‘Soğuk nedir acaba? Sıcağın tersi midir? Donmuş bir eşya gördüğümüzde akla gelen ilk olgu, soğuk mudur? Ya da üşüdüğümüzde hissettiğimiz şeye mi soğuk diyorlar? Nedir Allah aşkına şu soğuk? Hâlbuki ilgi görmediğimiz birinin yanından ayrılırken “Bana soğuk davrandı” diye serzenişte bulunmuyor muyuz? Soğuğun kaç çeşidi var söyleyin bana… Evrende ölçülen en düşük sıcaklık değerinin -273 derece olduğunu söylüyorlar. Bunun daha düşüğü de mümkün müdür? Buz gibi çadırlarda vefat eden çocuklar, soğuktan mı yoksa kardeş bildiklerinin ilgisizliğinden mi donuyorlar? Bebeği için sabahı çıkarır mı diye endişelenen muhacir bir annenin içindeki korkunun kaçta kaçı soğuk yüzünden mesela? Ya da ısınmak için güneşin doğmasını bekleyen çocukların sevincini karanlık basınca gölgeleyen şey yalnızca soğuk mu? Yıllardır ölüyorlar ama öldüklerine kimseyi inandıramıyorlar. Onları öldüren yalnızca soğuk mu? Şair, “Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm…” derken neyi kastetmiş olabilir?’

Abdurrahman Salih, Suriye-Türkiye sınırında, İdlib’teki bir çadır kentte lise eğitimi veren bir okulda öğretmen olarak görev yapıyordu. Sabah namazını kılmadan önce eşi ve çocuklarını kontrol etti, uyuyorlardı. Allah’a şükrederek namazını kıldı. Çünkü dondurucu soğuktan dolayı çadır kentte neredeyse her gün insanlar ölüyordu. Özellikle bebeklerin donarak ölmesi, orada yaşayanlara tarifsiz acılar veriyordu. Yaşadıkları hayat normal bir hayat değildi. O da biliyordu bunu. Zaten hiçbir zaman normal bir hayat yaşamamıştı. Bu vahşi rejimle neredeyse yaşıttı. Devrimden önce birçok akrabasını rejimin zindanlarında kaybetmişti. Olayların başladığı yıl üniversite son sınıftaydı. O da muhaliflerin safına katılmış ve rejim tarafından tutuklanmıştı. Zindanda iken vahşi rejim tarafından en ağır işkencelere maruz kalmış, esir takasıyla serbest bırakılmıştı. Rusya, İran ve Esed Rejimi tarafından yerle bir edilmiş Halep’ten İdlib’e ailesiyle beraber göç etmiş, şimdi ise bir çadır kentte yaşıyordu. Ev çadır, okul çadır, her yer çadır… Bir çadırdan diğerine gidip ücret almadan öğretmenlik yapıyordu. Okuldan kalan vakitle ailesinin nafakasını karşılamak için bir un fabrikasında hamallık yapıyor, ayrıca Türkiye’den gelen yardımlarla da hayata tutunmaya çalışıyordu.

Bu sabah oldukça soğuktu. Çalı çırpıyla sınıfın sobasını yakmaya çalışan Abdurrahman Öğretmen’in aklına dün bir öğrencisinin “Hocam soğuk nedir? Soğuğun sınırı var mıdır?” sorusu takılmıştı. Soruyu soran kişi geçen hafta küçük kardeşini soğuktan dolayı kaybeden İbrahim olmasaydı hemen cevap verecekti. Fakat bu çok ağır bir soruydu ve hemen cevaplayamazdı. Soba iyice ısınıncaya kadar derin düşüncelere daldı. Öğrencilerin geldiğini biraz sonra fark etti. Sınıf tamdı. Gençlerin gözlerine baktı. Çadır kentleri bile bombalayarak nice ocaklar söndüren katil rejim, bu çocukların gözlerindeki ışığı söndürememişti. Uzun bir süre sınıftaki öğrencileri süzdü. Onları diğer ülkelerde yaşayan akranlarıyla karşılaştırdı. Cep telefonunun modelini yükseltmedi veya sevdiği yemeği yapmadı diye ailesine küsen gençler ile bu gençlerin dertlerini kıyasladı. Birbirinden doğu ve batı kadar uzaktaydılar. Bu gençlerin ömürleri boyunca gördükleri tek şey acıydı ve acı onları oldukça olgunlaştırmıştı. Bazı yaşlıların bile ulaşamayacakları bir tevekküle sahiptiler. Gözleri doldu fakat belli etmedi. İbrahim dünkü sorusunu hatırlattı:

