“Bir kum tanesiyim ama
Çölün derdini taşıyorum.”
Mevlâna İdris
-Neden uyuyamıyorsun?
-Nasıl uyuyayım ki?
-Gece gece ne oldu sana böyle?
-Uykum kaçtı. Daha doğrusu uykumu kaçırdılar. Zaten insan bunca zulmün olduğu bir dünyada hiçbir şey olmamış gibi neden yatar ki?
-Haydaaa! Gece yarısı bu ne şimdi?
-Gece yarısı olsa da gece yarası geçmiyor işte!
-O yaranın nedenini bana da anlatabilir misin?
-Memleketinden, yuvasından, belki de sevdiklerinden uzakta kalmış muhacir kardeşlerimi düşünüyorum. Bizler bu saydıklarımızdan bir gün bile uzakta kaldığımızda neler hissediyoruz? Onlar ise belki de bir ömür boyunca uzak kalacaklar sevdiklerinden.
-Yalnızca bu mu?
-Hayır, değil! Ayrıca küresel leşlerin yönettikleri bu dünya sisteminden, bu kaos tüccarlarından, fâsık mekânların terminal simsarlarından, ulusal ve uluslararası işbirlikçilerinden, bu sırtlan uşaklarından da bıktım. Hepsi el ele verip, herkesin rezil olduğu ama kimsenin utanmadığı bir dünya kurdular. Kurdukları bu dünyada sosyal medyayı baş tacı ettiler. Sosyal medya dünyası; herkesin mükemmel (!) olduğu, her konuda bilgili (!) olduğu, her yaptığını şova dönüştürdüğü, tüm hayatını gözler önüne serdiği ve bundan hiç çekinmediği, yiyip içtiğini, gezip tozduğunu görgüsüzce sergilediği, kime neyi ispat etmeye çalıştığını kendisinin dahi çözemediği bir dünya…
-Sana katılmamak elde değil!
-Tabii ki katılacaksın! Sen bir kalp, daha doğrusu bana ait bir kalp değil misin? Şükürler olsun ki daha bozulmamışsın. Efendimizin (s.a.s.) “Vücutta bir et parçası vardır ki…” diye tabir buyurduğu ve tüm vücudu ifsad veya imar eden kalp değil mi?
-Öyle! Peki, şairin “Müslüman yürekler bilirim” dediği o Müslümanlara ne oldu da gecenin bir yarısında seni gecenin yarasına ortak ettiler?

-Ah! Beni en çok üzen de bu değil mi? Düşünsene Ehl-i Salip, Müslüman memleketlerini yerle bir ediyor ama çok azı hariç ümmetin kılı kıpırdamıyor. Buna rağmen çocukları paramparça olan, kadınları tecavüze uğrayan adamlar muhacir olarak sana geldiğinde, onlara yardım etmeyi bırak, onları düşman belliyor, koca koca adamlar (!) bir bebeğin kursağına giren lokmaları sayıyor, rızkı verenin Allah olduğunu unutarak onları kendi ekonomik sıkıntılarının baş müsebbibi ilan ediyor, ayakları taşa takılsa mültecilerden biliyor, en izbe odaları en fahiş fiyatlarla onlara kiralıyor, atölyelerde çalıştırdıkları gençlere bir çocuğun bile harçlık olarak almak istemediği komik yevmiyeler veriyor, katliamlardan kaçan ve daha bunun travmasını atlatamayan, ona rağmen bin bir güçlükle okula giden minik çocuklara dahi ırkçılık yapmaya çalışıyor, sahipsiz gördüklerini bir yerlerde sıkıştırıp para veya değerli eşyalarını gasp ediyor, sırf göçmen diye evlerini basıp onları darp ediyor veya katlediyor, toplu taşıma araçlarında veya parklarda onlarla karşılaşınca analarından emdiklerini burunlarından getiriyor, sırf siyasi veya mezhep taassubundan dolayı Müslüman düşmanlığı yapan sosyal medya maymunlarının yalan haberlerine inanıp, onların lincine uğrayan bu mazlumlara sahip çıkmıyorlar. Daha ne kadar sayayım? Yaz yaz bitmiyor. Bunu da yapmazlar dediğimiz her iğrenç şeyi reva görüyorlar bu garibanlara…

-O kadar haklısın ki, ne diyeceğimi bilemiyorum.
