Bana, “Anne, bana söz verip yemin etmeni istiyorum.” dedi. “Benim mi yemin etmemi istiyorsun?” dedim. Sonra kalktı ve Kur’an-ı Kerim’i getirip masaya koydu. Bana bakıp dedi ki: “Bana söz vereceksin anne! Ben ölürsem davamızı bırakmayacağına söz ver anne! Sen ölürsen ben asla davamızdan vazgeçmem!” Kur’an-ı Kerim’in üzerine elimi koyarak yemin ettim. Bunun üzerine yüzlerce el de benim gibi Kur’an’a el basarak yemin etti. Oğlum Abdullah’a söz verdim ve o günden beri davayı asla bırakmadım. Bana bakıp “Anne, acıdan ölüyorum.” dedi. “Keşke ben ölsem senin yerine…” dedim. Keşke ömür hediye ediliyor olsaydı da sana ömrümü hediye etseydim. Beni soruşturmaya götürdüler. Çıkarken gözlerim bağlı değildi. Kızımın eşi Muhammed’i gördüm. “Muhammed!’ diye çağırdım. “Allah yardımcın olsun, sabret!” dedim. Bana doğru bakıp dedi ki: “Keşke sesini burada duymasaydım! Ne işin var burada? Kim seni getirdi buraya? Sırf Deralı olduğun için ölmen gerekiyordu.”
Ben Hasna el-Hariri. Hûran’a bağlı Busra el-Harir ilçesinde yaşıyordum. Benim on çocuğum var. Beşi kız, beşi de erkek. Daha başlarındayken biz de Suriye Devrimine katıldık. Bunun üzerine 2012 yılında tutuklandım. Tutuklanmamın nedenleri ise; teröristlerle(!) iş birliği yapmak, İsrail’den maddi destek almak(!), subay ve asker kaçırmak ve teröristlere destek olmak… Bunun üzerine hakkımda idam kararı çıkarttılar. 2014 yılında ise gözaltı merkezinden kurtuldum. Bundan önce ben eşimle beraber çalışıyordum. Lübnan-Şam arasında ilaç ticareti ile uğraşıyorduk. İşimizden dolayı her gün sınır kapısından geçerdik. 27 yıl boyunca sürekli olarak bu işi yaptık. Suriye’den Lübnan’a, Lübnan’dan Suriye’ye sürekli gidip gelirdik. Rejim bize, sanki yabancıymışız gibi davranırdı, Suriyeli olduğumuz hâlde. Suriyelilerin kendilerini vatandaş olarak hissettikleri bir hakları yoktu. Sınırlarımızın içinde olmamıza rağmen, rızkımız ve yaşamımızdan ötürü rejim adeta düzenli olarak hırsızlık yapardı. Sınırlarımızda durup bize ancak çile çektirirlerdi.
Bu durum 18 Mart 2011 tarihine kadar devam etti. Ben, bu tarihte başlayan devrim hareketine ilk katılanlardanım. O zamanlar Lübnan’dan dönüyordum. Duyduk ki, Suriye istihbaratı Dera’nın gençlerini teslim etmek istemiyordu. Böyle olunca halk ile güvenlik güçleri arasında çatışma çıktı. Ben de bunu duyunca hemen Şam’dan Dera’ya geldim. Dera’ya vardığımda Ömeri Camisi’ne gittim. İnsanlar orada toplanmış, tekbir getiriyorlardı. Ben de Ömeri Camisi’nde onca insanın arasında durdum. Orada üç gün kaldım. Askeri birlikler ve Muhaberat olay yerine geldi. “Hemen geri dönün evlerinize! Geri dönün! Geri dönün!” dediler. İnsanlar ise “Evlatlarımızı istiyoruz, ıslahat istiyoruz!” dediler. Sonra askerler üzerimize ateş açtı. Kimse bize ateş açabileceklerini düşünmüyordu. Her şey orada başladı. Düzenli olarak barışçıl protestolar yapıldı. Ama her zaman bunun karşılığı olarak ateş açılırdı. Bir müddet sonra bizim evlerimizi basmaya başladılar. Evlerimize girmeye başladılar. Evlere girince gördükleri her şeyi yakıyorlardı. Mahsulleri, yemekleri mazot dökerek yakıyorlardı. Suriye halkının evlerinde hiçbir zaman silah bulunmazdı. Böyle bir şey aklımızdan bile geçmezdi. Evlerimize girilip mallarımızın çalınacağını, kızlarımıza tecavüz edileceğini, evlatlarımızın tutuklanacağını hiçbir zaman düşünmezdik. Biz; belki sadece gözaltı olur, belki hapse atarlar, belki de sadece tehdit edip korkuturlar diye düşünmüştük. Meğer durum bundan çok daha ciddiymiş.