– Hocam dün sorduğum soruya cevap verecek misiniz?
– Evet İbrahim! Fakat senin soruna en son cevap vereceğim. Şimdi tüm sınıftan bana bir soru sormalarını istiyorum. İstediğiniz soruyu sorabilirsiniz.
Arka sırada oturan bir öğrenci ayağa kalkarak konuştu:
– Hocam neden bu durumdayız? Yani neden normal bir eve, normal bir okula, normal yiyeceklere, kısacası normal bir hayata sahip değiliz? Bütün bunların anlamı nedir?
– Vahyin kılavuzluğu olmadan yalnızca aklıyla gerçekleri idrak edebileceğini düşünen kişi, ışık olmadan yalnızca gözüyle varlıkları görebileceğini düşünen kişi gibidir. Göz, varlıkları ışıkla gördüğü gibi, akıl da hakikatleri vahiyle idrak eder. Bizler Müslümanlar olarak hayatımız boyunca başımıza gelen her şeyin Rabbimizin imtihanı olduğuna inanan kişileriz. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile deneriz. Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinden bağışlama ve rahmet onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” ayeti bizim için düsturdur. Değerli gençler, biz herhangi bir suç işlemedik. Vallahi bizler vatanımıza ihanet etmedik. Bu rejimi de biz getirmedik. İslam dünyasını parçalayan alçaklar, Bilad-ı Şam topraklarını bu vahşi rejime altın tepside sunup kendi çıkarları doğrultusunda dizayn ettiler. Yıllardır bu rejim biz Suriye halkına kan kusturdu. Suriye’yi mezbahaneye çeviren bu mezhepçi sapıklara karşı halkımız ayaklandı. Esed’e, İran’a, Rusya’ya, Amerika’ya, Avrupa’ya değil, Allah’a kul olduklarını ispat ettiler. Evet, bu uğurda yüzbinlerce şehit verdiler. Milyonlarcası mülteci olup çadırlarda yaşıyorlar. Aç kalıyorlar. Fakat bu onurlu Müslümanlar Allah’tan başka kimseye kulluk yapmıyorlar. Şunu unutmayın gençler, en büyük özgürlük Allah’a kul olmaktır.

– Hocam İslam dünyası ve Arap ülkeleri bizlere yapılan muameleyi görmüyorlar mı? Neden sessiz kalıyorlar? Türkiye gibi birkaç Müslüman ülkenin dışında bu ümmet bizi neredeyse unuttu. Neden böyle davranıyorlar bize?
– Saraydaki Yusuf’a (as) herkes dost olur Mus’ab, mühim olan zindandaki Yusuf’a (as) dost olmaktır.
En önde oturan Muhammed daha fazla dayanamadı:
– Hocam, bu zalimler bizden niye bu kadar nefret ediyorlar? Ne yaptık onlara? Onlardan da, onlara destek verenlerden de nefret ediyorum!
– Bir şair şöyle der: “Benden nefret edenlerden nefret edecek vaktim yok/Zira ben, beni sevenleri sevmekle meşgulüm.” Bu yüzden, yokluk içinde de olsak bizim en büyük kazancımız sevdiklerimizdir. Hz. Ömer (ra) Efendimiz bir gün dostlarıyla otururken onlara: “Allah’ın kabul edeceği tek bir dileğiniz olsa O’ndan ne isterdiniz?” diye sorar. Oradakilerden biri “Ben şu oda dolusu gümüşüm olsa da onu Allah yolunda harcamak isterim” der. Bir başkası “Şu oda dolusu altınım olsun da onu Allah yolunda harcayayım” der. Herkes arzu ettiğini söyledikten sonra oradakiler: “Ey Ömer (ra), peki sen ne isterdin?” diye sordular. Hz. Ömer (ra) Efendimiz “Ben de Ebu Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel, Huzeyfetu-l Yemani gibi bir oda dolusu adam isterim ki onları Allah yolunda görevlendireyim.” diye cevap verir. Onun için ey gençler, İslam davasına gönül vermiş dostlar edinin. Vallahi bundan daha büyük bir kazanç yoktur. Gelelim düşmanlarımıza… Tarih, bunlardan daha alçağını görmemiştir: Çelik bile sert değil/Gör ki düşman mert değil/Ölürüz de dert değil/Üzer kahpe pusular!

