Hacer Hanım mahcup biraz da yorgun bir şekilde boyun büktü. Cevap verse fırça yiyecek, vermese yine yiyecekti. Eşi Mustafa Bey öfkeli hâlde hakaretlerine devam ederken zavallı kadın gece yaptıklarını düşünerek içini parçalıyordu.

Yemek yapmış, çocuklarla ilgilenmiş, ütü yapmış, bir hafta öncesinde belinden ameliyat olduğu için üstelik geçmiş olsuna gelen misafirlerini ağırlamış ve yorgunluktan eşinin çoraplarını yıkamayı unutup yorgun argın bir de ağrı içinde kıvranarak yatağa geçmişti. Diliyle söyleyemese de sessiz sedasız sitem ediyordu eşine. “Sen de bir çorap daha alsan ne olur. Yüzlerce çorap dükkânı açacak servetin var be adam. Bu kadar serveti mezara mı götüreceksin?” diyemiyordu ama! Yıllardır içinde biriktirdiği kırgınlıkları bugün de tek tek gömüyordu içine.

Mustafa Bey söylene söylene kirli çorabı giyip çıktı evden. Eski model arabasına binip gaza bastığı gibi kayboldu Hacer Hanım’ın üzgün bakışları arasında.

Beyaz eşya dükkânının önünde arabasını park edip indi. Tam kapıyı açacaktı ki yan komşusu kasap Ali Bey dükkânı kilitleyip çıkıyordu. “Bizim Veysel Efendi bu sabah hakkın rahmetine kavuştu haberin var mı?”
Mustafa Bey şaşkınlıkla baktı.
“Şu karşı komşumuz Veysel Bey mi?”
“Evet, o. Uykuda kalp krizi geçirmiş diyorlar. Cenaze namazı öğlen namazını müteakip kılınıp defnedilecek. Cenazeye gelirsin herhâlde.”
“Gelirim gelirim” dedi Mustafa Bey hem şaşkın hem düşünceli.
Düşünceli adımlarla masasına doğru ilerleyip döner koltuğuna oturdu. “Demek Veysel öldü ha!” diye mırıldandı. Oysaki daha dün birlikte oturup yemek yemişlerdi. Hiç de hesapta olmayan bir şeydi bu. Hay aksi. Elli TL borcu vardı bana. Şimdi istesem ayıp olur mu acaba diye hayıflandı. Sonra düşüncelerinden kurtulup mırıldandı kendi kendine.
“Amaan! Allah rahmet eylesin yani. Ne yapalım canım. Biz de mi onunla ölelim. Hem borç yiğidin kamçısıdır derler. Müsait bir zamanda oğluna çıtlatırım.”

Saatler geçtikçe dükkâna dolan müşteriler yüzünü güldürüyordu Mustafa Bey’in. Satış üstüne satış yapıyor, her ortalık sakinleştiğinde en ince hesabına kadar paralarını sayıyordu.
Öğle vaktinin girmesiyle dükkânın camına birinin tıklaması bir oldu. Kasap Ali Bey’di bu.
“Hadi Mustafa. Cenazeye gelmiyor musun?”

Mustafa Bey kasasını kilitleyerek anahtarı da alıp kalktı masadan. “Geliyorum, geliyorum.”
Cenaze o kadar kalabalıktı ki cami avlusu dolup taşıyordu. İçinden “Bu kadar kişiyi başına toplayacak ne yaptın acaba? Doğru dürüst bir işin, arayan soranın bile yoktu” diye geçirdi. Kulağına gelen sözlerin, mevtanın hep iyilikleri olduğunu duyunca içten içe haset etti. “Sanki biz kötülük işliyoruz? Ne var yani, onun yaptığının en alasını ben yapıyorum. Sadece onun kadar düzenli namaz kılmıyorum o kadar. Onu da ilerde kılacağım inşallah.”

Cenazeden sonra tüm arkadaşları taziye evine yönelince istemsiz de olsa o da gitmek zorunda kaldı. Neyse canım zaten acıkmıştı en azından taziyede bedavadan yemek yiyecekti ne de olsa.
Defindi, başsağlığıydı derken hayli zaman geçmiş, ikindi namazı gelip çatmıştı. Bunu fırsat bilen kasap Ali Bey taziye yerinden uzaklaşmaya çalışan Mustafa Bey’in koluna yapışıp kulağına eğildi.

“Eee, namaza gidelim mi ne dersin?”
Mustafa Bey’in canı sıkılmıştı. Sırası mıydı şimdi? Yapacak onca iş, görülecek onca hesap varken! Üstelik bugün zamanının çoğu boşa gitmişti. Hem daha alacak mal için şehir dışına çıkması gerekiyordu. Geç bile kalmıştı.
Suratını ekşitip mahcubiyetinden komşusuna bakamadan yüzünü yere eğip cevap verdi.
“Başka zaman komşu. İnan bana şu an hiç sırası değil. Beni bekleyen çok önemli işler var. Şu işlerim yoluna girsin, birkaç kişiden de alacağım var zaten kafam sürekli dağınık, onları da halledeyim, söz, geleceğim seninle namaza.”