Ben, gençleri evimde saklardım. Onlar için endişe ederdim. Ordu şehre girdiğinde gençler mağaralarda saklanırlardı. Birinin onlara yemek, su götürmesi lazımdı. Ben çıkıp yemek alırdım. Yaralı olanlar için ilaç alırdım. Su alırdım, gençlere götürürdüm. Durum dayanılmaz bir hâle geldi. Askerler halka karşı zorbalık yapıyordu. Gözlerimizin önünde kızlarımızı almak istiyorlardı. Askerler şehre her girdiklerinde 10-15 kişi şehit düşerdi ve onlarca genç yaralanırdı. Onları tedavi edecek birileri de olmazdı. Biz de yaralıları boş evlere veya harabelere götürüp oraya doktor çağırırdık. Ben de o boş ve karanlık evlerde çakmağı yakarak doktorun dikişleri atabilmesi için yardımcı oluyordum. Vallahi şu dizlerimiz üstünde kaç tane şehit verdiğimizi yalnızca Allah bilir. Kucağımda şehit düşenlerin Naim Cennetlerine girmeleri için dua ederdim. Yaralılarımıza şifa vermesi için Allah’a yalvarırdım. Bir genç kucağımdayken, “Anne iyileşecek miyim?” diye sordu. “İyileşeceksin anneciğim!” dedim. Bana bakıp dedi ki: “Anne acıdan ölüyorum!” “Keşke ben ölseydim senin yerine! Keşke ömür hediye ediliyor olsaydı da sana ömrümü hediye etseydim!” dedim. Yaklaşık yarım saat sonra kucağımda öldü. Üç gün boyunca o evde saklandık. Şehit genci defnetmek için dışarıya çıkamadık. Bir müddet sonra tek başıma çıkıp onu ellerimle defnettim. Ben tek başıma yirmiden fazla şehidi defnettim. Yirmiden fazla… Tek başıma… Benim evlatlarım kucağımda ölüyorlardı. Ama elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Dera kuşatıldı. Artık Dera’ya ne ilaç girebiliyordu ne de yemek. İnsanlara faydalı olan her şeyin artık Dera’ya girmesi yasaktı. Ben tarlalardan gizlice geçip şehrin dışına çıkardım. Yanıma ne alabilirsem alıp şehre dönerdim. O tarla yolundan böyle gidip gelirdim. Benimle beraber iki genç daha olurdu ama Busra’ya onlar giremezlerdi. Ben tekrar dönene kadar onlar tarlada bekleyip bana yardım ederlerdi. Eşyaları götürüp dönerdim. Dera’daki gençler hastalandı. Yaralıların yaraları iltihap kaptı. Çünkü yaraları için tuzdan başka ilaç yoktu. Ben şehrin dışına çıktığımda onlar için antibiyotik, ağrı kesici ve yara bantları getirirdim. Bu durum, 5 Temmuz 2012 tarihine kadar devam etti. Saat sabah 09.00 idi. Ben evde ekmek yapmak için hamur yoğuruyordum. Ekmeği, saklanan gençlere gönderecektim. Ordu şehri bombalamaya başladı. Farklı silahlarla şehri yağmaladılar. Bir eve bomba düştü, dokuz çocuk öldü. Daha askerlik çağına bile gelmemiş gençler, silah ya da başka bir şey kullanmayı bilmiyordu. Vallahi gençlerin korkudan ödleri patlıyordu. Aileleri için, kardeşleri için, anneleri için üzülüyorlardı.
Busra el-Halil’e beş tane askeri nokta yerleştirmişlerdi. O günkü çatışmalarda üç gencimiz şehit düşmüştü. Akşam şehitlerimizi defnetmek için mezarlığa gittik. Onları o gece defnederken mezarlığa bomba attılar. O gece on bir kişiyi defnettik. Onlarca da yaralı vardı. Bu olaydan sonra insanlar mağaralarda saklandılar. Bir hafta, on gün… Çocuklar açlıktan ağlamaya başladı. Yemek istiyorlar, süt istiyorlar, su içmek istiyorlardı. Biz de mağaralarda, yerin altında saklanıyorduk. Bazen gizlice çıkıp alabileceğimiz ne varsa alıyorduk. Bu iş kolay değildi. Ne alabilirdik ki? 18 Temmuz 2012 tarihine kadar bu hâl sürdü. O tarihte şehir bombalanmaya başladı. Her defasında on roket birlikte atılırdı. Direkt evler hedef alınırdı. Şehir yerle bir edildi. Sonra şehre tankları gönderdiler. Sanki askeri bir cepheye saldıracaklardı. Vallahi onlar İsrail’e bir kere bile olsun bir cephe açmadılar.
