Gece yarısı nöbetten yeni çıkmanın verdiği yorgunlukla kendini hastane asansörüne zar zor atabildi. Asansördeki ihtiyar adamdan utanmasa, belki de yere çöküverecekti. Son günlerde artan Covid-19 vakaları nedeniyle nöbetleri sıklaştıran hastanede neredeyse yer kalmamıştı. Bu yoğunluk doktoru o kadar yormuştu ki, ihtiyarın ‘Hoş geldin kızım’ sözünü bile baş selamıyla geçiştirdi. Herhangi bir düğmeye basılmadığını gördüğünde, zemin kat düğmesine bastı ve hışımla ihtiyara sırtını çevirdi. ‘Ne insanlar var’ diye düşündü. ‘Madem düğmeye basmayacaksın, ne işin var o halde asansörde?’ der gibi oldu, fakat vazgeçti. Zaten bu yaşlı adamla konuşup da ne yapacaktı? Bunun gibi yüzlercesiyle muhatap oluyordu bir günde. Zorunlu hizmetten olmasa, böyle bir hastanede çalışmak ve böyle hastaların yüzünü görmek en son istediği şeydi. Bir ay sonra şehrin en lüks hastanelerinden birinde çalışmaya başlayacaktı. Bunca tahammülü bu yüzdendi.
Asansör hızla hareket ederken birdenbire durdu. Karanlığa gömülmüşlerdi. ‘Hay aksi!’ dedi, ‘Bir bu eksikti.’ İhtiyar:
– Korkma kızım, dedi.
– Niye korkacakmışım? Birazdan jeneratör devreye girer.’
– Ya hiç devreye girmese? Yine de korkar mıydın?
Cevap vermedi. Elini cebine attı. Telefonunu aradı fakat bulamadı. Masada unutmuştu. Umutsuz bir ruh haliyle yere çömeldi. Sıcak bir yaz akşamında asansör kabini kim bilir kaç dereceye çıkacaktı. Hava oldukça bunaltıcıydı. Yüzüne bile bakmadığı bir ihtiyarla mahsur kaldığı bu yerden çıkmak için çabaladı, kapıyı yumrukladı ama nafile. İhtiyardan başka kimseye sesini duyuramamıştı:
– Sabret kızım, seni bu sıkıntıdan ancak sabrın kurtarabilir.
– Kabir azabı gibi bir şey bu, nasıl sabırlı olayım ki?
– Seninki kabir azabı değil kızım, kibir azabı!
Başta ciddiye almadığı ihtiyarla sert bir ses tonuyla konuşacak gibi oldu. Normal bir zaman olsa, içindeki tüm feminist saldırı silahlarıyla taarruz edecekti. Fakat normal bir zaman değildi. Hastalarını bile bu konuda affetmeyen doktor hanım, bu yaşlı adama karşı kendisinin bile şaşıracağı şekilde yumuşadı:
– Ne demek istiyorsunuz bey amca?
– Şunu demek istiyorum kızım. Biraz önce hiçbir sıkıntın yok iken birdenbire böyle bir karanlığa mahkûm oldun. İnsan hayatı da böyle bir şeydir. Hiç hesapta olmaz hesap vereceğimiz; ama öyle bir gün gelir ki her şeyin hesabı sorulur. İşlediğimiz günahlar bizleri öyle kibirlendirdi ki, şeytan hesap gününü bizlere unutturdu. Kibir azabıyla dünyada geçen ömrümüz, kabir azabıyla ve hepsinden daha zor olan cehennem azabıyla neticelendiğinde en büyük yenilgiyi tatmış olacağız. Bizler farkında değiliz ama en büyük kibri Rabbimize karşı gösteriyoruz. O’na karşı olan büyüklenmeyi O’nun kullarına da yapıyoruz ki, bu da pek tabii bir şey haline geliyor. Yani düzelmeyi, önce Rabbimize hakiki bir kullukyaparak başlatmalıyız.
