakaret etti. Beni de dövmeden dışarı çıkardı. Katlardan inip bekleme salonuna götürüldüm. “Al! Giy bu sivil kıyafetleri!” dedi. Sivil kıyafetler demek, serbest bırakılmak demekti. Kot pantolon ve siyah bir tişört giydim. “Aç gözlerini!” dedi. Ben gözlerimi kapattım ama bir yandan da giyiniyorum. Gözlerimi açmıyorum. Korkuyorum, ne olacağını bilmiyorum. İçeri girdiğimde bir adam vardı ama kim olduğunu hatırlamıyorum. Bana küfretmeye başladı. “Sen ……..…….., yaşamayı hak etmiyorsun! Seni buradan çıkarıp sivil hapishaneye göndereceğiz. Senin için değil, sırf ailen için. Çünkü onlar iyi insanlar! Gel buraya ……………..! Parmak bas şuralara!” dedi. Bir et arabasıyla çıkardılar beni.

Gülsem mi, ağlasam mı bilmiyordum. Nereye gittiğimi de bilmiyordum ama mutluydum. Perşembe günü askeri bir karargâha vardık. Orda güneşi gördüm. Sevinçten, aynı anda hem güneşe bakmak hem de gözlerimi kapatmak istiyordum. Güneşe bakamadım sevinçten! Çok güzel bir histi. O gün askeri karargâha vardığımda beni avluya bıraktılar. Biri beni çağırdı. “Adın ne?” diye sordu. “Muhammed Favvaz Şerif!” dedim. Kırmızı bir kâğıt çıkardı. Bir numara yazıyordu. “Bu, annenin numarası!” dedi bana. “Adra Hapishanesi’ne ulaştığında beni arayın” dedi. O an, Adra Merkezi Sivil Hapishanesi’ne gittik. İlk olarak tıbbi yetkili görevine atandım. Bir süre sonra ise Eczacı olarak çalıştım. Eczacı olduğum için, doktor reçeteyi yazdıktan sonra yanıma geliyorlardı. Mesela reçetede dört ilaç görüyorsam yine dört ilaç vermem lazımdı. Ama oradaki talimatlara göre eğer ilacın fiyatı yüksekse, reçeteden çıkartılmalıydı. Bu, ilaçları çaldıkları anlamına geliyordu. Hırsızlar, memurların kendisiydi. Bir memur ve yanındaki bir subay… Biri ilaçları hapishane dışında satacak, diğeri de polise teslim edecek, polis de mahkûmlara satacaktı.

Serbest bırakılacağıma dair ümidim kalmamıştı. Sürekli idamımı görüyordum. Çarşamba günü ziyaretçim olduğu söylendi. Annem gelmişti. Anneme neler olduğunu sordum. “Aracı bir avukatla görüştüm. O bu işleri biliyor, sana yardım edecek. Bir fiyatta anlaştık. 50 milyon Suriye Lirası ödeyeceğim!” dedi. Şu anda bu para 100 bin dolar ediyor. Beklemeye başladım. Perşembe günü 611 nolu hücredeydim. Kapıların kapanma sesini duydum. Bir konuşma sesi geldi: “Muhammed Favvaz Şerif, serbest bırakılması için kabul ofisine gitmelidir” Ben sanki o an uyuşmuştum. Telefona nasıl koştuğumu hatırlamıyorum. Hemen annemi aradım. Daha “Anne, ben serbest bırakıldım!” demeden, “Biliyorum!” dedi. Eve vardığımda anneme sarıldım ve ağladım. Kokusunu içime çektim. 15 gün Şam’da saklandım. Sonunda memleketim Rakka’ya gitmek için bir yol buldum. Beni götüren kişilere kontrol noktası açısından güveniyordum. Kürt kontrol noktasına vardığımda beni tutuklamak istediler. Annem hep ağlıyordu. Beni de ağlattı. Tabaka’dan önemli kişiler gelene kadar bekledim. Oradaki askerleri taşıyan insanlar bana aracı oldular. Rakka’ya girişim, eskiden şövalye kontrol noktası denilen yerden olmuştu. Sol tarafımda, okuduğum üniversiteyi gördüm, yerle bir olmuştu. Gözlerime inanamadım. Eve gidene kadar ağlamaya devam ettim. Suriye’de hiçbir şey kalmadı. Umarım hapishane diye bir şey olmaz artık, asla… SON.

*Bu metin, Muhammed Favvaz Şerif’in de aralarında olduğu, Suriye’de aşağılık Esed rejiminin zindanlarından çıkmayı başaran beş kişinin yaşadıklarının anlatıldığı ve gencmuslumanlar.com sitesi tarafından Türkçeye çevrilen ‘Ey Özgürlük’ isimli Arapça belgeselden alınmıştır.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?