Oğlum Abdullah ve arkadaşları on üç kişiydiler. Tanklar şehre girmesin diye yolun üzerinde durup onları engellemeye çalışıyorlardı. Bir tank, onların üzerlerine bomba attı. O on üç genç şehit düştü. Oğlum Abdullah da aralarındaydı. Ben yaklaşık 20 metre uzaklıktaydım. Uzaktan bir gencin olay yerine koşarken “Abdullah el-Hasna şehit düştü!” dediğini duydum. Ben emin olmak için o genci durdurdum. Ona “Yavrum kim şehit düştü?” diye sordum. “Bilmiyorum.”dedi. Ben, “Abdullah dediğini duydum.” dedim. “Senin neyin oluyor Abdullah?” diye sordu. “Komşusuyum.” dedim. “Abdullah şehit düştü!” dedi bana. Olay yerine koştum. Yavruma yaklaştım. Her tarafı kan içindeydi. Ellerimi kanına batırıp göğsüme sürdüm. “Abdullah, seni Allah katında şehit saydım.” dedim. Elhamdülillah… Elhamdülillah… (Hasna Hariri ağlıyor.) “Beni affet yavrum!” dedim. “Senin yanında duramayacağım! Seni defnedemeyeceğim! Yaralı arkadaşlarına yardım etmem lazım!” dedim.
Tutuklanmama gelince, kuzenim ve kızımla birlikte arabamla şehir dışına süt ve ekmek almaya İzra yolundan çıktık. 12. Askeri Tugayın önünden geçerken askerler yolun sonunu kesmişlerdi. Kuzenime, “Bunlar bizim için yolu kesmişler!” dedim. Bizi durdurup şubeye götürdüler. Bizi sorguya çektiler. Kızımı taciz ettiler. Kokularından sarhoş oldukları belliydi. Bizi hapse attılar. Bizi sorguya çeken askeri tugayın başında Muhsin Mahluf vardı. Gece, bulunduğumuz hapishanenin arkasından kazma sesleri geliyordu. Pencereler biraz yüksekti. Kızıma dedim ki: “Sen bana yardım et de pencereden bakayım, bu ses neyin sesi?” Kızımın sırtına çıktım, pencereden baktım. Duvarın yanında beş-altı ceset vardı. Askerler orayı kazıp gençleri gömdüler. Şu an oraya gidersem, gençleri nereye gömdüklerini size gösterebilirim. Orada bulunduğum süre boyunca düzenli olarak her gün bu tür sesleri duyardım. Her gün yeri kazıp cesetleri defnederlerdi. Orada on iki gün kaldık. Sonra bizi başka bir yere götürdüler. Orada da kuzenim ve kızımla birlikte bir hafta kaldık. Sonra bizi Dera’daki Askeri Güvenlik Şubesi’ne götürdüler.
Ben Dera’daki askerî merkeze girdiğimde anladım ki, büyük bir felaketin içindeyiz. Bütün Suriye, büyük bir felaketin içindeydi. Bizi bir bodrum katına götürdüler. Her yere kan bulaşmıştı. İnsanlar üst üste oturuyorlardı. Gelen sesleri duyunca kızımın elini sıkıca tuttum. O an anladı ne diyeceğimi. İyice sıktım elini. “Gerekirse öl ama kimsenin sana yaklaşmasına izin verme!” dedim. Bizi koridorda 48 saat ayakta beklettiler. Ellerimiz ve gözlerimiz bağlıydı. Yanımızdan geçen her asker bize vururdu. Merkez insanlarla doluydu. Erkek-kadın karışık… Herkes ayakta duruyordu. Kimsenin tahammül edemeyeceği sesler duyuyordum. İşkence sesleri… “Ah annem!” dışında bir şey demezlerdi. “Kurbanın olayım, ayağını öpeyim, yapma!”derlerdi. Bazıları da “Allah’ım bana yardım et!” diyorlardı. Kim “Allah’ım bana yardım et!”diyorsa onu öldü say artık. Ona, “Allah var ise gelip seni kurtarsın!” denilirdi. Onlara nasıl işkence ettiklerini anlatmak mümkün değildi. Her yer kan içindeydi. Herkes çıplaktı. İnsanlar üst üste uzanmış, kim yaşıyor kim ölmüş belli değil. Kafamı kızımın omzuna koyarak gözümün üstündeki bezi biraz kaldırdım. Önüme baktım, kızımın eşi vardı. Yere oturmuş, sırtı yaralanmış, sırtındaki kemiği bile görünüyordu. Kafasından kanlar akıyordu. “Ah babam Mehdi, ah!”diye bağırıyordu. Beni soruşturmaya götürdüler. Çıkarken gözlerim bağlı değildi. Kızımın eşi Muhammed’i gördüm. “Muhammed!” diye seslendim. “Allah yardımcın olsun, sabret!” dedim. Bana doğru bakıp dedi ki: “Keşke sesini burada duymasaydım. Ne işin var burada? Ne işin var burada? Kim seni getirdi buraya?” (Hasna Hariri ağlıyor.) Sonra beni aşırı pis bir odaya aldılar. Kızım da oradaydı. Beni orada bırakıp, kızımı aldılar. Yaklaşık üç saat sonra geri getirdiler. Kızım ağlayarak bana dedi ki: ‘Anne, Muhammed’i öldürdüler!’