– Amca sen benim ne kibrimi gördün ki?
Sorduğu sorudan pişmanlık duyar gibi oldu. Evet, bazı hatalar yapıyordu. Bazen hastalarına bağırıp çağırdığı, onlara üstten baktığı oluyordu ama ‘hak ediyorlar’ diye düşündü. Mesela bugün mutfakta yemek yaparken elini kesen bir bayanı getirmişlerdi. Kadının kocasına bunun nasıl olduğunu sorduğunda, gülerek ‘Doktor Hanım, siz hiç Hz. Yusuf’un kıssasını okumadınız mı?’ diye cevaplamıştı adam. Onu odadan kovmuştu. Fakat ya bağırıp çağırdığı, azarladığı, alay ettiği diğer hastalar? Aslında ihtiyarın sözlerinde haklılık payı vardı. Birkaç yıl önce kaybettiği babaannesini hatırladı. Eve her döndüğünde ilk yaptığı şey, hasta yatağında ona sarılmak olurdu. Babaannesinin ise her defasında ‘Allah sana hidayet nasip etsin’ duasını kapıyı kapatırken duyardı fakat ona kızamazdı. Çünkü çok seviyordu onu. ‘Ah babaanne! Sen öldükten sonra artık kendini frenleyemeyen bir kız çıktı ortaya’ diye düşündü.
– İnsan, fıtratından uzaklaştığı zaman bir saatli bombaya dönüşür. Hem Rahmani, hem de insani her türlü duruma savaş açar. Hakka savaş açanlar, çoğu zaman Hak olduğundan habersiz değildirler, ancak tutkularıyla çatıştığı ve arzularının önüne geçtiği için ondan nefret ederler. Örneğin yalan söylemenin kötü bir iş olduğunu herkes bilir fakat birçok kişi yalan konuşur. Nefis ve Şeytan öyle sinsi öyle bencil düşmanlardır ki, tertemiz olarak dünyaya gelen insana doğar doğmaz saldırırlar ve onu batılla meşgul ederler. Kişinin kalbi simsiyah olana dek bu saldırılar devam eder. Kalp kendini temizleme gayreti içine girdiğinde ise saldırının şiddetini arttırırlar. Mesela birine yardım etmek istersin, seni bin türlü bahane ile engellemeye çalışırlar. Bu noktada ve her noktada Rabbine sığınmalısın kızım. Ayrıca şunu bil ki, örneğin paylaşabileceğin bir simide sahip olman yetmiyor. Kuşlara da ihtiyaç var. Üstelik kimin kime teşekkür edeceği de belli değildir.
Hafif bir gülümsemeyle önce utandı, sonra da ihtiyarın onu görmediğini hatırlayarak rahatladı:
– Amca, ben normalde yardım yapmayı seven birisi değilim. Fakat geçen gün başımdan şöyle bir olay geçti. Hastanenin kantininde sabah kahvaltısı yapıyordum. Kapının önünde küçük bir çocukla göz göze geldik. İçim acıdı. Çocuk yediğim şeylere bakıyordu. Açtır herhalde, diyerek onu yanıma çağırdım. Yediğim yiyeceklerden ona ikram ettim. Çocuk büyük bir iştahla tabaktakileri silip süpürdü. Çok mutlu olmuştum. O sırada annesi geldi. Ben, teşekkür edeceğini düşünmüştüm fakat bana ‘Allah senin belanı versin!’ dedi. Neye uğradığımı şaşırdım. Bana, ‘Buraya kaç araba değiştirerek geldiğimi biliyor musun? Oğlumun, aç karınla yapmamız gereken tahlilleri vardı. Ben şimdi yarın tekrar nasıl geleceğim?’ dedi. Herhalde şu an tebessüm ediyorsun bana değil mi?
– Kızım, tebessümlerimiz bile buruktur bizim!