– Sınırın soğuğundaki buz gibi çadırlarda yaşıyoruz hocam. Artık eskisi gibi yardımlar da gelmiyor. Herkes, dünyada bir ekonomik krizin yaşandığını söylüyor. Hayat pahalılığından bahsediyorlar.
– İnsan ucuzlaştıkça, hayat pahalılaşıyor sanki Abdülhamit…
Abdurrahman Hoca bir iç geçirip İbrahim’i göz ucuyla süzdü, sesi titriyordu:
– Rejim zindanlarındayken yaşadığım bir olayı size anlatmak istiyorum. Bir keresinde gardiyan, gecenin üçünde yanıma geldi. ‘Benimle gel’ dedi. ‘Ama ses çıkarma!’ Ben ve o yavaşça ilerledik. Beni kırk metre kadar götürdü ve bir hücrenin kapısını açıp ‘Bu çocuğa bir hikâye anlat’ dedi. ‘Sen eğitimli değil misin? Girip çocuğa bir hikâye anlat!’ Hücreye dikkatli baktığımda 26-27 yaşlarında bir kadın gördüm. Kendi içine doğru kıvrılmıştı, beni görünce korktu. Korkması gayet normaldi, çünkü çok acı tecrübeler geçirdiği belliydi. Hamile bırakılıp hücresinde doğum yapmış… Ve 4-5 yaşlarında bir çocuk gördüm. Esmer ve güzel, ufak tefek bir çocuktu. Güneşi görmediği için galiba, yüzü şişmiş gibiydi. Kadına selam verdiğimde korkusundan cevap vermedi. Ona dedim ki, ‘Bacım, benden oğluna bir hikâye anlatmamı istediler. Ne anlatayım?’ Biraz çekindi ve hiçbir şey söyleyemedi.
Boğulmak üzereydi. Belli etmemeye çalıştı:

– Çocuğa dedim ki, ‘Bir kuş vardı…’ Bana ‘Kuş ne demek?’ diye sordu. Bu çocuğa hikâye anlatmak istiyordum. Karşımda normal bir çocuk olduğunu zannediyordum. Kuş, fare, güneş, nehir, kelebek… Bu kelimeleri kullanarak bir hikâye anlatayım dedim. Bana kuşun ne olduğunu sordu. Kuşun ne demek olduğunu nasıl anlatayım? Ben ‘Kuş, ağacın üstünde uçuyordu’ dedim. Bana ‘Ağaç ne?’ dedi. Çıkmazda hissettim kendimi. Yazın ortasıydı. Buna rağmen buz gibi koğuşta kaldığım zamanlardan bile daha fazla üşümeye başladım. Vücudumun titrediğini hissedebiliyordum. Gardiyanın bana neden ‘Sen eğitimli değil misin?’ diye sorduğunu daha iyi anlamaya başladım. Hiç kimse bu günahsız yavruya bir şey anlatamıyordu. Artık ne söyleyeceğimi bilemiyordum.

Sınıftaki tüm öğrenciler ağlıyordu. Abdurrahman hoca farkında değildi, o da ağlıyordu. Toparlandı:
– Kendi kendime dedim ki ‘Ona bir şarkı söyleyeyim’ Bir çocuk şarkısı mırıldanmaya başladım. Fakat sonra kapıya vurdum. Gözlerim yaşla doluydu. Çocuğun annesi kenarda oturuyordu ve hâlâ korkuyordu. Kapıya vurduktan biraz sonra gardiyan geldi. ‘Allah rızası için beni çıkar buradan, boğulmak üzereyim.’ dedim. ‘Ona hikâye anlatmadın!’ dedi. ‘Ne anlatabilirim ki?’ dedim. ‘Çocuk hayatı boyunca hücreden çıkmamış…’ ‘Evet’ dedi. ‘Ne kuş, ne top, ne güneş, ne ağaç, ne hava… Hiçbir şey bilmiyor’ dedi. Sonra, annesinin neden hapiste olduğunu sordum. Bana dedi ki, ‘Kocası Umman’a kaçtığı için yerine onu aldılar. Gördüğün gibi burada hamile kaldı.’
Abdurrahman hoca daha fazla devam edemedi. Üşüdüğü her hâlinden belliydi. Elinde aldığı bir çubukla sobayı karıştırdı. Yüzünü dönmeden konuştu:
– İşte İbrahim, ‘Soğuğun sınırı var mıdır?’ sorusunun yanıtı… Merhamet olmayınca soğuğun sınırı yoktur.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?