Sabah saat 03.00’te gelip beni aldılar. Soluma baktım. Küçücük bir odada 200’den fazla genç vardı. Soruşturmadayken Humus’tan biri vardı bizleri sorgulayan. “Konuşmayacak mısın?” derdi. “Bir şey söylemezsen Ravad’ı çağıracağız!” derdi. Ravad, gerçekten çok zalim biriydi. Bu şahıs yirmi dört saat sarhoştu. Çoğu evladımızın katili odur. Bizi yere yatırıp, ayaklarımızı bağlayıp vururlardı. Falakaya yatırırlardı. Üzerimize su dökerlerdi. Kablolarla vururlardı. Eğer bilincini kaybeden biri olursa da onu elektriğe bağlayıp üzerine su dökerlerdi. Tek istedikleri, bizi konuşturmaktı. Dera Askeri Güvenlik Şubesi’nde bulunduğumuz sürede kadın-erkek hep bir aradaydık. Kadın-erkek fark etmez, herkese aynı şekilde işkence yapıyor, eziyet ediyorlardı. Sırf, “Deralısın!” diye ölmen gerekiyordu. Birçok kişi işkenceden değil, gördüklerinden dolayı felç olup ölmüştü. Bir kız vardı. O kadar tecavüz etmişlerdi ki, kız hastalanmıştı. Kızı pis bir odaya koymuşlardı. Odadan iğrenç bir koku geliyordu. Kız; abilerine, tarlalara kaçan abilerine,yemek götürdü diye tutuklayıp ona tecavüz ettiler.
Benim bulunduğum odada 70 kadın vardı. Kaldığım oda ile soruşturma odasının arasında bir başka oda vardı. Odanın içinde ne vardı bilmiyorum. Kızları o odaya alırlardı. Kızlar nelere maruz bırakılmıyordu ki? Çocuğu olan evli bir kadını oraya götürdüler. Dört kişi ona tecavüz etti. Sesi çıkmasın diye ağzını bağlamışlardı. Ben gelen sesleri tarif edemem sizlere. Gelen sesleri duyunca, bu kadıncağız herhâlde ya şimdi ya da birazdan ölür diyordum. Kadının yüzü her zaman sapsarıydı. Ona yaptıklarından dolayı ölmek üzereydi. Tecavüz ettikleri kızların sayısı çok fazlaydı. Gördüklerimden bazılarını size anlatamam, her şey çok zordu. Gördüklerim gece gündüz sürekli gözlerimin önünden geçiyor. Bir film şeridi gibi… Gördüklerimi asla unutmayacağım! Asla unutmayacağım! Unutmam mümkün değil! Susmam mümkün değil! Uyumam mümkün değil! Allah canımı alana kadar! Ya da Rabbim sükûneti sağlayana kadar! Unutacak mıyım? Kimi unutacağım? 16 yaşındaki kızı mı unutacağım? Kimi unutacağım? Hiba’yı mı? Rim’i mi? Nayfe’yi mi unutacağım? Kimi unutacağım? Bunların hepsi benim kızlarım… Benim öz kızlarımdan asla bir farkları yok! Benim kızlarım, Dera’nın kızları, Suriye’nin bütün kızları benim kızlarımdır. (Devam edecek…) *
*Suriye’de, aşağılık Esed rejiminin zindanlarından çıkmayı başaran Hasna el-Hariri’nin de aralarında olduğu beş kişinin yaşadıklarının anlatıldığı “Ey Özgürlük!” isimli Arapça belgesel, “gencmuslumanlar.com” sitesi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.