Yaşlı adam sustu. Sabah ezanı okunuyordu. Doktor, asansörün içindeki oksijen miktarının azaldığını düşünüyordu. Bu daracık yerde nefes alıp vermek çok zordu. Ayağa kalktı, kapıya vurarak yardım istedi ama boşuna uğraşıyordu:
– Ezâ da ezan’dır kızım, dedi ihtiyar.
– Anlamadım amca!
– Yani sıkıntı da ezan gibidir. Allah’a davet eder. İnsan başına gelen her musibeti kötü olarak değerlendirir. Hâlbuki görebilen için, birçok musibet imtihan fırsatı doğurur.
– Eğer yaptıklarımdan dolayı pişman olursam Rabbim beni affeder mi?
– Hz. Ali Efendimiz, günahının çokluğundan dolayı korkunun kendisini ümitsizliğe sevk ettiği birine demiştir ki, ‘Senin Allah’ın rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahtan daha büyük bir suçtur.’ Açılmayacak kapı yoktur kızım, yanlış anahtar vardır. Seni, önündeki tırmanacağın dağ değil; ayakkabındaki küçük çakıl taşları yorar. Ayakkabındaki tüm çakıl taşlarını, yani kalbindeki tüm dünyalıkları, hırsları, kin ve nefreti atmalısın. Ruhunu yalnızca Allah’a adamalısın. Ahiretin için çabalamalısın. Tüm niyetlerin bu minvalde olsun. Tabağında yeter ki pekmez olsun kızım, merak etme sinek Bağdat’tan gelir!
– Ne güzel şeyler söylüyorsun amca! Nefes almakta zorlansam bile konuştuğun kelimeler ruhumu aydınlattı. Sanki ‘Buradan hiç kurtulmayayım. Hep burada kalayım’ diyesim var. Bunu nasıl yapabiliyorsun?
– Robotları insanlar gibi hareket ettirmeye çalışan bu çağın yöneticileri, insanları da robotlaştırmaya başladılar. İnananları inançlarından uzaklaştırdılar. Böyle olunca da doğru ve yanlışı, hak ile batılı, güzel ve çirkini, haklı ve haksızı, zalim ile mazlumu, aç ile toku ayırt edememeye başladık. Arama imkânımız arttıkça, bulma ihtimalimiz azaldı. Dünya, Ahiretin tarlasıdır diye öğrendik lakin tarlayı nadasa bıraktık. Dünyamızda gidiyor, Ahiretimizde… Fakat şunu unutma kızım; her zaman yapabilecek bir şeylerimiz vardır elbet. Rabbimiz, bu dünyayı bir denge üzerine yaratmıştır. Birinin deyişiyle; yozlaşma mı var, evet! Yeni nesiller bizi anlamıyor mu, sanki! Gördüklerimiz bizi fazlasıyla üzüyor mu, hem de çok! Öyleyse kendimize de paye çıkaralım mı biraz ve yola her zamankinden daha azimle koyulalım mı? Allah’ın samimi kulları için her çağda ve her durumda yapılacak işler vardır. Hem de sonsuz! Zaten bunun için buradayız. Onun için dünyadayız. İmtihanı bitirip Ahirete doğduğumuzda dilerim ki bütün sıkıntıları biten kimselerden oluruz.
– Keşke daha önce ve daha iyi şartlarda karşıma çıksaydın amca! Yıllardır içinde bulunduğum bu kibrin azabıyla yanmışım. Tertemiz dinimizi üç beş kötü niyetli kişinin yorumuyla değerlendirmişim. Rabbim beni affetsin!