Komşusu tekrardan hayal kırıklığına uğramanın üzüntüsüyle “Peki” deyip salıverdi kolunu.
Mustafa Bey oradan ayrılırken kendi kendine söyleniyordu.
“Bir sürü işim var benim. Tarlada işçinin hesabını mı göreyim, şehir dışına mal almaya mı gideyim, evde karının derdini mi çekeyim yoksa her şeyi bırakıp ahireti mi düşüneyim. Dünyayı imar ettim şimdi ahiret mi kaldı. Düş artık yakamdan yahu. Her şeyin bir zamanı var. Bakarsın bir gün başlarım. Hem zekâtımı da vereceğim zaten. Bu yıl da geçsin. Evde bir sürü çoluk çocuk, onların evliliği, geleceği var. Tek başıma çırpınmak kolay mı?”
Öfkeliydi ama öfkesinin sebebini o da bilmiyordu. Sadece onun tabiriyle “dine imana başlamak” için şu an çok erkendi.

Dükkânın önünde duran arabasına binip yola çıktı.
Yolda sürekli müzik dinliyor, arada radyoda çıkan sohbet gibi şeylerden ruhu sıkılıp hemen değiştiriyordu. Yol boyunca yanından geçen lüks arabalara bakıp iç çekti. Yeni bir araba almak istiyor ama parasına bir türlü kıyamıyordu. Sonra birdenbire aklına sabah tartıştığı eşi geldi. Çocukları… Gidip gelmediği akrabaları… Hep ihmal ettiği namazları… Hele malının zekâtı! “Vereceğim. Toplu vereceğim canım, kaçmadık ya!” diye sesli söylendi. Vicdanen rahatsızlık duyuyor lakin şu kalbindeki prangaları bir türlü söküp atamıyordu. Parasının olmadığı yıllara gitti zihni. Arada bıraksa da çoğunlukla namaz kılıyor, eşiyle çocuklarıyla iyi bir aile olarak yaşıyordu. Ama sonra ne olduysa her şeyden tamamen çekmişti elini eteğini.

Fakirliğin bir imtihan olması gibi zenginliğin de bir imtihan olduğunu idrak edemiyordu.
Yokluğun bir sınav olması gibi varlığın da bir deneme süreci olduğunu unutuyordu. Düşünceler düşünceler…

Telefonunun çalmasıyla zihnini toplaması aynı zamanda arabanın ön kısmında titreyen telefonun da düşmesi bir oldu. Hay aksi şeytan deyip düşen telefona eğilip elini uzattı ki direksiyon hâkimiyetini kaybedip çok süratli bir şekilde bariyerlere çarptı. Büyük bir patlama sesi, ardından gözünün önünde beliren kocaman bir aydınlık… Araba o kadar şiddetli çarpmıştı ki takla üstüne takla atarak ancak durabilmişti.

Mustafa Bey büyük bir şok geçirmiş, bedeni un ufak hâline gelen araba içinde şiddetli sancılar çekmekteydi. Sanki kemikleri bir et makinesi içinde kırılıyor gibiydi. Acıyla buruşan yüzü bedeninin üzerinde gezindi. Arabanın içinde iki büklüm olmuştu. Başından sıcak bir şeylerin aktığını hissetti. Elini güçlükle kaldırıp dokundu ve gözünün önüne getirince elinin kana bulandığına şahit oldu. “Aman Allah’ım” dedi. Ve başının tam arkasında çok feci bir sancı… Yoksa ölecek miydi? Hayır hayır. Şu an hiç sırası değildi. Ölemem. Buna hazır değilim daha. Namaza başlayacak, her kötü huyuma tövbe edecektim. Her şeye yeniden başlayacaktım. Bu kaza da nerden çıkmıştı. “Allah’ım ne olur bir fırsat daha ver. Beni hayata bağla, senin razı olduğun işler yapayım.” diye mırıldandı.

Göz kapakları yavaş yavaş kapanırken ömrü bir film şeridi gibi geçiyordu gözünün önünden. Artık her şey için çok ama çok geçti…
Mustafa Bey hep başka ölümler duyacağını sanıyordu; fakat bir gün kendisinin öleceğini hayal edemiyordu. Belki de işlerini yoluna koyup biraz daha zengin olduktan ve ömür epey geçtikten sonra yaşlanıp yatağında öleceğini sanıyordu. Ama öyle olmadı. Arkasından çok şey yarım kalmıştı. Kılacağı namazları, vereceği zekâtları, hatta Ramazan ayında tutamadığı oruçların bile fidyesini hesaplamıştı ve bir gün zengin (!) olunca tek tek ödeyecekti. Ama şu an hiç hesapta olmayan bu kaza her şeyi altüst etmiş, yapacağı iyiliklere mâni (!) olmuştu.
“De ki: Kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, sonunda o, mutlaka gelip sizi bulacaktır. Sonra duyuların ötesinde olan şeyleri de duyular sahasına giren her şeyi de çok iyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da size yaptıklarınızı tek tek haber verecektir.” (Cuma, 8)

Hepimizin bir gün başına gelecek olan bir ölüm gerçeği var. Dünyadaki işlerimizi, emellerimizi, hayallerimizi, ailemiz ve sevdiklerimizi, hatta yapmak isteyip de hep ertelediğimiz ibadet ve iyiliklerimizi yarıda bırakıp bizi ötelere götürecek bir ölüm bu. Dünyaya ait olan her şey dünyada kalacağı gibi ahirete dair olan her şey de bizimle gelecektir. Öyle ise hâlen nefes alıp verebiliyorsak, çok şey yapmak için çok fırsatımız var demektir. Şimdi hemen harekete geç ve ahiretin için iyi şeyler yapmaya başla…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?