-İşin kahreden tarafı, her şey herkesin gözü önünde oluyor ve duyarlı birkaç Müslüman hariç, kimseden ses çıkmıyor. Çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede birçok kişi tarafsız kalmayı tercih ediyor. Hatta yeri geldiğinde mülteci düşmanlığını körükleyenlerin değirmenine su taşıyorlar. Bunun da aslında tüm mevzularda olduğu gibi kendi imtihanları olduğunu bilmiyorlar. Onlar Muhacir, sen ise Ensar olmakla imtihan ediliyorsun. Ama bununla bile alay ediyorlar. Allah muhafaza! Terzinin biri İmam-ı Gazali’ye “Ben zalim bir adama elbiseler yapıyor ve güzel görünmesini sağlıyorum. Bundan dolayı günahkâr olur muyum?” diye sormuş. İmam-ı Gazali’nin cevabı ibretliktir. ”Hayır! Günahkâr olan sana iplik ve kumaş satandır. Sen zalimin kendisisin!”
-Kalpleri hâlden hâle sokan Allah’ım, bizleri affet!
-Aslında biz daha önceki imtihanları kaybettiğimizden, bu imtihanı da genel olarak kaybediyoruz. Her türlü müziğin çaldığı bir çay bahçesine gittiğini düşün. Bu durum hiç kimse tarafından yadırganmaz. Fakat hoparlörde bir ilahi çaldığında homurtular başlar. Dindar biri bile şaşırır bu duruma. Çünkü daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştır. Bir müddet sonra bu durum ona da normal gelmemeye başlar. Çünkü öyle alıştırılmıştır. Hayat kodları farklı ayarlanmıştır. Televizyonu açtığında karşısında başörtülü bir kadını veya sakallı bir erkeği görme ihtimali neredeyse sıfırdır. Karşısında ya reklamlarda oynayan çıplak bir kadın ya da şaklabanlık yapan bir erkek vardır. Telefonuna bakan bir gencin manevi bir yola girme ihtimali, uzay gemisinde Mars yolcusu olma ihtimalinden daha düşüktür. Bir alışveriş merkezine gittiğini düşün. Mağazaların birçoğu İngilizce veya diğer Avrupa dillerinden afişlerle doludur. Bu durum hiç kimse tarafından yadırganmaz. Ama iman ettiğin kitabın diliyle yazılan bir tabela oldukça dikkat çeker. Hatta “Her taraf bunlarla doldu” diye söylenen tipler az olmayacaktır. Dediğim gibi, “Fıtrî Kodlarımızı” değiştirdiler. Yerine kültürel emperyalizmin şeytanî kodlarını girdiler. Ben bu öyküyü yazınca bile bilgisayar, birçok İslamî kavramı sanki yanlış yazılmış gibi altı kırmızı olarak işaretliyor…

-Sen öykü mü yazıyorsun?