– Tövbe et kızım. Geçmiş ve gelecek günahların için. Bilerek veya bilmeyerek İslam’a zarar verenlerden uzak dur. Güzel dinimizi en doğru kaynaklarından, Kur’an ve Sünnetten öğrenmeye çalış. Mezhepçi sapkınlıklardan ve bozuk itikatlardan uzaklaş. Örneğin, ümmetin neredeyse her bir ferdini tekfir eden tekfirciler; Tevhit inancındaki bir ve tekliği, yalnızca kendilerini Müslüman olarak görebilecek bir ve tekliğe dönüştürdüler. Meşhur bir âlim, Paris’te yaşayan Müslümanlara konferans verir. Onlara İslamiyet’i anlatırken bir genç ayağa kalkar ve ukalaca şöyle der; ‘Sen bize bunları niçin anlatıyorsun? Biz zaten Müslümanız. Sen dışarı çık da bunları kâfirlere anlat!’ Âlim ise şöyle cevap verir; ‘Onlara anlatacağım da, anlatmadan önce seni düzeltmem gerekir ki onlara ‘Müslüman ol’ dediğimde seni gösterip ‘Müslüman olunca bunun gibi mi olacağız?’ demesinler.’
– Doğru söylüyorsun amca!
Daha fazla konuşmaya mecali kalmamıştı. İçten içe ağlıyordu. Fakat bu ağlayış ölüm korkusu yüzünden değildi. Tuhaf ama bir o kadar da huzurlu bir ağlayıştı bu. Sanki geçmiş günahları bu gözyaşlarıyla silinip gidiyor gibiydi. Eskiden olsa, böyle bir durumda aşırı endişelenir hatta bağırıp çağırırdı. Fakat ılık ve tatlı bir esintinin içinde olduğunu hissediyordu. Bu durum sonsuza kadar devam etse bile sesini çıkarmazdı. Bir rahmet tufanına tutulmuş gidiyordu. Sessizliği yaşlı adam bozdu:
– Ağla kızım, ağla! Hatta öyle bir ağla ki, daha önce ağlaman gereken ağlayışların için de ağla! Ve ölümden de korkma! Korkman gereken şey, ölüme hazırlık yapmadan ve günahların için tövbe etmeden bu dünyadan göçmek olsun! Tüm dünya şu an bir salgınla boğuşuyor ve neredeyse herkes bu salgının kendisini ölüme götüreceğinden korkuyor. Hâlbuki bizden önce de nice topluluklar salgından öldüler. Peki ya salgına hiç erişemeyenlere ne oldu? Salgın ile ölmeyenler başka bir sebepten öldüler. O halde niçin bir virüsle ölmekten bu kadar korkuyor insanlık? Zaten ölmeyecekler mi? ‘Ecel gelince ne bir saat öne, ne de bir saat ileriye alınır’ inancının mensupları değil miyiz biz? Sen bu hakikati kavramış biri olarak bundan sonra da çok dikkatli ol. Kabre girmeden önce kibir kulelerini tek tek devir. Rabbim seni tüm azaplardan azade eylesin.
Sabahın ilk ışıkları hastane penceresinden içeriye sızıyordu. Güneş, bir bahar gününü daha müjdeliyordu insanlığa. Şairin dediği gibi; geceye yenilmeyen her insana ödül olarak bir sabah, bir gündüz ve bir güneş vardı. Gözünü açtığında, görev yaptığı hastanenin bir odasındaydı doktor. Başında annesi vardı. Etrafını süzerek konuştu:
– Anne ne oldu bana?
– Bütün gece sana ulaşamayınca hastane yetkililerini aradık. Seni asansörün içinde baygın bir halde bulduk. Çok şükür iyisin kızım!
– Ya yaşlı amca, onun durumu nasıl anne?
– Ne yaşlısı kızım? Senin dışında kimse yoktu asansörde.
Doktor gözünü pencereye ve içeriye giren güneşin ışınlarına çevirdi. Bir şeyler söyleyecek gibi oldu, sonra vazgeçti. Annesi sordu:
– Kızım bir şey mi dedin?
– Kibir kabirde biter anne! Rabbime hamd olsun, benimki bir asansör kabininde bitti.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?