-Neyse bu konuyu geçelim lütfen! Aslında ben mülteci meselesinin iyi anlaşılmadığını düşünüyorum. Batının bu konudaki ikiyüzlülüğünü zaten biliyoruz. Fakat halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler neden böyle davranıyor? Ülkemizin bu konuda elinden geleni yaptığına şahidiz. Türkiye, dünyada en fazla mülteciye sahip olan ülke konumundadır. Gerek devlet olarak gerekse de yardım kuruluşları olarak bu mazlumlara sahip çıkıyor. Hatta sadece ülke içinde değil, ülke dışında da yardım faaliyetlerini sürdürüyor. Fakat ülkemizde, özellikle son yıllarda mültecilere yönelik olumsuz bir hava oluşturuldu. Başta Suriyeli mülteci kardeşlerimize yönelen bu olumsuz havanın birçok nedeninin olduğunu düşünüyorum. Bunlardan en önemlisi, Suriye’de yaşanan olayların yeterince bilinmemesidir. Halkımız, katil Esed rejiminin nasıl bir pislik olduğunu tam olarak bilmiyor. Yıllar önce Suriyeli bir kardeşimiz bana şöyle bir olay anlatmıştı. Aynı mahalleden bir arkadaşı, Şam’da Tıp Fakültesinde okuyordu. Bir keresinde hocaları bir konuyu yanlış anlatmıştı. Bu arkadaşı hocayı uyarmış ve anlattığı şeyin yanlış olduğunu dile getirmişti. Hoca, sinirlenerek dersten çıkmış ve on dakika sonra Muhaberatın elemanlarıyla sınıfa geri dönmüş. Dersin hocası, Beşşar Esed’in yakını olan bir bayandı. Gencin yakınları, yaka paça götürülen bu kişiden aylar sonra haber alabilmişlerdi. Üniversite öğrencisi bu genç, içeride çok fazla işkenceye maruz kalmış, vay sen misin erkeklik yapan? diyerek gencin erkeklik organına zarar vermişler. Genç, utancından dolayı ülkeyi terk edip Almanya’ya yerleşmiş.

Suriyeli kardeşimizin bana anlattığı bir başka olay ise yürekleri dağlayan cinsten. Rusya, İran ve Esed’in Halep şehrini bombardımanla yerle bir ettiği 2016 yılı… Yaşlı anne ve babasıyla yaşayan bir kızımızın evine rejim askerleri tarafından baskın yapılıyor. Baskından önce yaşlı baba, rejimin yağmacılığını bildiği için bir miktar altın ve mücevheratı tüplü televizyonun arkasına saklıyor. Eve baskın yapıldığı anda rejim askerleri yaşlı babayı katlediyor. Askerlerden biri, Suriyeli kardeşimizin mahallesinden. Bu alçak, genç kızımızı bir odaya götürüp ona tecavüz ediyor. Sonra da it sürüsü gibi evi yağmalıyorlar. Katil ve tecavüzcü bu askere de tüplü televizyon düşüyor. Birkaç ay sonra izne çıkan asker, çaldığı tüplü televizyonla birlikte memleketine gidiyor. Anne babasına, televizyon hediye ettiğini söyleyerek tekrar görev yerine gidiyor. Halep’i terk eden genç kız ve annesi, kendi ülkelerinde mülteci olarak birçok yeri dolaştıktan sonra Kamışlı’ya geliyorlar. Askerin iki katlı olan evinin alt katını kiralıyorlar. Bir Ramazan günü acılı ailenin durumunu gören ev sahipleri onları iftara çağırıyor. Genç kız ve annesi, duvardaki asker fotoğrafını ve kendi televizyonlarını görünce ağlıyorlar. Askerin babası niye ağladıklarını sorduğunda, her şeyi anlatıyorlar. Kendilerine inanmadıklarını görünce de televizyonun arkasındaki altınları gösteriyorlar. Asker tekrar izne geldiğinde baba, tüfeğini alıp oğlunu alnından vuruyor.
-Yani ne diyeceğimi bilemiyorum. Sükût etmekten başka çare yok! Zaten bizim sükûtumuzdan bir şey anlamayan, kelamımızdan da bir şey anlamaz.
-İslam memleketlerinde zulüm gören Müslümanlar, çektikleri zorluklardan sonra Allah’tan başka hiçbir şeylerinin olmadığını öğrendiler. Biz, bu zorlukları görmeden de bu şuura nail olmalıyız. Bugün yürümezsen, yarın koşmak zorunda kalacaksın!
-Artık sabah namazı vakti. Bak ezan okunuyor. Yaralarını sarmak için en uygun zaman. Kalk da namazını kıl! Kuş sesleri gelmeden de yat! Sahi, şair “Ülkemdeki kuşlardan ne haber vardır” derken neyi kastetmiş olabilir?
-Bak kuşlara! Çırpınmayana gökyüzü verilmiyor.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?